top of page

Bölüm 8

[8:1] ASGEN'DEN İŞ GÖRÜŞMESİNE ÇAĞRI
Mezuniyet gününde okulun konuklarından biri de Asgen tarım şirketinin yetkililerinden biriymiş. Bunu Arda Bey telefonla aradığında öğrendim. Benden kendisine bir ara uğrayıp şirkete gönderilmek üzere bir CV bırakmamı istiyordu. Bölüm başkanımız durumdan haberdar olduğunda çok sevindi. Yüksek bir maaşla işe başlayacağıma oldukça emindi. Şirketle iş görüşmesi için ise 18 Temmuz'da İstanbul'da olmam gerekiyordu.
[8:2] MONSANTO'YA MAİL
Asgen benimle ilgilenirken, benim hayallerimi Monsanto’da çalışmak süslüyordu. Monsanto'nun Türkiye bürosunun internet sitesinde üç mail tespit ettim ve "Bir Gayriresmi İş Başvurusu” başlıklı mailimi üç adrese de gönderdim. Yazdıklarım özetle şöyleydi:
* * *
[9 Temmuz 2011]

“Atlas Vazgeçti” adlı edebi eseri okudunuz mu bilmiyorum. Ayn Rand’ın en önemli eseri olarak gösterilir. Bu ciddi ve sansasyonel eserde Hank Rearden karakteri uzun yıllar uğraşır, emeğini, aklını, zamanını adar ve metali geliştirir. O zamanlar endüstride en kaliteli maden teknolojisi ürünü çeliktir. Çelikten çok daha hafif ve çok daha dayanıklı olan metal bir üretim “mucize”si gibidir. Piyasa kurtları devlet ile olan ilişkilerini de kullanıp bu başarıyı ele geçirmek isterler. Önce bu ürün üzerindeki akıl emeğini ve keşfin patent haklarını “halk adına” kamulaştırmak, gasp etmek isterler. Rearden bu çabalara prim vermez. O vakit bu yeni teknolojiyi gölgelemek üzere rakip firmalar bürokrasi desteğiyle işbirlikçi “araştırma” laboratuarlarının ürün aleyhinde yazıp çizmesine ön ayak olurlar. Araştırma sonuçları bir dolu laf kalabalığında özetle şunu belirtmektedir: risk olasıdır!

Kitabın devamını, karakter analizlerini ve bu analizlerin sosyolojik ve felsefi uzantılarını sizlerle paylaşmak isterdim ancak bu zaten gayriresmi olan maili daha da serbest hale getirmek istemem. Kendimi yeterince ifade ettiğime kanaat getirdiğim, ancak bunu en kısa şekilde gerçekleştirdiğim bir mail yazmayı hedefliyorum.

Ben Kapadokya Meslek Yüksekokulu Organik Tarım Bölümünden mezun olmak üzere olan bir kişiyim. Stajımın bitmesine ise 5 iş günü kaldı. Sonrasında iş hayatı ile beklenen çarpışma gerçekleşecek.
(...)
Peki ben neden size yazıyorum?
Sebebi basitçe sizinle çalışmak istemem.

İçinde yaşadığım topluma ve devlet örgütlenmesine muhalefetimin bir yönlendirmesi olarak “organik tarım”a yöneldim. Aklımdan geçen kendine yeter bir çiftlik kurmanın yollarını öğrenmek, kamuya ve onun kurumlarına minnet etmemekti. Bu benim hakim iktidarla birey olarak mücadele tarzımın bir ifadesiydi.
(…)
Daha öğrenimimin birinci döneminde MONSANTO’ya ve GDO teknolojisine yöneltilen eleştirilerden rahatsızlık duydum; çünkü bana hep … işini düzgün yapmayanların Atlas Vazgeçti’de Hank Rearden’e oynadıkları oyunları anımsattı.
(...)
“İş hayatı” denen mevzunun şahsım adına yalnızca para kazanıp ihtiyaçları gidermek kadar basit bir mekanizma oluşturmasını istemiyorum. Gerçeklerin ve iyi olanın hakkını vermek adaleti sağlamak ise, ekonomik düzende durduğum yerin salt para kazanıp geçinme fonksiyonunu değil, adaleti sağlama fonksiyonunu da icra etmesini isterim. Bu beni motive eder.
* * *
Bir iki gün sonra Monsanto Mevzuat Müdürü ve Türkiye Tohumculuk Endüstrisi Derneği (TÜRKTED) Başkan Yardımcısı İ.Hamit Esin'den cevap geldi.

“Sevgili Berk,
Öncelikle gönderdiğin mail için çok teşekkür ederim. Üniversitelerimizde senin gibi öğrencilerimizin (maalesef çok fazla olamasa da) bulunmasından duyduğum memnuniyeti paylaşmak isterim. Meslekte 25 yılını doldurmuş ve bunun 14 yılını Monsanto da çalışmış ve hala devam eden bir Ziraat Yüksek Mühendisi olarak, senin gibi olayları gerek global ve gerekse yerel koşulların gerçekte sahip olduğu kriterlere göre ölçmek, biçmek ve bir sonuca ulaşmaya çalışan bireylerin artması hayat boyu hep en öncelikli düsturum olmuş ve bundan sonra da olacaktır. Bana göre hangi alanda üniversite eğitimi almış olursa olsun bir bireyin üniversite eğitiminden elde edeceği tek bir kazanç bir önceki cümlede tanımlamaya çalıştığım bu özelliği kazanabilmesidir. Her ne kadar şahsen seni tanımasam da ifadelerinden senin bu özelliği kazanmış olduğunu anlayabiliyorum.
(...)
Ben Ankara da ikamet ediyorum. Eğer yolun Ankara’dan geçerse seninle tanışmak ve sohbet etmek isterim. Ayrıca senin normal bir özgeçmişine de ihtiyacım var. Ben sana iş bulma konusunda Monsanto ya da başka bir firmada yardımcı olmak isterim.”

* * *

Mailimin bir karşılık bulması beni çok heyecanlandırdı ve mutlu etti. Hamit Bey’le mailleşmelerimiz bir süre daha devam edecek ve sonunda yüz yüze uzun bir sohbete dönüşecekti.
[8:3] ERMENİ PATRİKHANESİNDE GÖRÜŞME
Tam olarak nasıl Hristiyan olacağımdan habersiz bir şekilde, 5 Temmuz’da Kadıköy Surp Takavor Ermeni Kilisesi'ne telefon açtım ve vaftiz olmak istediğimi söyledim. Telefonun öbür ucundaki kişi, "Bizimle değil, patrikhane ile görüşmen lazım." diyerek karşılık verdi. Bunun üzerine patrikhaneye telefon açtım ve sekretere durumu anlattım. O da Türkiye Ermenileri Patrikvekili Başpiskopos Aram Ateşyan ile görüşmem gerektiğini söyledi. Bir randevu talep ederek telefonu kapattım.

Takip eden günlerde randevunun 19 Temmuz için ayarlandığı bildirildi. Asgen ile yaptığım iş görüşmesinden hemen bir gün sonra, siyah çizgili beyaz gömlek, siyah kravat, siyah süveter, siyah kumaş pantolon ve spor bir takım elbise ayakkabısı ile, ceketsiz bir şekilde patrikhane binasının bulunduğu Kumkapı'ya gittim. Güvenlikten geçtikten sonra binanın bekleme kısmında oturmaya başladım. Önceki patriklerin resimlerine bakıyor, heyecanımı dizginlemeye çalışıyordum.

Sonunda görüşme için beni içeri aldılar. Renkleri, resimleri, halısı ve eşyalarıyla içerisinin zevk sahibi birileri tarafından tasarlandığı hissediliyordu. Etrafıma şaşkın şaşkın bakarak bir üst kata çıktım. Bir oda gösterildi ve içeri girdim. Girdiğim odada, masasının başında Başpiskopos Ateşyan oturmaktaydı.

"Merhaba."
"Buyurun oturun."

Masasının ilerisinde bir oturma grubu vardı ve koltuklardan birine oturdum. O da yanımdaki koltuğa gelerek oturdu ve yüzüme dikkatlice bakarak:

"Ne için gelmiştiniz?"
Anlatmaya başladım.

"Ben vaftiz olma arzusuyla geldim. Açıkçası eskiden bir Marksisttim ve dinin hayatımda yeri fazla değildi. Ama zaman içinde o kadar güvendiğim bilimin de şüphe götürmez olmadığına kanaat getirdim. Bunun için felsefeyle uğraşmam gerekti. Dinlediğim kilise müzikleri içimde aradığım bir duyguyu bana taşıdı. Kutsal Kitap'ı okumaya başladığımda çok etkilendim. Okuduğum üniversite de Kapadokya'daydı ve o coğrafyanın mistik yapısı da bu kararı almamda etkili oldu. Sanırım Kutsal Ruh bana inancı aşıladı ve ben buradayım.

Burada olmamın bir diğer sebebi de içinde yaşadığım dünyanın gidişatına bir tepkidir. Modern dünya her şeyi parçalıyor ve bunun içinde geçmişten gelen köklü değerler de var. Her şeyin özgürleşmesini sağlıklı bulmuyorum. Hristiyan öğreti içerisinde, sahip çıkılması gereken değerlerin de bilincindeyim."

"Ama burası Ermeni Kilisesi. Dışarıda yazıyor. Katolik ya da Protestan kilisesi değil. Burada vaftiz olman Ermeni olman anlamına gelir."

"Evet efendim, biliyorum. Hristiyanlık bir boyut ise, diğeri de etnik boyuttur. Müsaadenizle size ailemden kısaca bahsedeyim. Babamın babası Makedonya Arnavut'u, annesi ise Giritlidir. Annemin babası Bulgaristan göçmeni olup, annesi ise eski bir İstanbulludur. Ben anneannemin Ermeni kökenli olduğuna inanıyorum çünkü yetişme tarzı, ailesinin kültür durumu ve ekonomik fonksiyonları bana bunu düşündürüyor ama elimde buna dair hiçbir kanıt yok. Sadece bir inanç var elimde. Ama ben İngilizcemin de bana verdiği imkanla, Ermeni kimliği üzerine Amerika, Avrupa Ermeni diasporasından düşünce kuruluşlarının, Ermenistanlı aydınların fikirlerini inceledim. O zamana kadar kendimi 'Ermeni' olarak tanımladığımda, kendimi biraz mahcup hissederdim. Yaptığımın meşruluğuna emin değildim ama bahsi geçen yazılardan sonra, bunun kandan çok daha fazla bir sorumluluk duygusu olduğuna kanaat getirdim.”
Başpiskopos Ateşyan konuşmamı bitirdiğimde kısa bir süre sessiz bana baktı ve sonra oldukça ciddi bir yüz ifadesiyle konuşmaya başladı:

"Bana senin gibi bir sürü insan geliyor. Onlara da sana söylediklerimi söylüyorum. 'Burası Ermeni Kilisesi'. Biz insan seçerken ince eler sık dokuruz çünkü kabul ettiğimiz kişiyi kendimizden biliriz. Bu nedenle ben bu kapıdan on kişi girer yalnızca birini kabul ederim. Ve seni eğitimlere kabul ediyorum! Sana güvendim."

Başpiskopos konuşmasına oldukça ciddi başlamıştı ancak, son iki cümlesini kurarken yüzünde hafif bir tebessüm belirdi. Duyduklarımı doğru anladığıma kanaat getirdiğimde, yüzümde koca bir gülümsemeyle kendisine teşekkür ettim. Başpiskopos devam etti:

"Ermeni kökenli ya da evlilik için vaftiz olacaklar olsun, herkes vaftiz öncesi altı ay kadar dini eğitim alır ve başarıyla bitirmesi halinde vaftiz olur. Bunun istisnası ya da kısaltması yoktur. Sen de bu eğitimlere başlayacaksın."

"Bu eğitimi almayı büyük bir heyecanla bekliyorum. Ama bir sorun var. Bir iki şirket ile iş görüşmesi halindeyim ve işe alınmam halinde Türkiye'nin hangi bölgesinde işe başlayacağım belli değil."

"O zaman şöyle yapalım: Sen iş görüşmelerinin sonucunu aldıktan sonra tekrar gel ve nerede çalışacaksan ona göre bir kolaylık geliştirmeye çalışırız."

"Tekrar teşekkür ediyorum size. Ben sizi gelişmelerden haberdar edeceğim ve eğitimime mümkün olan en kısa sürede başlamanın yollarını arayacağım."

"Tamam öyle yapalım."

Beni odasının kapısına kadar ağırladı ve patrikhane binasından bir zafer kazanmış edasıyla çıktım. Yıllardır aklımdan çıkmayan bir soruya yanıt bulmuştum: "Kendi kişiliğim ve gerçekliğimle Ermeni Kilisesi'nce kabul edilir miyim?" Bu sorunun yanıtı "Evet" olmuştu. Hayat hikayemi uzun uzun anlatamazdım. Sözü kısa tutmam gerektiğini biliyordum ve anlattıklarım yeterli bulunmuş gözüküyordu. Mutluydum.
[8:4] ASGEN İŞ GÖRÜŞMESİ
18 Temmuz 2011 - Asgen ile okulum üzerinden ayarlanan iş görüşmesine gitmek üzere İstanbul-Eyüp'e geçtim. Beni geniş, ortasında büyük ve güzel bir masanın olduğu bir odaya aldılar. Sandalyelerden birine oturdum ve beklemeye başladım. İçeri iki kişi girdi ve görüşme başladı. Ellerinde okula verdiğim basit bir CV'nin kopyası vardı. CV'de bitirdiğim okul olarak Tuzla Anadolu Teknik Lisesi görünüyordu. Aslına bakılırsa, bitirmeye ramak kalmıştı! Kısa bir selamlaşma faslından sonra, iki kişiden daha genç olanı elindeki CV'ye bakarak sordu:

"Lise ile askerlik arasında tam dört sene olduğu görülüyor. Bu dört senede ne yaptın?"
"Bol bol kitap okudum!"

Kahkahalarla güldüler.

"Peki, askerlik bittikten sonra Kapadokya Meslek Yüksekokulu'na gidene kadar da bir üç yıl var. O sürede ne yaptın? Onda da mı bol bol kitap okudun?"
"Evet aynen öyle yaptım."

Bu sefer kimse gülmedi.

"Eğitiminde uygulama kısmını yeterli buluyor musun?"
"Hayır yeterli bulmuyorum."
"Peki İngilizce konuşalım mı biraz?"
"Yes of course."

Bir süre İngilizce lafladıktan sonra...

"Eklemek istediğin bir şey var mı?"
"Satrançta da fena değilimdir."
Ne alakaysa? “Kafam çalışıyor” demeye çalışıyorum herhalde.
"Onu herkes yazıyor CV'ye zaten!"

Görüşme bitti ve toplantı salonundan çıktım. Bir hafta sonra şirketten aradılar ve "daha uygun birini" bulduklarını söylediler.
[8:5] TÜRKTED & MONSANTO
20 Temmuz 2011 – TÜRKTED bürosunda Hamit Bey ile beklenen görüşme gerçekleşti. Tam üç buçuk saat tarımı, matematiği, teknolojiyi, dünya ekonomisini, Monsanto'yu, eğitim sistemini konuştuk. Daha da konuşacak çok şey var görünüyordu ancak büronun kapanma saati geçeli bir saatten fazla olmuştu ve büroda çalışan bir yetkili görüşmeyi bitirmemizi sabırsızlıkla bekliyordu. Görüşmenin ortalarında bir yerde dayanamayıp sohbete müdahale de etmişti:

"Yani sen şimdi iki yıllık tarım mezunu olarak Monsanto'dan iş mi istedin?"
"Evet."
"Peki sen işsiz bekleyen ne kadar dört yıllık tarım mezunu var biliyor musun?"
"Hayır bilmiyorum."
"Senin yapman gerekeni söyleyeyim. Önce git eğitimini dört yıla tamamla öyle gel."

Hamit Bey söz adı:
"Hayır biz öyle düşünmüyoruz. Bu çocukta bir şey var. Monsanto için eğitimden çok yeterlilik önemlidir ve eğitim sadece yeterlilik kazanmanın bir yolu. Ben kısa bir zaman önce bu büroya bakacak birisini işe aldım. Eğer o zaman senden haberdar olsaydım, o işi sana vermek isterdim çünkü senin gibi birinin bu büroda çalışmasını isterim. Monsanto İnsan Kaynakları Bürosu ile de senin hakkında konuşacağım. Biz kişiye özel pozisyon açamayız ancak bir pozisyon varsa seni önerebilirim."

Uzun süren sohbetin ardından kendimi iyi hissederek bürodan ayrıldım. En azından Monsanto'da çalışan değerli bir kimse ile uzun bir sohbet etmenin ayrıcalığına kavuşmuştum.

Bir gün sonra Hamit Bey aradı ve Antalya'da "Pazarlama Asistanı" olarak 3 aylık geçici bir pozisyonun olduğunu öğrendiğini, İnsan Kaynakları'nın benimle bağlantıya geçeceğini söyledi. Bu pozisyona kabul edilmem halinde ben Monsanto'yu, Monsanto beni daha yakından tanıyabilirdi.

Aradan zaman geçti ve bir gün Monsanto tarafından arandım. Telefon üzerinden yapılan görüşme oldukça kısa geçti:

"İngilizce durumunuz?"
"Intermediate."
"Bilgisayar bilginiz?"
"Ortalama kullanıcı seviyesinde."
"Ehliyet durumunuz?"
"Var ama pratiğim yok."
"Peki teşekkürler."

Bir daha da kimse aramadı. Üç buçuk saat Mevzuat Müdürü ile sohbet edebilirdiniz ama İnsan Kaynakları için otuz beş saniye bile çoktu.
[8:6] “SARİN” ve YALANCININ MUMU
Sarin ile ilişkim on altıncı ayını yeni doldurmuştu. Bu o kadar da kolay geçmiş bir süre değildi. Aramızda çok kolay gerginlik çıkıyor, tüm çabalarıma rağmen tartışmalar tek bir konu içinde tutulamıyor ve her seferinde alevlerin konudan konuya sıçramasıyla topyekün bir münakaşaya dönüşüyordu. Yokuş aşağı freni patlamış bir kamyon gibi giden kapışmaların doygunluk noktasına vardığı yer de büyük çoğunlukla ilişkinin bitmesine karar vermek oluyordu. Bu nedenle, belki de on altı ay içinde otuz kere ayrılıp çok geçmeden yeniden birleşmiştik.

Kızgın bir ateşin yakıp kül ettiği ilişkinin kısa sürede küllerinden yeniden doğması ise genellikle iki yolla gerçekleşiyordu:

İlişkinin bitmesinden doğan boşluk ve soğukluk, kalpte açık bir yara oluşturuyordu. Zamanla geçeceğini söylüyordum kendime. İşte yine yalnızdım. UZAK gülümsüyordu hemen biraz ileride; ama ona varamıyordum bir türlü. Ayrılma kararının ertesinde bir kenarda için için ağlayan biri varken, kalbimi katı tutamıyordum. Dahası bazen tartışmanın orta yerinde boncuk boncuk göz yaşları yüzünden akmaya başlıyordu. Çaresiz, kırılgan, zayıf görüntüsü sanki bir teslimiyeti ifade ediyordu ve o an içimdeki kavgacı ruh hali uçup gidiyordu. Eğer gece tartışmışsak yattığım yere geliyor ve yanıma yatmak için müsaade istiyordu. "Git içerde yat." diyemedim hiç. Yattıktan bir süre sonra kolunu üzerime atıyor ya da elimi tutuyordu. Beni bir karşılık vermek durumunda bırakıyordu böylece. Ya elimi çekecektim ya da onaylar gibi elini sıkacaktım. İşte geride bıraktığımız o on altı ayın bir kısmı gece elime tutunan eli tutmakla ya da ağlamasına dayanamadığım için yelkenleri suya indirmekle geçmişti.
Küllerden doğmada ikinci yol ise, Sarin'in onun ailesine karşı duyduğum saygı ve hayranlığı kullanmasıydı. Ne büyük rastlantıydı ki, ne zaman kavga edip ayrılma kararı versek bir süre sonra annesinin telefon açası tutuyordu. O ise her defasında "ayrıldığımızı söylemeye utanıyor" ve sanki ilişki devam ediyormuş ve her şey yolundaymış gibi annesiyle konuşuyor, karşılıklı selamlar iletiyordu. O sevgili ailesine ilişkinin bittiğini söylemeyerek ilişkimizin dış cephesini bozmamışken, ben bozmaya nasıl kıyacaktım? Beni bu kadar “seven, önemseyen” bir aile, ilişkimizin bittiğini duyarsa ne olurdu sonra? Kim bilir ne kadar “üzülecekler, benim hakkımda nasıl da hayal kırıklığına uğrayacaklar”dı. Hadi ilişkiyi bitirerek bu kızı bu kadar üzüyordum, peki onun kıymetli ailesini üzmeye ne hakkım vardı?

Ağustos 2011'de Mustafapaşa’dan eşyalarımı toplayıp dedemin Ankara'daki evine yerleştiğimde o Ağrı'daydı. Sonunda aynı evde yaşama düzeni bitmişti ve ayrılık kararlarını birinci şekildeki gibi düzeltme imkanı sınırlıydı. İnternet üzerinden sohbetlerimizin birinde beni kendisine karşı soğuk davranmakla itham etti. Direnmedim. Doğru söylüyordu. Soğuktum. Bir gün sonra "Bence senin hislerin değişmeyecek." dedi. "Haklısın. Bana da öyle geliyor." dedim ve tekrar ayrılmaya karar verdik.

Ayrılma kararımızın üzerinden bir gün geçti; bana halasıyla birlikte Ermenistan'a gideceğini yazdı. Ne de olsa anne babası, dayıları kuzenleri “orada”ydı. Sarin, ailesi ve Ermenistan... Ben ise tüm bu mutlu aile fotoğrafının dışında kalacak "etkisiz eleman"dım artık. İkinci mekanizma yeni bir versiyonla güçlü bir şekilde tekrar devreye girmişti. Artık içinde Ermenistan da vardı. Sonunda birlikte yürümeyi hayal ettiğimiz sokaklarda yürüyecekti; bensiz. Bu duruma kayıtsız kalamadım. Ayrılmış da olsak meraklı kedi gibi, sorular sormaya başladım. Ben soruyor o cevaplıyordu. Çok değil iki gün sonra tekrar birer sevgiliye dönüştük.

Bir süre sonra bana bahsettiği üzere halasıyla Ermenistan’a gitti. Ona çok özeniyordum. Bana gün gün gezdiği yerleri anlatıyordu. Çektiği ve ailesi, akrabalarıyla çekindiği fotoğrafları göndermek istediğinde ise mailinde bir arıza oluştu. “Maile eklediği” hiçbir fotoğraf bende görünmüyordu. Dahası maillerin eki olduğu da görünmüyordu. "Neyse artık, resimleri gelirken getiririm." dedi sonrasında. Anlaşılan mailini etkileyen sorun her ne ise, diğer internet kanallarından fotoğrafları göndermeyi de imkansız kılıyordu. Bir başka gün Skype'tan kamera açıp, bulunduğu balkondan Yerevan'ı, Ararat'ı göstermek istedi. Ama bu sefer de bilgisayarının kamerasında arıza çıktı.
Sonunda "sırf benim için" Yerevan'dan ayrılık vakti geldi çattı. Anne ve babası onu uğurlamaya havaalanına gelmiş, babası kızına sarılıp ağlamıştı. Yanlarında kalmasını istiyorlar ama bana duyduğu aşka da saygı duyuyorlardı. Böylece o tüm güzellikleri arkasında bırakarak bana doğru yola koyuluyor ve beni ne kadar sevdiğini bir kez daha kanıtlamış oluyordu.

Kavgalarımızın büyük bölümü ona inanmakta zorlandığım için çıkmış; çıkarılmıştı. Ailesiyle ilk tanışma imkanım olacağını sandığım Akhtamar buluşma planı öncesi ve sonrası peş peşe gelen "aksilikler", ailesinden hiç kimsenin telefonla dahi benimle konuşmaya yanaşmaması, dahası böylesi "zengin" bir ailenin kızlarına maddi yönden bu kadar kayıtsız kalması bana pek garip geliyordu. Büyük bir balonun şiştikçe şiştiğini ve fena patlayacağını hissediyordum. Yine de aklımı susturmak için elimden geleni yapıyordum. Sorgulamak ilişkiyi istikrarsızlaştırmaktan ve tartışma yaratmaktan başka bir işe yaramıyordu. Hiç kafa yormamak, hiç soru sormamak, anlattıklarının yalnızca keyfini çıkarmak ilişkinin rayında gitmesinin adeta kuralına dönüşmüştü. Ama sorulmayan her soru, öğrenilmeyen her gerçek kaçınılmaz olarak içimi kemiren bir kurda dönüştü ve huzurum delik deşik oldu.

Evet, işte sonunda beklediğim gün gelip çatmıştı. Sarin Ermenistan'dan koca bir bavulla geliyordu. Bana üzerimde adım yazılı bir duduk, Ermenice İncil, Ermenistan bayrağı ve internetten göndermeyi başaramadığı bir dolu fotoğraf getiriyordu. Sonunda ondan şüphelendiğim için utanacaktım. Bunu ne kadar da çok istiyordum.

Ama o da ne! Ermenistan'dan getirdiği bavul içindeki hediyelerle birlikte havaalanında “kayboldu” (ve bir daha hiç bulunamadı). Bu kötü haber, benim için birkaç hediyenin kaybolmasından çok öte bir kötü haberdi. O gün, uzun süredir aklıma karşı yürüttüğüm duygusal direnişimin tümüyle bozguna uğradığı gündü. Umutlarımın tümden imhasını engellemek istercesine Sarin’in verdiği bir de iyi haberi vardı: Neyse ki Ermenistan resimleri bir başka bavuldaydı.
19 Eylül 2011 - Birkaç gündür Sarin de Ankara'da benimle birlikteydi. Sonunda dayanamadım ve annesiyle ilk telefon görüşmesinde hızlı bir hareketle elinden telefonu izinsiz bir şekilde kaptım:

"Alo! Aloo! Alo!"
Ses yok! Dahası telefonun öbür ucunda kimse yok! Sarin açıklama yapıyor:
"Ya senin sesini duyunca kapattı ya da hat düşüyor bazen."

Daha önce Ankara’da ikamet ettiğini söylediği iki ablası vardı: Hande ve Beril. Beril ile bir nedenden bağı kopmuştu. İkisinin birlikte işlettiği bir el işi sanat ve tekstil dükkanı vardı.

"Hande Ankara'da oturuyordu. Tanıştırsana beni."
"O da Ağrı'da şuan. Düğüne gitti."
“Peki, dükkanlarına götür öyleyse.”
"Daha iyi bir yerde dükkan açmak için kapattılar o dükkanı."
"Ya, demek öyle. Babanın AVM'si olduğu illerden biri de Ankara'ydı. Oraya gidelim o halde."
"Artık yok. Sattı orayı."
"Bana dayının Ermenistan telefonunu ver."
"Bilmiyorum."
"O zaman dayının lojistik şirketinin adını söyle."
"Onu da bilmiyorum."
"Pekala, herhangi bir akrabanın telefon numarasını ver öyleyse."
"Neden ben sana akrabalarımın numarasını veriyorum!?"
Ermenistan resimlerini görmek istiyorum.
"Ağrı'daki evde."
"Neden?"
"Sonya [kız kardeşi] bakmak için bavuldan çıkarmış, yerine koymayı unutmuş."
"O zaman postayla göndersin."
"Şuan evde değil. Kocasının ailesinin yanına gitti."
"Resimler bilgisayarda neden değil?"
"Armen [kuzeni] onları bilgisayara yüklemek istedi ama bir teknik arıza oldu. Yükleyemeyince o da resimleri print etti."

Gülmeye başladım acı acı.
"Niye gülüyorsun? Yalan mı söylüyorum?"
İşte bu söz bardağı taşıran son damlaydı. Şiştikçe şişen yalan balonuna artık tahammül edemeyip bağırdım:

"EVET YALAN SÖYLÜYORSUN! Yalancı seni! Söylediğin her şey yalan! Daha fazla beni kandırabileceğini mi sanıyorsun!?"

Eşyalarının bulunduğu odaya gitti. Bense öfkeli bir şekilde evde dolanırken eşyalarını alıp gitmesini beklemeye koyuldum. Ama hayır, odadan çıkmıyordu. Odaya girdiğimde onu yerde oturur buldum. Kafasını kaldırıp bana, "Bu gece kalsam yarın gitsem olur mu?" diye sordu.

İlişkiyi kurtarmakta aile oyunu artık tutmazdı. Geriye tek yol olarak duygusal zaaflara oynamak kalıyordu. Belki ağlayacak, belki daha önce yaptığı gibi düşüp kötü bir bayılma numarası yapacak ya da belki yine yanımda uyumak isteyecekti. Bense yine bir noktada dayanamayacak ve duygusal zaaflarıma yenilecektim. Buna müsaade etmek istemiyordum. Teklifini reddettim: "Hayır! Hemen şimdi gidiyorsun!"

Eşyalarını topladı ve taksiye atlayıp soluğu Ankara otogarında aldık. Ağrı’ya akrabalarının yanına değil, Maraş’a arkadaşlarının yanına bilet aldı. Otobüsünün kalkmasına ise üç buçuk saat vardı. Kısa bir vedalaşma sonrasında onu orada bırakıp eve döndüm. Canım oldukça sıkkındı. Dahası fena halde acı çekiyordum. Otobüsünün kalkmasına kısa bir süre kala tekrar otogara döndüm. Otobüsün koltuğunda oturuyordu.
Kapadokya’daki ayrılıklarımızdan birinde, Ürgüp otogarındaki otobüslerden birinin içinde yine böyle oturmaktaydı. Bütün yolcular yerlerini almış ve otobüsün kalkmasını beklerken içeri girmiş, oturduğu yere gelip ona “Hadi gel.” demiştim. O da hiçbir itirazda bulunmadan sessizce yerinden kalkıp benimle otobüsten inmişti. 19 Eylül günü Ankara otogarına döndüğümde içimde müthiş bir savaş vardı. Bir yanım yine “Hadi gel.” demek istiyor, bana oynadığı tüm oyunlara rağmen onu bırakmak istemiyordu. Diğer yanım ise daha acımasızdı ve aklımı, gururumu daha fazla küçük düşürmeme izin vermiyordu.

İçimde böyle bir ikilemle oturduğu koltuğun yanına gittim yine. Çok lazımmış gibi, tekrar iyi yolculuklar diledim ve hayatta başarılı olması temennisinde bulundum. Bu, ne onu otogara bırakıp bir daha geriye bakmamak kadar acımasız ne de “Hadi gel.” demek kadar bağışlayıcı bir sonuçtu. Akabinde otobüsten ayrılıp kenarda otobüsün kalkmasını beklemeye koyuldum. Bu sefer otobüsünden inip yanıma o geldi. Sessizlik oldu.

"Bana doğruyu söyle."
"Söylediklerim doğruydu. Olanların hepsi benim kötü şansım."

Duymak istediğim bu değildi. O an ilişkiyi kurtarabilecek tek ama tek şey bir itiraftı, inkar değil. İronik olarak birlikte soykırım konusunda Türkiye'yi "inkarcılık"la eleştirdiğim kişi, bana karşı son ana dek müthiş bir inkarcı politika yürütüyordu.

Otobüsün kalkma saati yaklaşmıştı. Koltuğunda yerini tekrar aldı. Otobüs hareket ederken onu tekrar göreceğimi sanmıyordum. Camdan bana baktı. Dik durdum ve asker selamı verdim. Sanırım ne anlama geldiğini sadece ben biliyordum: birlikte geçirdiğimiz güzel günler için bir teşekkür.

Ve gitti.
[8:7] ROTA ERMENİSTAN
Sarin'in "Ermenistan'dayken" anlattığı bir şey vardı. Ailesi Yerevan Devlet Üniversitesi'nde Dekan Yardımcısı Türkolog Ruben Melkonyan ile kızlarının durumunu konuşmuş ve ülkeye yerleşmesi halinde Türkolog olarak ne yapabileceğini sormuşlar. Melkonyon ise güya kendilerine Türkoloji alanında yüksek lisans yaparak ya da formasyon alarak Ermenistan’a gelmesinin kendisinin daha çok işine yarayacağını belirtmiş. Oysa biz yurtdışına çıkış yasağımın kalkmasıyla gitmeyi “planlıyorduk”. Ama anlaşılan oydu ki gerçekten planlayan yalnızca bendim ve “Ermenistan'dan gelen tavsiye” bu planı ertelemeye yönelik bir yalandan ibaretti.

Sarin'le köprüleri attıktan sonra, artık onun oyalama taktikleri de hükmünü yitirmişti. Bana tek gereken yurtdışı yasağımın kalkmasıydı ve bunun üç dört ay içinde gerçekleşeceğini düşünüyordum.

İlk işim Sarin'den ayrıldığımı ve ilk fırsatta Ermenistan'a gideceğimi (annem hariç) akrabalara duyurmak oldu. Babama yine alışılageldiği üzere mail yazdım. O sırada Bulgar arkadaşıyla birlikte İstanbul'dan Akdeniz’e doğru bir yat yolculuğuna çıkmıştı. Mailimi ancak birkaç gün sonra okuyabildi. Muvazzaf albay olan amcam ise beni Çankaya'daki evine kahvaltıya çağırdı.

Sarin'le ilişkimin neden bittiği sorusunu yanıtlamadım. Arkasından gelen soru ise beklediğim bir soruydu.

"Peki bu durum planlarında bir değişiklik yaptı mı?"
"Evet yaptı. Daha öncesinde Ermenistan'a gitmek için Sarin'in formasyon eğitimini beklemek zorundaydım. Şimdi sadece yurtdışı yasağımın kalkması yeterli."

Bu heyecan yaratan bir cevap oldu. Bir buçuk saat süren kahvaltıda amcam ve eşi beni vazgeçirmek için yumuşak bir çaba gösterdiler.

Amcam:
"Sarin'i tanımasaydın Ermenistan'a gider miydin?"
"Sarin'e Ermenistan'a göçme fikrini aşılayan benim."

"Devlete kinin mi var? İntikam almak için mi gidiyorsun?"
"Hayır. Ben oraya mutluluğu, huzuru bulmak için gidiyorum. Sizin de bildiğiniz gibi başımdan birtakım şeyler geçti. Bugün doğru bulmadığım şeyler. Ama bu benim sicilime işleyecek. Ne iş bulabileceğim, ne üniversiteye gidebileceğim. İkinci sınıf vatandaş olacağım. Ermenistan yeni bir başlangıç benim için."

"Ya Ermeniler seni kullanmaya kalkarsa?"
"Bu durumda ben de onları kullanırım. Böylece iki taraf da birbirini kullanmış olur. Kazan kazan... Sonuçta toplumsallaşmak böyle bir şey."

Amcam:
"Türk olduğun için sana köpek muamelesi yapabilirler."
Amcamın eşi:
"Toplumsallaşmak bir takım ortak değerleri gerektirmez mi? Vatan, millet, din gibi."

"Yaşadığım ülkeye dair güçlü olması icap eden duygularım artık pek güçlü değil. Ermeni tarihini en az Türk tarihi kadar biliyorum. Müzisyenlerini, politikacılarını, kültürlerini... Türk arkadaşlarımdan çok dünyanın her yanından Ermeni arkadaşa sahibim. Bana kötü davranacaklarını düşünmüyorum çünkü buna gerek yok. Daha önce anlatmıştım, aile büyüklerime dair araştırmalarım Türk soylu olmadığıma işaret ediyor. Biliyorum Türk olmak kan meselesi değil ve kendimi Türk olarak ifade etmem önünde de hiçbir engel yok. Ama kendimi Türk olarak ifade etmeye maalesef aşırı derecede isteksizim. Benim devlete değil ama devletin bana kini var! Daha kaç kez intikam alacak benden bilmiyorum."

Amcamın eşi:
"Bence annemizi çok sevdiğimiz gibi ülkemizi de çok sevmeliyiz. Eğer bir problemi varsa görev üstlenmeli ve onu değiştirmeye çalışmalıyız."
"Evet değiştirmeye çalıştığım için şimdi bu noktadayız. Devlet benim için artık bir üvey anne, çünkü ben artık üvey evlat oldum onun için."

Amcamın eşi:
"Bence hâlen Türkiye'de başarılı olabilirsin. Geç değil. Gidersen, sorunlar baş gösterse de geri dönmeyi gurur meselesi yapabilirsin."
"Gurur meselesi yapmam. İyiyse iyidir, kötüyse kötüdür. Zaten çok yüksek beklentilerim yok. Beğenmezsem ya da birtakım şeyler ters giderse dönerim."

Amcam:
"Baban ne diyor bu işe?"
"Ona bir mail attım ama henüz okumamış. Ama o Ermenistan planımı zaten biliyordu. İtiraz etmiyor. Hatta 'Git. Bu ülke seni anlayamadı, Ermeniler anlar belki.' diyor."

Sonunda amcam ve eşi fikrimi değiştirme çabalarından vazgeçtiler ve “Gitsin görsün.” fikrinde kanaat kıldılar.

Ermenistan'a gittiğimde nerden başlayacağımı hesaplamaya koyuldum. Özel bir dil okulunda Ermenice eğitimi alırken, okulun ayarlayacağı bir ailenin yanında kalmak ideal görünüyordu. Yaşamsal masrafların Türkiye'ye göre daha ucuz olması ise projemin uygulanabilirliğinin belki de en kritik yanıydı.

Babamla görüştüğümde mailimi okuduğu bilgisini aldım. Bana telefonda şöyle diyordu: "İyi şanslar ne diyeyim. Yapmak istediklerini onaylamıyorum ama kafana koyduğun bir şeyi değiştiremeyeceğimi on yedi yaşındayken anladım. Şimdi yirmi yedi yaşındasın. Tekrar denemeye gerek görmüyorum."
[8:8] ROTADAN SAPMA: ÇİN PLANI
8-8a.png
Babamın haklı olduğu bir konu vardı; o da on altı on yedi yaşlarımda değiştirilmesi çok zor bir insan olduğumdu. Doğrunun tek olduğuna, insan aklının hakikati şüphesiz olarak avucunun içine alabileceğine inanıyor, ahlaki alanda da hayatımı bir gerekirlikler listesinin kılavuzluğunda yürütüyordum. Örgütsel pratik aklıma gelmemiş gerekirliklerin listesini de yazılı olarak ezberlemem için elime tutuşturmuştu ve ben bütün hislerimi ve davranışlarımı bir bilgisayar programı gibi yönetiyordum.

Yirmi yedi yaşıma geldiğimde ise, o kadar da bükülmez bir insan değildim artık. Sahip olduğum gerekirlikler listem, gerçekten gerektiğine inandığım bir şeyi içermiyordu zira. Aklımı değişken duygularımın hizmetine vermiştim.

Babamın Ankara'ya işi düştüğü bir gün buluştuk ve Ermenistan planlarını yüz yüze konuştuk. Bana sitem etti:

"Hiç kardeşini düşünmüyorsun. Senin ileride yapacaklarından hiç nasıl etkileneceğini hesaplıyor musun? Ya kardeşin başbakan olmak isterse ama senin yüzünden engellenirse? Yanlış anlama, 'Ermenistan'a gitme!' diyor değilim."

Babam gittikten sonra içimde bir bulantı başladı. Düşünce ve duygularımda sıkışmıştım. Amcama da babama da dürüst olmadığım bir husus vardı: “mutluluğun ve huzurun peşinde” değildim. Aksine belamı arıyordum. Belki de artık gerçekten yeni bir başlangıç yapmak için Türkiye'yi terk etmeyi düşünmeli; artık kavga etmeyi bırakarak, kendi hatalarımın cezasını kabullenmeliydim. Yaşama negatif duygularla değil, pozitif bir şeyler bularak tutunabilmenin yollarını aramalıydım.

Düşünmeye başladım: nereye gidebilirdim? Yaralı geçmişimi geride bırakabileceğim, öfkemi dindirebileceğim yer neresi olabilirdi? İşte o an aklımda bir fikir belirdi. Çin'e gidebilirdim!

Babam işleri nedeniyle yılda bir iki kere gidiyordu ve bana Çin'e göçmekte kılavuzluk yapabilirdi. Uzakdoğu kültürünü seviyordum. Uzakdoğu'nun mutfağı da, Uzakdoğu felsefeleri de bana hep çekici gelmişti. Çin'in mimarisi, sanatı, insanları ilginçti. Yükselen bir ekonomiydi ve küresel bir aktördü. Her şeyi arkada bırakıp Çin'e gitsem, aklımı oyalayacak binlerce şeyin arasında daha barışçıl bir insana dönüşebilirdim. Sevdiklerime de, kendime de daha zararsız biri olurdum büyük ihtimalle.

Çin fikrimi kısa süre sonra babamla görüştüm. Fikrimi değiştirmeme şaşırmakla birlikte, olumlu da yaklaştı. Akabinde haber ikimizin arasından ailenin diğer üyelerine yayıldı. Çok uzağa gidecektim; yılda bir kez görüşmek bile lüks görünüyordu, ama yine de içleri rahatlamış gibiydi. Sonuçta gitmeyi planladığım yer artık Ermenistan değildi!

Fazla oyalanmadım ve bu fikri bir Çince kursuna yazılarak perçinledim. Günlerim birden yoğun bir şekilde Çince çalışarak, Çin müziği dinleyerek, Çin hakkında ne bulursam okuyarak geçmeye başladı. Ara sıra da Ankara'nın Çin restoranlarını geziyordum. Politik yazıları bir kenara koydum ve sadece küresel ekonomi ile ilgili yazılarla meşgul olmaya başladım. Sosyal hesaplarımdan "Berj" ismini sildim ve tekrar Berk haline getirdim. Dinlediğim müziklerde ise en ufak bir melankoli kırıntısına müsaade etmiyordum. Bir süre sonra da Güney Çin kökenli bir dövüş sanatı olan Wing Chun derslerine başladım.
[8:9] ANNEMLE YENİDEN KURULAN DİYALOG
8-9a.png
Annemin "Haç takan evlat istemiyorum." diye yazarak beni İsa'ya havale etmesinin üzerinden dört ay geçmişti. Onu rüyamda bir evin yarı karanlık odasında, hasta halde yatarken gördüm. Baş ucunda bir sandalyede de ben oturuyordum. Ertesi gün ona kendisini rüyamda gördüğümü ve nasıl olduğunu merak ettiğimi bildiren bir mesaj yazdım. Karşılığında da iyi olduğuna ve merak ettiğim için sevindiğine dair bir cevap geldi. Karşılıklı mesajlaşma sonrasında tekrar sessizliğe gömüldük.

Bu hadisenin üzerinden sekiz gün geçmişti ki, telefonum çaldı. Arayan annemdi. Telefonu açtım ve neredeyse bir saat konuştuk. Tartıştığımız konulara hiç sapmadık. Sadece hayatımızdaki gelişmeleri karşılıklı olarak bir haber sunumu gibi birbirimizle paylaştık. İki hafta sonra da Akyaka'ya onu görmeye gittim ve böylece sekiz buçuk ay sonra tekrar buluşmuş olduk.
[8:10] AMERİKAN KÜLTÜR DERNEĞİ ve DİLEKÇE ÖDEVİM
8-10a.png
Çince kursum devam ederken İngilizce kursuna da gitmeye karar verdim. Ankara Kızılay'da Amerikan Kültür Derneği Dil Okulları dikkatimi çekti. Yıllar öncesinde McDonald'a gidip hamburger yemeyi bile anti-Amerikanist tutumumuza yakıştıramadığımızdan, özellikle Amerikan Kültür Derneği adını taşıyan bir dil okuluna gitmeyi uygun buldum. Kendi geçmişime nispet yapmak derdindeyim.

Seviye testi sonrası üst orta (B2) seviye kursuna kabul edildim. Bir buçuk ay sonra da dersler başladı. En hoşuma giden kısım yazım ödevleriydi. Eğlenerek yazdığım bir yazım ödevi, Amerikan Kültür Derneği'ne bir dilekçe yazmamızın istenmesi oldu. Değiştirmek isteseydik neyi değiştirirdik? Neden memnun değildik? Ben de bu talep üzerine İngilizce olarak şöyle bir dilekçe yazmaya karar verdim:

Amerikan Kültür Derneği –
Dil Okulları Yönetimine
Kızılay – Ankara

Sayın Amerikan Kültür Derneği - D. O. Yönetimi ;

Okulunuzun bir öğrencisi olarak, Amerikan Kültürü'nün yokluğu karşısında hayal kırıklığı yaşıyorum. Gördüğüm kadarıyla koridor duvarlarına bir NBA takımı tişörtü ve Amerika'nın bazı şehirlerinin resimlerini asmışsınız; ancak gördüklerim sadece bunlardan ibaretti. Bence bir iyileştirme gerekli.

Ne bulmayı umduğumu merak ediyor olabilirsiniz. Açıklayayım öyleyse. Bu olasılıklar için yardımcı olabilir.

Bir: Girişte otomatik silahıyla gülümseyen tam boy bir Amerikan askeri kartonu olabilir. Yüzünde diktatörlere karşı savaşmanın gururunu taşımaktadır. Büyük bir Amerikan bayrağı da hemen yanında olabilir.

İki: Anadili İngilizce olan çalışanlarınızın hepsi Amerikalı ve ayrıca WASP (Beyaz, Anglo Sakson, Protestan) olmalı.

Üç: Öğrencilerin her birine Amerikan Milli Marşı öğretilmeli ve yanlışsız söyleyebilecekleri hale getirilmeliler.

Dört: Sınıf duvarlarında Amerikan bayrağının yanında bir de asılı Haç bulunmalı. Evanjelizm haftasonu derslerinde sosyal aktivite olarak öğretilebilir.

Beş: Dersler Amerikan tarihini, insan haklarını, demokrasi ve serbest piyasa ekonomisinin yararlarını içerdiği gibi, terörizmi destekleyerek dünya barışına zarar veren devletlere de değinmeli. 11 Eylül'e dair bir resmin de bir yerlerde asılı olması bu nedenle önemli olur.

Bunlar bir Amerikan Kültür Derneği'nde olması icap eden şeyler. Diğer başka iyileştirmeler de yapılabilir.

İlginiz için teşekkür ederim.
Tanrı Amerika'yı kutsasın.

Not: (Herhalde) şaka yapıyorum.
[8:11] POLİAMORİ ve ÖNLENEMEYEN KISKANÇLIK
8-11b.png
Gerçekliğin göründüğü ya da anlatıldığı gibi olmayabileceğinin teorileriyle uğraşıp şüpheciliği felsefi kabullerimin zemini olarak belirledikten sonra, karşı cinsin bir üyesi tarafından epey uzun bir süre ikinci bir gerçekliğin içerisinde tutulmak kolay hazmedilir bir şey değildi. Şüpheciliğin bir üst katına yerleştirdiğim pragmatik epistemolojiyi “istediğim şeye inanma özgürlüğü” olarak yorumlamam, gelinen noktada beni tuzağa düşürmüş ve aptal konumuna sokmuştu.

Eğer karşı cinse çekilmekten kurtulabilmenin bir yolu yoksa, o halde ilişkilere dair bir politikam olmalıydı. Öyle ki, en acımasız “gerçekleri” kabullenebilmeli, stratejimi bunun üzerine kurmalıydım.

Mertçe bir söz hatırlıyordum: “Bir kadına vurulacağına, bir kurşuna vurul daha iyi.” Sahi aşk neydi? O hayatımızda depremler yaratan güçlü tutku, bir kadına yönelik olmak zorunda olamazdı. Vatana, adalete, eşitliğe, ilerlemeye, Tanrı’ya, sanata ya da bir başka “yüce” değere yönelik güçlü duygularımız, romantik fikirlerimiz pekala hayat çizgimiz olabilirdi. Bizim gibi etten kemikten yapılma, bizim gibi aciz bir başka insana yönelik tutkulu bir duygu, üremeye dönük dürtülerden, sahiplenmeye dönük heveslerden başka ne olabilirdi ki? Aşk eğer bir ideale dönük değilse, bu olsa olsa çapsızlık olabilirdi.

Peki kendimi bir kadına saplanmaktan, ona bağlanmaktan nasıl koruyabilirdim? Bunun yolu belki karşı cinse yönelik arzularımın hedefini çeşitlendirmek, ama asla tek bir hedefte yoğunlaştırmamaktı. Bir bakıma “yumurtaların hepsini tek bir sepete koymamak” da denebilir. Peki bu yeni strateji doğrultusunda bana yol gösterecek olan pratik neydi? Poliamori ya da Türkçeleştirilmiş haliyle çoklu aşk!

Epistemolojik anarşizm bir yerde herkese “Sen de haklısın!” demeye götürebilir. Duygusal bir anarşizm de pekala birden fazla kişiye “Seni de seviyorum!” demeyle bitebilir. Öyle ya, sevilmeye değer tek bir kişi olamaz şu koca dünyada! Neden tek eşli olmak zorundayım? Neden tek bir sevgilim olsun? Biraz ondan, biraz bundan olsa ya! Ama aksine, her beklentimi tek bir kaynak karşılayacaksa, bu aşırı bağımlılığı getirmez mi? O kaynak benim üzerimde fazlasıyla güç sahibi olmaz mı?

Lakin, haremi olan bir sultanın her bir cariyesini ayrı sevmesinden farklı olarak, eğer sultan değilsek, ufak bir problemimiz var demektir: sistemde her birey eşitse, bizi de azar azar severler! Siz kimsenin değilsinizdir ama, kimse de sizin olmaz. Sizi paylaşanlar, döner sizden kendilerini başkalarıyla paylaşmanızı bekler. Dünya sizin etrafınızda dönmediği gibi, insanlar da sizin etrafınızda dönmüyordur. Ya buna razı olursunuz ve hiç kimseye sahip olamadığınız için özgür kalırsınız ya da bir insanın sahibi olarak kendi özgürlüğünüzü de teslim edersiniz. Ama ben özgür olmak, kadınlarla ihtiyacım kadar ilişkide olup, kimse tarafından kontrol edilmeden kendi yolumda ilerlemek istiyordum. Böylece poliamori hakkında araştırmalara başladım.
Teoriye göre, eğer birini seviyorsanız, onun mutluluğundan da mutlu olurmuşsunuz. Bu varsayıma göre, sevdiğiniz birinin sizin dışınızda bir kaynak tarafından mutlu edilmesi de, sizin mutlu olmanız için bir gerekçeymiş. Bu tür bir mutluluğa izin vermeyen kıskançlık duygusu ise çeşitli sebeplerden kaynaklanırmış: sahiplenme, dışlama, rekabet, ego ve korku. Bunları okuduğumda günlüğüme dönüp şunları yazdım:

[8 Aralık 2011]
“Sahiplenme, rekabet, ego… Bunlar enerjimin ve hırsımın temeli. Bunlar olmadan bütünlüğümü koruyamam!! Hâlâ bile Sarin’i kıskanıyorum. Hâlâ bile buluştuğu adamlarla rekabet etmeye çalışıyorum. Onun için ‘en iyi’ olmaya çalışıyorum.”

Doğruydu. Bir yandan yeni bir ilişkinin ruhum üzerinde hakimiyet kurmasını engellemek için “stratejik” arayışlar içindeydim, diğer yandan da Sarin’i facebooktan yakın takibe almıştım. Hem onu yalancı olarak itham edip kapı dışarı etmiştim, hem de nerede ne yaptığını, hayatına yeni biri girip girmediğini merak ediyordum. Yeni bir resim paylaştığını fark etsem, uzun uzun resme bakıyor, kim tarafından çekildiğini düşünüyordum. Mutlu mu çıkmıştı? Üzgün müydü?

“Sigarayı bırakmak” ile benzeştirdiğim bu ilişki bitmiş, ben kurtulmuştum. E o zaman daha hâlâ ne diye onu takip etmekten kendimi alıkoyamıyordum? Seviyor muydum? “Çok daha iyi bir adam” ile tanışıp, “çok daha mutlu” olsaydı, sevinecek miydim? Hayır, sevinmeyecektim. O halde seviyor olamazdım. Benden ayrıldığı için çok üzgün olsa, benim gibisini arayıp da bulamasa, bana dönmek için af dilese daha iyi olmaz mıydı? Belki o vakit ben de bir “yüce gönüllülük” yapıp, tekrar onunla olmayı kabul edebilirdim. Kızcağızı benden iyisini bulmak için nafile bir çabadan kurtarmış olurdum. Ne büyük iyilik! Fakat böyle olmayacaktı. İki yıllık yüksekokul diplomasından başka bir şeyi olmayan, orta boylu, orta yakışıklılıkta, geleceği belirsiz ve risklerle dolu bir adamdan başka bir şey değildim. “Benden daha iyisi”ni bulmak o kadar da zor değildi ve bunu bilmek bana acı veriyordu.

Bir yanım, “Of kurtuldum sonunda.” derken, diğer yanım, “Dur gitme! Başkasının olma!” diyordu. İçim içimi yiyordu. Loş bir ışıkta, önünde bir şarap kadehiyle gülümserken resmini paylaştığını gördüğümde, günlerce yüksek tansiyonla gezdim. Lanet olsun bu kıskançlığa! Adamda ne akıl, ne strateji bırakıyordu. Sonunda Sarin’e sinirli sinirli mesajlar yazmaya başladım. Söylediğine göre o fotoğraf çekildiğinde müzik dinliyor, beni düşünüyormuş. Sık sık aklına geliyormuşum ve ağlıyormuş. İçki içmesi de bana dair içindeki acıdanmış. Tabi ben de bu duruma “çok üzüldüm!” O kadar üzüldüm ki, zor kurtardığım özgürlüğümü feda ederek onu bu hazin durumdan kurtarmaya karar verdim. Poliamori üzerine araştırmalar yapalı daha beş gün olmuştu.

Böylece kıskançlığa yenik düşecek ve ona “Her kimsen, gerçeğin her ne ise, gerçeklerle ve yalanlarla kaplı olarak, benim sana fena halde ihtiyacım var. Seni düşünmediğim gün yok.” diyerek, bilmem kaçıncı kez barışın kapısından içeri girecektim. 
[8:12] ROTADAN SAPMADAN SAPMA: ESKİYE DÖNÜŞ
8-12a.png
Sarin’le barışma, beklenildiği üzere Çin planından da bir geri adımdı. Durumu babam ve annemle görüştüm. Yeni plana göre en azından yurtdışı yasağım kalkana kadar Türkiye’de çalışma imkanlarını değerlendirecek, bu süre içerisinde resmi evlilik yaparak aileleri bir araya getirmeyi sağlayacak, kilise nikahını ise daha ileride, “koşullar müsait olduğunda” gerçekleştirecektik.

Bu plan doğrultusunda Sarin birkaç gün sonra tekrar Ankara’ya geldi ve yanıma yerleşti. Yılbaşında ona bir pırlanta yüzük aldım ve akrabalarımla yılbaşı kutlaması için buluştuğumuzda ona aldığım yüzüğü takdim ederken evlilik teklif ettim. Sıkıca sarıldı ve “Evet!” dedi. Bu hadiseyi “nişanlanmak” olarak değerlendirmemiz ise annemde büyük bir öfkeye yol açtı. “Böyle nişan mı olur! Nerde bu kızın annesi babası!? Bu kadar mı geleneklerden koptunuz!?” diyerek bir yere kadar haklı tepkisini dile getirdi. Ben ise kendisini gelenekleri savunmaya yetkili görmüyordum. Eylemimizi savunmaya dönük hiçbir sözümü de dinlemiyordu. Gerilim gittikçe arttı ve sonunda, “Bir daha seni ancak sağlığını sormak için ararım. Başka da aramam.” diyerek telefonu kapattı. Böylece kurulan ilişki yeniden koptu.

2012’nin ilk günleri iş bulma sitelerinden neredeyse gördüğüm her tarım işine başvurmakla geçti. Hepsi de tarım mühendisi aramaktaydı. Başvurularımda konvansiyonel tarımı da organik tarım kadar bildiğimi iddia ediyordum ama, kimsenin taktığı yoktu. Beklediğim cevaplar gelmeyince Ankara civarındaki elbise mağazalarına, kitapçılara başvuruda bulundum. Sokak sokak gezdiğim bir gün bir oyun kafede iş ilanı gördüm ve görüşüp işi aldım. Haftanın altı günü, günlük on iki saat çalışmayı gerektiren bu işte, bir yandan masaların yiyecek içecek siparişini alacak, diğer yandan oynamak istedikleri oyunları getirip götürecek, müşteri olmadığında da kafenin temizlik işlerini yapacaktım. Neredeyse oturmanın bile mümkün olmadığı bu iş, fiziksel olarak oldukça yorucuydu ama eğer patron ile anlaşabilseydim, alışılabilirdi. Saatlik ücretim 1 dolara gelirken, emrindeki personeli aşağılayarak yönetmeye çalışan bir patronun nazını çekemeyeceğimi kısa sürede anladım ve beşinci gün istifa ederek yeni bir iş aramaya koyuldum. Benim için iyi de bir deneyim oldu; öyle ki işi bıraktıktan sonra epey bir zaman her şeyin fiyatını o kafede kaç saat çalışmam gerektiğiyle hesapladım.

Haberi alan babam yeni bir teklif getirdi. Söylediğine göre benim gibi “araştırmacı biri” hukuk ofisinde işine yarayabilirmiş. Bu teklif hoşuma gitti. Ne de olsa patronu tanıyordum! Hem İstanbul’a dönüş, Ermeni kilisesine kabulümü de somutlaştırmama olanak sağlayabilirdi. Sarin’le konuştum ve onun da rızasıyla yönümüzü İstanbul’a çevirdik.
[8:13] HRİSTİYANLIĞA İLK ADIM
8-13a.png
26 Ocak’ta patrikhaneyi arayarak Patrik Vekili Aram Ateşyan ile görüşmek için tekrar randevu istedim. 9 Şubat’ta yine aynı elbise ile karşısındaydım. İlk görüşmemizin üzerinden altı ay geçmişti. Kendimi hatırlatmakla başladım işe. İş görüşmelerinden pek de istediğim gibi sonuçlar alamadığımı anlattım. İstanbul’a yerleştiğimi ve vaftiz olmadan hiçbir yere gitmeyeceğimi söyledim.

Ermeni kilisesinin Ermeni toplum hayatındaki önemini, Ermeni kilisesinde vaftiz olmam halinde Ermeni sayılacağımı tekrar belirtti. Buna hazır mıydım peki?

“İsa Mesih, 'Her şeyi bir yana koy, haçını sırtla ve öyle arkamdan gel.' demiyor mu? Türkiye toplumunda Ermeni olmanın anlamı nedir? Sonunda üzerine gerileceğimiz haçı sırtlanıp İsa Mesih'in arkasından gitmek değil mi? Ben bunu yapabileceğimi düşünüyorum. Bunun için de önce bana bunun için izin vermeniz gerekir.” dedim.

Gülümsedi.

Benim gibi vaftiz olmak için kapısını çalanların birçoğunu nasıl reddettiğini tekrar belirttikten sonra, “Ama senin olayları farklı bir değerlendirme şeklin var. Bu nedenle, seni kabul ediyorum.” dedi. “Şimdi karşıdaki kiliseye git ve Sona Hanım’ı bul. Ben ona telefon açacağım. Sana bir dilekçe yazdıracak. Ardından da dini eğitimlerin için sana bir rahip atayacağız.”

Söylediği gibi yaptım ve Sona Hanım’ı buldum. Sarin de benimle birlikteydi ve dilekçe yazarken yanımda duruyordu. Sona Hanım Sarin’e:

“Siz Ermeni misiniz?”
“Evet.”
“Evlenecek misiniz?”
“Evet.”
Sona Hanım bu sefer bana dönerek:
“Yaz bakalım. Ermeni biriyle evlilik gerçekleştirmek amacıyla vaftiz olmak istediğimi…”
“Ermeni biriyle evlilik gerçekleştirmek amacıyla mı? Hayır böyle bir şey yok!”
“Ya ne peki? Sülalende Ermeni bir akraban mı var?”
“Anneannemin Ermeni olduğunu düşünüyorum.”
“Düşünmekle olmaz. Nüfus dairesinden Ermeni adı taşıdığına dair kağıt getirmen lazım.”
“Benim Ermeni adı taşıyan bir akrabam yok. Sayın Ateşyan da beni Ermeni bir akrabam olduğu için ya da Ermeni bir kızla evleneceğim için kabul etmedi.”
“Ya neden kabul etti peki?”
“Ermenilere duyduğum sevgi ve saygıdan ötürü kabul etti. Bu kağıda da vaftiz olma gerekçemi böyle yazmak istiyorum.”

Sona Hanım’ın şaşkın bakışları karşısında kağıdı doldurup, hiçbir baskı altında kalmadan Hristiyanlığa geçmek istediğimi de belirtip dilekçeyi kendisine verdim. Bana dilekçemin Ruhani Kurul’a gönderileceğini, kabul edilmem halinde geri dönüş yapacağını söyledi.

Babamla ertesi gün büroda karşılaşıp gelişmeleri anlattığımda, “Bak işte; oğlumun farklı olduğunu nasıl da hemen anlıyorlar!” dedi gururla.

Dört gün sonra Ruhani Kurul tarafından kabul edildiğimin haberi geldi. Mart ayında ise eğitim alacağım kiliseyi ve din öğretmenimin kim olacağını öğrendim.
[8:14] EVLATLIKTAN RET
8-14c.png
Babamın bürosunda bana verdiği görevleri yerine getirmenin dışında ara ara büronun bilgisayarlarından birinden facebook’a giriyor, farklı siyasi görüşlerden insanlarla fikir tartışması yürütüyordum. Bunun için Sarkis adında Ermeni milliyetçisi bir adamın Türkçe sayfası oldukça müsait görünüyordu. Sık sık Ermeniler, Türkler ve Kürtler arasında gerginlik çıkıyor, sürekli bir saldırı savunma halinde gruplar günlerce birbirini yiyordu. Ben de fırsat buldukça kendime tartışmalarda bir yer açıyor ve “bir Ermeni olarak” Ermenilerin “tarihi haklar”ından, taleplerinden bahsediyor, Türk ve Kürt milliyetçiliği karşısında ateşli bir Ermeni milliyetçiliği yapıyordum.

Bir gün yine böyle bir tartışma sonrasında, karşılıklı yazılanları kopyalayıp bir Word dosyasına yapıştırdım. Akabinde dosyayı kaydedip pek de ortalarda olmayan bir yere yerleştirmem gerekirken, dalgınlığıma geldi ve bunu yapmadan bilgisayara kapatma komutu verip bürodan ayrıldım. Meğer dosyayı kaydetmediğim için bilgisayar kapanamamış. Bir gün sonra, Cumartesi günü, babam büroya uğradığında bir yerden bir ses geldiğini fark etmiş. Bakmış ki ses bilgisayardan geliyor. Bilgisayarı kapatmak arzusuyla oturumu açınca benim kopyalanıp da kaydedilmemiş tartışma metnimle karşılaşmış. Başlamış okumaya. Adam okudukça dehşete kapılmış. Benimse olan bitenden haberim yok; zira büroya hafta içleri gidiyorum.

O gün babam yazıyı okuduğu gibi telefona sarılmadı. Tıpkı ona Kapadokya’dan yazdığım maillerde olduğu gibi, kendisine düşünmek için süre tanıdı. Ne de olsa Pazartesi benimle karşılaşacaktı. Acaba ne tür bir tepki vermeliydi? Bunu düşünürken ufak oğlunu alıp o sıralar sinemalarda oynamakta olan bir filme götürdü: “Fetih 1453” Film ne yapılması gerektiği konusunda ona yardımcı olmuş olabilir.
Pazartesi günü büroya her şeyden habersiz geldiğimde babam pek de alışık olmadığım şekilde benden önce gelmişti. Pek bakmıyor, konuşmaya da hevesli görünmüyordu. Bu soğukluğun nedenini çözememiştim ama, bir şeylerin ters gittiği de belliydi. Sonunda benimle konuşmak istediğini söyledi. Masasının önündeki koltuklardan birine oturdum. Cumartesi benim yazdığım bir yazıyı bulup okuduğunu söylediğinde jeton düştü. Babam konuşuyor ben kesmeden dinliyordum.

“Ben Türkiye’de yaşıyorum. Türklüğümden de, ülkemden de memnunum. Atatürkçüyüm. Ama sen tam bir Ermeni ırkçısına dönüşmüşsün! ‘Batı Ermenistan’ diye bir yer yok; Türkiye diye bir yer var! Daha da nerelere ne yazdın, patrikhanede bizim hakkımızda neler anlattın bilmiyorum. Geçmişte hakkında soranlara ‘devrimci’ diyorduk, ‘solcu’ diyorduk, Che Guevara’ları, Deniz Gezmiş’leri gösteriyor, içinde övünülecek bir şey bulmaya çalışıyorduk. Ama senin geldiğin şu noktada ben övünülecek hiçbir şey göremiyorum. Yarın öbür gün takibe takılacaksın, belki bir başka sebeple yakalanacaksın. Bu sefer bir önceki gibi olmayacak. Belki dişlerini tırnaklarını sökecekler. Bizi de alıp sorgulayacaklar ve diyecekler: ‘Siz oğlunuzu tanımıyor muydunuz? Daha onun ağzından Ermeni'nin ‘E’sini duyduğunuzda, bu işin bu noktaya gelebileceğini düşünmediniz mi?’ Ben artık seninle ne yapacağımı bilmiyorum. Vakti zamanında annenle anlaşamayıp boşandığımız için böyle sivrisin diye düşünüyordum. Ama yok yahu! Etrafta o kadar annesi babası boşanmış çocuk var; hiçbiri de senin gibi değil. Senin başka bir sıkıntın var. İçine şeytan mı girmiş nedir? Ya da bizden intikam almaya çalışıyorsun. Ben artık savunmaya geçtim. Artık ailemi nasıl koruyacağımı düşünüyorum. ‘Evlatlıktan ret’ üzerine de araştırma yaptım. Mirastan ret varmış, evlatlıktan ret yokmuş. Olsaydı ret edecektim. Şimdi sana iki tane seçenek sunuyorum, iyi dinle. Ya tüm bu Ermenilik meselelerinden tamamen vazgeçeceksin ya da ben daha fazla seninle ilişkiyi sürdürmek istemiyorum.”

Konuşmasını bitirdi. Bir süre sessizce ona baktım ve ardından kalkıp eşyalarımı toplamaya başladım. Ben eşyalarımı toplarken son olarak şöyle dedi:

“İşte yine Berkçe bir davranış!”

Eşyalarımı torbalara doldurup kapıyı açtım ve hiçbir şey demeden çıktım. Merdivenlerden inerken arkamdan kapı gümbürtüyle kapandı.

Bir gün sonra defterim kalemimle birlikte Üsküdar’da Surp Garabet Kilisesi’nde ilk din dersimi almak üzere hazırdım.
[8:15] BAŞARISIZ İŞ GİRİŞİMLERİ
8-15b.png
Bir an önce iş bulmam ve çalışmam gerekiyordu. İş bulma sitelerinden İstanbul’da bulabildiğim her tarım şirketine başvuru gönderdim. Bazen de farklı alanlardaki şirketlerin kendileri telefon açıp iş görüşmesine çağırıyordu. Bunlardan biri Bureau Veritas oldu. Satış Destek Asistanı pozisyonu için eleman arıyorlardı.

Asgen ile iş görüşmemde geçmişimdeki “boşluk”lara dair “bol bol kitap okuduğum”u söylemek hiç işime yaramadığından, bu sefer mülakat sırasında geçmişime dair sorgulamayı “boş” geçmeyerek, “öğrenci olaylarına karıştığım”ı ve bunun da “epey zamanımı aldığı”nı,“yıprattığı”nı, “ancak zaman içinde hatalı olduğumu anladığım”ı söyledim. Belki bu açıklamalarımdan belki de önüme konan İngilizce metni motamot olarak değil de biraz yorumlayarak çevirdiğim için ya da belki her iki sebepten de işe alınmadım.
* * *
Tarımla ilgili başvurularımdan bir ses çıkmayınca başvuru yaptığım yerlerden biri de Migros oldu. Kendimi önerdiğim pozisyon ise manavlıktı! Organik Tarım mezunu olarak, belki müşterilere karpuzun iyisini seçerdim. “İyi Tarım” ürünleri ile “Organik” ürünler arasındaki farkı da müşteriye benden daha iyi anlatan muhtemelen çıkmazdı.

Migros’tan arayıp randevu verdiler. Gittiğimde çağırılanların epeyce kalabalık olduğunu gördüm. Birçok rakibim vardı anlaşılan. Amansız bir yarış sonucu manav olmayı başarabilecek miydim acaba?

Önce önümüze birkaç sayfalık form koydular. Sakin sakin cevaplarken, önüme çıkan bir soru beni biraz bocalattı. Sorulardan biri herhangi bir sebeple yargılanıp yargılanmadığımız, hapis yatıp yatmadığımızdı. Yargılandığımı yazdım. Sebep olarak sol örgüt üyeliği olduğunu da ekledim. Hapis yatma kısmını da boş bırakmadım. İstedikleri her ne ise, bunu onlara verdim.

Daha sonra içinde bilgisayarların olduğu bir odaya sokulduk. Hepimiz bir kişilik testine tabi tutulacaktık. Yirmi kadar soruyu da cevapladıktan sonra başka bir odaya alındık. Ortada bir masanın etrafına oturduk. Bir yana da İnsan Kaynakları personeli oturdu. Bize bir durum ve bir de problem verildi ve kendi aramızda konuşarak bir çözüm üretmemiz istendi. Katılımcılardan birkaçı konuşmaya başladı. Birincisi sözü ikincisine, ikincisi üçüncüsüne verdi. Hepsini dinledim. Baktım daha başka bir şey diyen yok, söz aldım. Benden önce konuşma yapanların önerilerinin neden bu durumda uygun bir çözüm önerisi olamayacağını anlatıp kendi çözüm önerimi anlattım. Öneri tuttu. Çok konuşmak işe yaramıyordu; insanlar kısa, kendinden emin, açık ve net konuşan birinin sözünü dinliyordu.

Grup faaliyeti de bittikten sonra tek tek mülakata alındık. İnsan kaynakları personeli odaya girdiğimde, “Ben de seni bekliyordum.” dedi. “Çok dikkatimi çektin.” Bu karşılama şekli hoşuma gitti. Organik tarım bölümünü başarıyla bitirdiğimi öğrendikten sonra, “Seni ne diye manava koyalım?! Ben senin için merkezle konuşacağım ve belki tarımsal ürün alım satım birimine yerleştirmemiz mümkün olacak." dedi.

“İyi güzel diyorsunuz ama, bakın elinizde tuttuğunuz formda benim hakkımda ne yazıyor?”
“Nerede? Ne yazıyor?”
“Sol örgüt üyeliğinden yargılandığım ve hapis yattığım yazıyor.”
“Öyle mi?”
“Evet.”
“Örgütle bir bağınız var mı?”
“Hayır yok. Kendimi sosyalist olarak dahi tanımlamıyorum.”
“Aman canım ne var; gençliğimizde hepimiz solcuyduk.”
“İyi o zaman.”
“Tamam ben sana haber vereceğim.”

Odadan çıktım. Başka da bir etap yoktu. Günler geçti, hiçbir cevap gelmedi. Ne merkez büroda alım-satıma ne de marketlerden birinde manav reyonuna layık görüldüm.
8-15d.png
Bir gömlek firması olan Garibaldi’ye başvurum karşılık gördü ve mülakata çağırıldım. O arada Aegon adlı Hollanda merkezli bir sigorta şirketinden de telefon geldi. Hayat ve emeklilik sigortası satabilecek elemanlar arıyorlardı. İş arayıp aramadığım sorusuna “Arıyorum” demem üzerine onlar da görüşme için bir tarih verdiler.

Planlandığı üzere önce Garibaldi’ye gittim. Caddebostan’da minik bir gömlek dükkanıydı. Yetkili kişi ile ayak üstü sohbete başladık. Beni bir süre dinledikten sonra şöyle dedi:

“Bakıyorum da uzun uzun cümlelerle anlatıyorsun. Ben ise hiç sevmem böyle uzun konuşanları. Ama sana söyleyeyim, sen bana da eğer ilgiyle kendini dinletiyorsan, o halde sen gelen müşterilere de hayli hayli kendini dinletirsin. Burada sana iş var. Hem işinde sebat edersen, zaman içinde mağaza müdürlüğüne kadar yükselebilirsin. Ne dersin?”

“Çok teşekkür ediyorum. Bir şirketle daha görüşmem var. Onu da tamamladıktan sonra ben size döneceğim. Henüz başka biriyle anlaşmamış olursanız yola birlikte çıkarız.”

Aklım Aegon’daydı. Şişli’de görüşmeye gittiğimde, benim gibi görüşme saatini bekleyenlerin arasına girdim. Bir form doldurmam gerekti. Neyse ki Migros’ta karşılaştığım o fena soru yoktu. Birebir görüşme esnasında da geçmişimi didiklemediler. Neden liseyi uzaktan bitirdiğim de onları pek ilgilendirmiyor görünüyordu. Nasıl göründüğüm, nasıl oturup kalktığım, dahası kendimi nasıl pazarladığımdı mesele. Hayat ve emeklilik sigortaları üzerine konuşurken konu felsefeye, Nietzsche’ye, ölüm ve var olma olgularına kadar geldi. Konuşma bittiğinde, seçilmem halinde yeni bir görüşme için telefon edileceği söylendi. Beş gün sonra arandım ve ertesi gün için Kozyatağı’na çağırıldım. Kozyatağı’na gittiğim gün de işi aldım. Çok sevinçliydim. Resmen bir şirket beni renklerine bağlamıştı. Uluslararası bir şirketin satış departmanında çalışacak olmak, manav reyonunda çalışmaktan daha prestijli görünüyordu. Garibaldi’yi arayıp durumu bildirdim.

Bir haftalık eğitim sürecimiz başladı. Sigorta hukuku, sigorta matematiği, ürün detayları, satış tüyoları, uygulamalı pazarlama dersleri almak için beş gün boyunca mesai saatinde eğitim alanında olacaktık. Benimle birlikte sınıfta sekiz kişi vardı. Herkesin sırayla kendini tanıttığı ilk derste, oldukça tuhaf bir manzara ortaya çıktı. Benim dışımdaki yedi kişinin de yakın sektörlerde yıllara dayanan iş tecrübesi ya da eğitim hayatı vardı. Bir başka sigorta şirketinden gelenler, bankada sigorta kısmında çalışanlar, muhasebeciler, satış personelleri vs… “Organik tarım mezunuyum. Hiç iş deneyimim yok.” dediğimde herkes bir tuhaf oldu. Aynı tuhaflık bir kez de haftanın sonunda, mezuniyet sınav sonuçlarımız açıklandığında yaşandı. Sınıfta en yüksek notu ben almıştım.
8-15g.png
Sıra geldi yerleştirileceğimiz departmanlara gitmeye. Ekibimle tanıştırıldım; adıma kart bastırıldı; bilgisayar, sim kart tahsis edildi. En sevdiğim de masamın yakınlarında bir yerde kahve makinası olmasıydı. Sınırsız kapuçino, sıcak çikolata, kahve emrimize amadeydi. Birkaç gün ekipteki üyeler beni görüşmelerine yanlarında “gölge” olarak götürdü. Serde “ukalalık”, “had bilmezlik” var ya; her seferinde de ekip arkadaşımın konuştuğu kişiyi iyi analiz edemediğini, yanlış ürün üzerinde durduğunu, doğru yerden konuya giremediğini düşünüyor, hiç müdahale etmemem gerekirken aralarda konuya dahil olmamdan dolayı azar işitiyordum.

“Gölgelik” de bittiğinde artık yalnızdım. Tanıdığım insanlardan başlayarak onların tanıdığı insanlara doğru bir “sıcak referanslar” listesi hazırlamam, telefonla randevu alıp görüşmeye gitmem, orada da ürün satamasam bile referans almam gerekiyordu. Sanıyorum ben de bu işe her giren yeni eleman gibi, önce kendi akrabalarımı aradım. Yıllardır görmediğim akrabalarımla görüşme vesilesi olması iyiydi iyi olmasına ama, sohbetin bir yerinde çantamdan ürün broşürlerini çıkarmanın da karşı taraf üzerinde pek iyi etki bırakmadığını biliyordum.

5 Nisan 2012 - Babamın bürosuna bir sigorta satıcısı olarak gittim. Bir gün öncesinde şirket hattından telefon açmış, kendimi bir şirket elemanı olarak tanıtıp ürün tanıtımı için görüşme talep etmiştim. Soğuk bir sesle kabul etmişti. Bürosuna girdiğimde, en son oturduğum masa önündeki koltuğa oturarak “Turuncu Elma” ve “Eğitim için Hayat Sigortası” ürünlerini anlatmaya başladım. İyi bir giriş yapmıştım. Hangi ürünün neden ilgisini çekebileceğini biliyordum. Bir ara satış yapmaya çok yaklaşmıştım ki kapı çaldı. Gelen babamın bir arkadaşıydı ve bir hukuk işi üzerine konuşmaya gelmişti. Onlar sohbet ederlerken ben bir köşede bekledim. Gittiğinde artık geride farklı bir hava vardı; elde ettiğim pozitif atmosfer dağılmıştı. Bürodan kötü bir şekilde ayrıldığım günden sonra acil para ihtiyacımı karşılamak için benim adıma yıllarca ödediği emeklilik sigortasını bozduğum için bana kızgındı. Neden kendisinden izin almamıştım bunun için? Yıllarca aksatmadan ödediği primleri zararı pahasına çekmiştim. Bunu tartışmaya başladık. “Parayı çektiğim için pişman değilim ama buraya geldiğim için pişmanım.” diyerek kalktım ve çıkmak için izin istedim.

Sonunda akraba ziyaretleri bitti, akrabaların tanıdıkları telefonla arandı ve geriye ne sıcak ne ılık hiçbir referans kalmadı. Kişisel hayatımda telefonla konuşmaktan hiçbir zaman hoşlanmadım. Birine bir şey söyleyeceksem hep en kısa sürede söyleyip kapatmıştım. Uzun uzun sevgili muhabbetleri yapmadığım için şikayetçi sevgililerim de olmuştu. Bu nedenle olsa gerek, gün içinde yetmiş seksen yere telefon açıp emeklilik ya da hayat sigortası satmak için önceden ezberletilmiş sıkıcı bir cümleyi kurarak kendimi davet ettirmeye çalışmak beni çok zorladı. Dahası ekip yöneticisi sık sık yanıma geliyor ve “Hâlâ randevu alamadın mı?” deyip duruyordu. Maaşı hak edebilmek için ayda en az üç satış yapmamız lazımdı. İlk ekip toplantısında bana hedef bildirmemi isteyen bölge sorumlusuna “Üç!” deyince, “Aaa Berk, ne üçü! Biz seni üç tane satasın diye mi aldık işe?” karşılığını verdi. Haklıydı. Beş on tane satsam hiç de fena olmazdı ama bakıyordum eski ekip üyeleri de “Beş.” demeye korkuyordu. On olarak hedef bildirip sekiz tane sigorta poliçesi satan birinin başarısız görülme riski vardı. Ofisteki ikinci haftamda da telefon listeleri arasında azap çekerek orayı burayı ararken, “Dayanamayacağım galiba.” dedim kendi kendime. “Onlar telefonla randevu alsalar da ben görüşmeye gitsem ya!” diyordum içimden. Ama elbette böyle bir durum söz konusu olamazdı.
8-15e.png
Bölge sorumlusunun kapısını çaldım ve içeri girdim. “Ben beceremeyeceğim bu işi galiba.” dedim. “Ben becereceğine eminim. Senden beklentimiz büyük. Seni ofisimizin gelecekteki yıldızı olarak görüyoruz. Beceremeyeceğim ne demek! Duymamış olayım.” dedi. Gazı alıp, morallenip yerime döndüm. Birkaç gün sonra o hava da söndü. Kendimi tekrar bölge sorumlusunun odasında buldum.

“Yok ya, gerçekten olmuyor. İkinci haftadayım ve daha bir tane soğuk referanstan randevu bile alamadım. Beceremiyorum.”

“Başarısızlığa dayanamıyorsun değil mi? Anlıyorum. Şöyle yapalım; sana aylık hedef falan yok. Yöneticinle de konuşacağım, üzerine fazla varmasın.”

Birkaç gün daha geçti ve ben yine bölge sorumlusunun odasındayım: “İstifa etmek istiyorum. Başarısız oldum. Bittim tükendim. Artık bırakın telefonda konuşmayı, suratıma telefon kapandıktan sonra elim bir sonraki numarayı çevirmeye bile zor gidiyor. Bırakmak istiyorum. Sizin de zamanınızı aldım, üzgünüm. Yapamadım.” Artık daha fazla bir şey yapılamayacağının karşı taraf da farkındaydı. “Sen bilirsin.” demekle yetindi. İstifa dilekçemi yazmak üzere beni ofis sekreterine yönlendirdi. Dilekçeyi yazıp verdikten sonra ekip arkadaşlarımın yanına döndüm. İstifa ettiğimi duyduklarında çok şaşırdılar.“

Yahu daha yeni gelmiştin. Bu ne hız!”
“Yapacak bir şey yok. Beceremedim.”
“Ee şimdi ne yapacaksın peki?”
“Motosiklet ehliyeti alıp pizza dağıtmayı düşünüyorum.”
Gülerek, “İlahi!”
8-15h.png
Aslında ciddiydim. Bisiklet kullanmakta oldukça iyiyiydim ve sürüş yapmak kafamı her zaman boşaltmama yaramıştı. Motosiklet kullanmayı öğrensem, siparişleri her tür trafikte zamanında yetiştirebileceğimi düşünüyordum. Bisikletle bile trafikte gerekli gereksiz riskler alarak yol aldığımdan ve dakik olmaya takıntı derecesinde önem verdiğimden dolayı, herhalde ya pizza motosiklet ile zamanında yerine ulaşırdı ya da ben öbür tarafa hızlı bir geçiş yapardım. Sonunda A2 ehliyeti almak için bir sürücü kursuna yazıldım; ama iş bakmaya da devam ediyordum.

Bir gün iş bulma sitelerinden birinde sayfaları karıştırırken Greenpeace’in bir ilanını gördüm. Belirlenen noktalarda sokaktan geçen insanlardan kredi kartı ile aylık destek istenecekti. Gülümseyip geçtim. Birkaç sayfa daha iş ilanı bakıp aradığım gibi bir şey bulamayınca, istemeye istemeye aynı sayfaya gelip Greenpeace ilanına bakmaya başladım. Başvursa mıydım acaba? İşin iyi yanı telefonla ilgili olmamasıydı. Sokaktan geçenlerle yüz yüze olacaktım ve ilgilerini çekerek bir şekilde onları durdurup “örgütlemem” gerekiyordu. İşin kötü yanı ise, söylemek durumunda kalacaklarıma zerre kadar inancım olmamasıydı. Paramı Greenpeace verecek diye, “Organik tarım iyidir, GDO’lar kötüdür.” demem gerekiyordu. Burun kıvırarak da olsa başvuru yaptım. Kısa süre sonra aranarak Taksim’deki genel merkeze iş görüşmesine çağırıldım.

O zamana kadar her iş görüşmesine sinek kaydı tıraş olup, abartısız ama şık bir şekilde giderken, bu görüşmeye kirli sakal, şort ve bakımsız bir tişört ile gittim. Almaları için mi uğraşıyordum, almamaları için mi belli değildi.
Gittiğimde görüşme odasına iki kişi olarak alındık. Görüşmeyi yapacak gençler de iki kişiydi. Bir soru soruyorlar ve sırayla cevap vermemizi istiyorlardı. Ben kendimi organik tarım uzmanı olarak tanıttım. Yanımdaki aday ise daha önce uzun süre güvenlik sistemleri satıcılığı yapmıştı.

Sorulardan biri şu oldu:
“Durdurduğunuz kişi sizi terslerse ne yaparsınız?”
Satıcı:
“Gülümserim.”
Ben:
“Ne şekilde terslediğine bağlı.”

Görüşme bittiğinde bize şu söylendi:
“Birkaç gün sonra eğitimler başlayacak. Seçilmeniz halinde telefonunuza mesaj atıp sizi eğitime çağıracağız.”

Sonuç ne oldu dersiniz?
Başardım! İşe alınmamayı…
* * *
Bana bir şeyler satmaya çalışmaktan öte iş ilanı gözükmüyor gibiydi. Meslek eğitim kurslarını gezmeye başladım. Bir şeyler öğrenip satış dışındaki alanlarda iş başvuruları yapabilirdim. Bir kurs yerinde grafikerlik eğitimi dikkatimi çekti. Resim yeteneğim harika olmasa da, grafikerliğe hayli yeter miktarda olduğuna emindim. Parasını ödeyip eğitimlere başladım. Diğer yandan motosiklet ehliyeti almak üzere çabalarıma da devam ediyordum.
[8:16] ERKEKLER DIŞARI!
8-16b.png
8 Mart günü her alanda kadın erkek eşitliğini savunma düşüncesiyle, Sarin’le birlikte Kadıköy’e gittik. Yürüyüşün başlayacağı toplanma yerine ilerledikçe, yol kenarlarında öbekler oluşturmuş erkeklere rastlıyorduk. Buluşacağımız arkadaşlarımızı da bir kenarda toplanmış, eylemcilere kenardan bakarken bulduk. Sebebi eylemi organize eden kadınların erkekleri aralarında görmek istememesiydi.

Bu ilk kez karşılaştığım bir durum da değildi. Parti-Cepheli olarak 8 Mart’lara katıldığım zamanlarda da böylesi erkekleri dışlayıcı kararlarla karşılaşmıştım. Ancak o zaman örgüt olarak bu kararı tanımıyor, uyarılara aldırış etmeden kadınların arasına girerek kadın haklarını biz erkekleri istemeyen kadınlara rağmen savunuyorduk.

Şimdi kadınlarla zorla dayanışma yapacak gücümüz de yoktu. Kadınlar bir pislikten kurtulur gibi içlerinden erkekleri atmışlardı ve “arınmış” bir halde, “Erkek Egemen Sisteme Karşı Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz” yazılı pankartın ardında hizalanmışlardı.

Henüz yürüyüş yeni başlıyordu ki, bildiri dağıtan bir kız dikkatimi çekti. Yanına gidip dağıttığı bildiriden bir tane almak istediğimi söyledim. Tereddüt etti. Bildiriyi almak için elimi uzatınca verdi bir tane. Okumaya başladım.

Dünyada istisnasız ne kadar kötülük varsa erkekler tarafından gerçekleştirilmişti. Erkek doğayı kâr hırsı ile katletmiş, “doğa gibi anaç, vergen, saf ve temiz” kadını her şekilde mahvetmiş, tarih boyunca dünya üzerinde değerli her ne varsa yağmalayıp sömürmekten başka da bir şey yapmamıştı.

O halde çözüm ne olmalıydı? Kadın erkek eşitliği mi? Hayır. Erkek adi, şeytani bir şey; kadın ise üstün ve melek gibiyken eşitlikten bahsetmek abesti. Olması gereken kadın egemen dünyaydı ve erkekler bu dünyanın evcilleştirilerek varlığına müsaade edilmiş parçalarına dönüşmeliydi; elbette onlara gerek kalmayana dek.
[8:17] ERMENİLİK EĞİTİMİ ve 24 NİSAN
8-17a.png
Dini eğitimlerimin başlaması benim için tavşan deliğinden geçen Alis olmak gibiydi. Üsküdar’ın bilmediğim sokakları arasında sora sora ilerleyerek Surp Garabet Kilisesi’ni buldum. Kilise binasına ek yapıların birinde, duvarlarında Ermeni patriklerinin ve ruhanilerin resimlerinin asılı olduğu ufak bir odaya girdim. Öğretmenim beni güler yüzle karşıladı ve tanışma sohbetine başladık. Çalışma saatlerime göre haftalık bir program belirledik ve takip eden haftalarda aksatmadan eğitim programına bağlı kaldık.

İncil’den Ermeni tarihine, Ermenistan ve diaspora üzerine güncel konulardan, Ermeni diline kadar geniş bir yelpazede eğitim alıyordum. Derslerin önceden tayin edilmiş bir süresi yoktu. Pekâlâ kırk beş dakika bir ders için kâfi olsa da, iki tarafın da sohbet etmeye istekli olması eğitimleri her seferinde iki saat civarına taşıyordu. Halimizden memnun şekilde de vedalaşıyorduk.

24 Nisan 2012 günü Sarin ile Pendik’ten Sultanahmet’e giderek, saat 14:00’te İHD’nin Türk İslam Eserleri Müzesi önünde yapacağı 24 Nisan anması ve basın açıklamasına katıldık. Katılımcılar arasında Merkezi Londra’da bulunan Gomidas Enstitüsü kurucu yöneticisi Ara Sarafian ve Almanya’dan Soykırım Karşıtları Derneği üyeleri de vardı.

Yerde bulunan pankartta “1915 soykırımdır. Soykırım insanlık suçudur.” yazıyordu. Üzerinde Ermeni entelektüellerinin adlarının yazılı olduğu karanfiller bırakıldı. İHD İstanbul Şube Başkanı açıklamasında, “Burası geçmişte cezaeviydi. 24 Nisan’da başlayan tutuklamalarda evlerinden alınıp götürülen Ermeni aydınlar Anadolu’nun içlerine doğru yola çıkarılmadan önce buradaki hücre ve koğuşlarda tutulmuşlardı.” dedi. Ara Sarafian ise konuşmasına, “Bugün Ermeni soykırımının 97. Yıl dönümünü anmak için burada toplanmış bulunuyoruz. Osmanlı sınırlarında bulunan 200 bin Ermeni yerleşim birimi ve yaklaşık 1 milyon Ermeni’nin katledilişini anmak için bir araya geldik.” diyerek başladı.

Daha sonra biri Beyrut’ta, diğeri Ermenistan’da bulunan Ermeni Katolikosları’na gönderilecek mektuplar okundu. Benim ilgimi ise daha çok “tarihi Batı Ermenistan” ibaresinin bulunduğu ikinci mektup çekti. Şöyle başlamaktaydı:

“Sayın Kilikya Katolikosu I. Aram Hazretleri; bugün 24 Nisan 2012. Ermeni Soykırımı’nın başlangıcını temsil eden, İstanbullu Ermeni aydınlarının tutuklanışının 97. yıl dönümü. 24 Nisan 1915’te İstanbul’daki tutuklamalarla başlayan Soykırım süreci sonunda, tarihi Batı Ermenistan’ın yüzyıllardır yalnızca ruhani merkezlerinden biri olmakla kalmayıp, kültürel ve sosyal kimliğini de temsil eden Kilikya Katolikosluğu, ait olduğu topraklardan kovularak Beyrut’a sürüdü. Türkiye’de insan hakları savunucuları olarak bizler bu mektubu, Katolikosluğunuzun ait olduğu yerin bu topraklar olduğu inancımızı ifade etmek için yazıyoruz.”
8-17c.png
Babam beni facebook üzerindeki bir tartışmada benzer ifadeler kullandığım için evlatlıktan reddetmeye çalışmıştı. Devlet tarafından yakalanıp, dişlerimin tırnaklarımın sökülerek sorgulanabileceğime inanıyordu. Oysa Sultanahmet Meydanı’nın orta yerinde, kameralar ve sivil polislerin karşısında dururken, “insan hakları savunucuları” olarak konuşma yapanların çok da farklı şeyler söylemediğini gördüm. Türkiye devleti ise durumu yalnızca izlemekle yetiniyor görünüyordu.

Basın açıklaması bittikten sonra mektupların gönderileceği Sirkeci PTT’ye giderken yolda herkes sessiz, kendi halinde dağınık şekilde yürüyordu. Mektuplar gönderilirken kitle de postane yakınlarında beklemekteydi. Bir ara merdivenlerde oturan bir adam cüzdanından bir Türk parası çıkardı ve insanlara Atatürk’ü göstererek sordu: “Bu paranın üzerindeki kim?” Kimse bir cevap vermedi. Adam bir şeyler daha diyecek oldu ki, bir sivil polis gelip adamı oradan uzaklaştırdı.

Mektuplar gönderildikten sonra PTT merdivenleri önünde topluca durup, ellerimizde Ermeni entelektüellerinin resimleriyle son kez poz verdik. Bana düşen resim Ermeni yazar Yervant Sırmakeşhanlıyan’a aitti.

Oradan gruplar halinde taksilere binerek Şişli Ermeni Mezarlığı’na, Sevag Şahin Balıkçı’nın mezarını ziyarete gittik. Sevag 2011’de zorunlu askerlik vazifesini yürütürken, tam da 24 Nisan’a denk gelen günde, bir başka asker arkadaşı tarafından “kazayla” vurularak öldürülmüştü. Ancak devletin Ermenilere bir mesaj göndermek için Sevag’ı seçtiğini düşünenler de vardı.

Mezarlıkta heykeller dikkatimi çekti. Her bir mezar bir diğeri ile estetik bir yarış içinde gibiydi. Sevag’ın ailesinin yanında Rakel Dink, Garo Paylan da vardı. Biz de ailenin yanına gidip baş sağlığı dileklerimizi kendilerine bildirdik. Acıbadem kurabiyesi ve su dağıtıldı.

Gün burada da bitmiş değildi. Akşam Taksim’de “Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De” platformunun anması vardı. Civarlarda oyalanıp eylem saati geldiğinde meydanda yerimizi aldık. Yüzlerce kişiden oluşan grup “Bu acı hepimizin” yazılı bir pankartın arkasında yere oturmuş, sessizce Ermeni ilahileri, hüzünlü Ermeni müzikleri dinliyordu. Arada slogan atarak kitleyi coşturmak isteyenler oldu: “Ka-til dev-let, he-sap ve-re-cek!” Ancak kısa sürede anma organizatörlerinden megafonla uyarı geldi: “Biz burada bugün sessizce yas tutuyoruz!”

Çevik kuvvet polisi ise grubu çevrelemişti. Hemen polisin arkasında Halkın Kurtuluş Partisi (HKP) “Soykırım yalanını bozacağız.”, “Soykırımcı AB-ABD” diye sloganlar atmaktaydı. 
[8:18] AMERİKAN KÜLTÜR DERNEĞİ’NDE ÜÇLEME
8-18a.png
Haziran ayında yaptığım bir iş başvurusu sonuç verdi ve Amerikan Kültür Derneği’nde bu sefer “eğitim danışmanlığı”na başladım. Gün içinde Aegon’da olduğu gibi ama Aegon’da olduğundan çok daha az sayıda telefon görüşmesi yapıyordum. Neyse ki hazır bir kalıpla konuşmaya başlamam gerekmiyordu ve İngilizce eğitimi pazarlamak genel olarak hayat sigortası pazarlamaktan kolaydı. Telefonda kendimi dinletebildiğim insanlardan bir kısmı, bazen de yolda tabelayı görüp merak edenler binamıza geliyor, masamın önünde duran koltuklardan birine oturup bilgi alıyordu.

Bir gün türbanlı bir genç kadın eğitimlerimiz hakkında bilgi almaya geldi. Ona klasik bir tanıtım yaparken biraz eğildi ve kısık bir sesle, “Burada Amerika propagandası yapılıyor mu?” diye sordu. Ben de ona doğru eğildim ve kısık bir sesle, “Maalesef! Tek eksiğimiz bu!” dedim. Birkaç kurluk eğitim aldı ve gitti.

Büronun sıcak, samimi bir ortamı vardı. Geniş bir masam, bilgisayarım, kısık sesle dinlediğim müziğim, sabah işe geldiğimde açıp okuduğum gazetem ve sohbet etmeye gelen öğretmenler bana haftada 60 saat çalışmayı çekilir kılıyordu. Nazik ve sıcak kanlı patroniçemizin gün içinde hemen yan masada biz danışmanlarla birlikte yoğun bir şekilde çalışıyor olması da bir motivasyon kaynağıydı. Benimle ilişkisini sürdürmeye devam eden halam ve teyzem durumdan memnundular: Çalışıyordum; para kazanıyordum!

Pendik’te iş yerine on dakika yürüme mesafesinde, babama ait evlerden birinde kalıyordum. Annemle ikinci nikahını yaptığı ve benim de şahitleri olduğum evdi bu. Annemle evliliğinden kalma özel bir yeri olan bu ev, beni İngiltere’de okutmayı düşündüğünde de, bir çiftlik kurmak istediğimde de finansman için satılması planlanan evdi. Yıllarca aylık harçlığım da bu evin kirası üzerinden karşılanmıştı. Babamla bürodaki tartışmamız ve “ilişkiyi kesme” kararı bana tüm desteğini de kesmeyle sonuçlanmamıştı. Konuşmuyorduk ama, ev kiracısız kaldığında “nişanlım” Sarin ile o eve yerleşip, babaannemin vefatı sonrası tasfiye edilen bir evden gelen eşyalarla da döşediğimizde buna hiçbir itirazı olmamıştı.

Sonuç itibariyle kira derdi olmayan dayalı döşeli bir eve, on dakika uzaklıkta fena sayılmayan bir işe, birlikte yaşayabildiğim bir sevgiliye ve bir de Pekinez cinsi misafir köpeğe sahip iken, gayet de “kendini kurtarmış” görünüyordum. Ama gerek telefonda gerek yüz yüze yaptığım görüşmelerde insanların İngilizce öğrenmeye yönelik arzularını güçlendirirken, kendi içimdeki benzer bir arzuyu da kırbaçladığımın farkındaydım. Ne çok gerçekleşmeyi bekleyen isteğim vardı. Oysa elimdekiyle yetinebilir, şükredebilirdim; ama daha fazlasını istiyordum. Yıllarca aynı işi yapsam, yükseleceğim pozisyonun bir karış yukarıdan fazlası olamayacağını düşünüyordum.

Üç ay tam zamanlı çalıştıktan sonra işverenime benim için iki seçenek olduğunu söyledim: ya işi bırakacak ya da aynı kurumda yarı zamanlı çalışacaktım. İşverenim Banu Hanım benden memnundu ve yarı zamanlı çalıştırmak üzere yeni bir program hazırladı. Böylece gelirim düşerken, “boş zaman”ım arttı. Bu sayede İngilizce çalışmalarıma devam ettim ve kendimi çalıştığım eğitim kurumunun bir öğrencisi haline getirdim. Genel İngilizce öğrenciliğini TESOL sertifika programı izledi. Banu Hanım böylece beni karşısında yeni bir teklifle buldu. Derslerinde geri kalan öğrencilere ücretsiz telafi dersi vermek istiyordum. Bu aldığım öğretmenlik eğitimini pekiştirmeme yardımcı olacaktı. Teklifim kabul edildi ve ben Amerikan Kültür Derneği’nde hem öğrenci hem eğitim danışmanı hem de telafi dersi öğretmeni olmayı başararak bir üçlemeye imza attım.
[8:19] ARMENLERİN YOLUNDAN
8-19b.png
Berc ismi Berk olan ismime yakın bir isimdi ve aileme kabul ettirmesi daha kolay olur diye düşünmüştüm. Yalnızca alıştıkları ismi bir harf farkla söyleyeceklerdi. Bağlar zayıfladıktan sonra ise, kabul etmelerinin kolay olduğu bir ismi seçmeyi gereksiz buldum. Dini eğitimimin tamamlanmasına az kalmıştı. Vaftiz sırasında bana kilise tarafından verilecek bir isim bulmam gerekiyordu. Daha sonra istersem bu ismi nüfus idaresine dava açmak suretiyle asli ismim haline de getirebilirdim.

Uzun bir düşünme ve kararsızlık sürecinden sonra “Armenak” isminde karar kıldım. Bu ismin Ermenilerin tarihi kökeni ile benim tarihi kökenim arasında bir bağlantı noktasını temsil edebileceğini düşünüyordum.

Ermeni etnisitesinin tarihi kökenine dair birbirleriyle rekabet içinde olan farklı açıklamalar vardı. Bu açıklamalardan biri “Armenler” ile “Haylar”ın birleşimine dair olan “Hint-Avrupa Teorisi”ydi. Bu teoriye göre Armenler Balkan kökenli bir kavimdi ve Anadolu’ya geçerek, yerleşik unsur Haylar ile karışmışlardı. Bu karışımdan doğan Ermenilerin ülkesine kah “Armen/ia” kah “Hay/astan” denilmekteydi.

Ermeni mitolojisinde ise “ilk Ermeni” Hayk adında devasal bir adamdı ve Babil’de yaşadığı dönemde Armenak adında bir oğlu olmuştu. Armenak’ın doğumu sonrasında yönetime isyan eden Hayk kuzeye, “tarihi Ermenistan”a yönelmişti. Hayk ile oğlu Armenak arasındaki bu mitolojik ilişkinin ise Haylar ile Armenler arasındaki ilişkiyi yansıttığı düşünülüyordu.

Bu teori, doğru ya da yanlış olmasından bağımsız olarak, hoşuma gitti. Hem anne hem de baba tarafından Balkan kökenli biri olarak Armenler ile “akraba” olmalıydım. Bireysel olarak da Armenlerin tarihsel yolunu takip ettiğimi ve Armenlerin 21. yüzyıl temsilcisi gibi, kendisine Ermenice “Hay” diyen insanların arasına karışarak onlarla birlik olacağımı düşünüyordum.

O halde ben Armenak olmalıydım!
[8:20] DİNİ EĞİTİM TAMAMLANIYOR
8-20b.png
Patrik Vekili Başepiskopos Aram Ateşyan görüşmemizde dini eğitimlerin süresinin herkes için altı ay olduğunu söylemişti. Benim eğitimim ise yedi ay sürdü! Eğitmenim ilk kez birini Hristiyanlığa ve dahası Ermeniliğe hazırlıyordu. Eğitim süresi sonunda her şekilde hazır olduğumu gösterme isteğindeydi. Patrikhaneye eğitimimin tamamlandığını bildirdiğinde, patrikhaneden birilerinin beni sözlü ya da yazılı sınav yapacağını düşünmüştü. Düşündüğü gibi çıkmadı. Ben hazırdım ama, rahibimin sözü patrikhane için yeterli oldu.

Sıra gelmişti vaftiz işlemlerine. Bunun için önce nüfus müdürlüğüne giderek, kimlik üzerindeki İslam ibaresini Hristiyan olarak değiştirmeliydim. Nüfus kütüğüm Kartal ilçesinde olduğundan, Kartal nüfus idaresine gitmem gerektiğini düşündüm. Meğer öyle değilmiş. İkametim nerede ise, bu işi de oranın nüfus idaresi hallediyormuş. Ancak yine de beni geri çevirmediler ve işlemimi yaptılar. “Kimlikte din hanemin Hristiyan olarak değiştirilmesini arz ederim.” yazan kısa bir dilekçeyi kendilerine verdim ve üç dört dakika sonra Hristiyan olduğumu gösteren TC kimlik kartım hazırdı! Her şeyin bu kadar kolay ve hızlı olması beni şaşırttı. Oysa oraya kafamda ne olasılıklar kurgulayarak gitmiştim. Ayaküstü sorgulamalar, ikna çabaları, kötü bakışlar, işi zorlaştırma çabası vs…

Hristiyan ibareli kimlikle tekrar patrikhane sekreterliğinin yolunu tuttum. Kimliğimin fotokopisi çekildikten sonra vaftiz günü, yeri ve vaftiz babamın kim olacağına dair konuştuk. Kadıköy doğumluydum. Kadıköy hem romantik hem de siyasal anılarla dolu bir yerdi benim için. Vaftizimin de Kadıköy Surp Takavor Ermeni Kilisesi’nde olmasını istedim. Geriye kalan tek şey, vaftiz günüme kadar bir “gınkahayr” (vaftiz babası) bulmaktı.

Bu arada, işlemlerin zaman alacağını bildiğimden vakit kaybetmeden isim değişikliği davası açmak için Pendik Adliyesi’ne gittim. Dava nasıl açılır bilmiyorum. A4 kağıdın üzerine mavi tükenmezle isim değiştirmek istediğimi yazıp bir memura verdiğimde şaşırdı. “Git bir dilekçeciye yazdır. Onlar bilir ne yazacaklarını. Böyle olmaz.” dedi. Bunun üzerine dilekçe yazan bir büroya girdim.

“Konu ne?”
“İsim değişikliği.”
“İsmin ne?”
“Berk.”
“Güzel isim. Peki ne yapmak istiyorsun?”
“Armenak.”
“Armenak mı?”
“Evet, Ermeni ismi. Ermeniyiz de biz aslen.”
“Anladım. Benim de bir Ermeni arkadaşım var. Çok severim.”
“İsim değiştirmek için dava dilekçesi yazmak lazım.”
“Tamam hemen hazırlıyorum.”

“Dilekçeci” bilgisayarı başına oturup arşivden bir isim değişikliği dava dilekçesi çıkardı. Üzerinde isimleri ve tarihleri değiştirerek aynı formatı kullanmayı düşünmekteydi.

“Mahallede herkes beni Armenak olarak bilir. İş yerinde de herkes bana böyle seslenir. … İki de şahit gösterebilirim.”
“Hayır böyle bir durum yok. Kimse beni Armenak olarak bilmez. Böyle seslenen bir tek kişi bile yoktur. Şahitle falan da uğraşamam ben.”
“Ee nasıl olacak o zaman?”
“Siz oraya şöyle yazın: ‘Ermeni Kilisesi’nde vaftiz olarak Armenak adını aldım. Dini ve kültürel haklarım icabı, Berk olan ismimi Armenak olarak değiştirmek istiyorum.”
“İyi peki. Öyle diyelim o zaman.”

Bilgisayar çıktısını alıp tekrar adliyenin yolunu tuttum. Bu sefer dilekçem kabul edildi ve işleme kondu.

İnternetten Miran Pırgiç adlı bir kişinin haberini okumuştum. 1960 yılında Tunceli’de doğan Selahattin Gültekin, ismini mahkeme kararıyla Miran Pırgiç olarak değiştirmiş ve Ermeni kilisesinde vaftiz olarak “öze dönüş” gerçekleştirmişti. Dersim Ermenileri Sosyal İnanç ve Yardımlaşma Derneği’ni kurarak, kökeninde “Ermenilik” olanları Ermeni kimliğiyle yaşamaya davet ediyordu.

Kendisiyle irtibat kurarak benim gınkahayr’ım olup olamayacağını sordum. Oldukça ilgiyle karşıladı ve beni daha yakından tanımak için Taksim’de bir kafeye randevu verdi. Buluştuğumuz gün biraz o kendisinden ve faaliyetlerinden bahsetti, biraz ben kendi siyasi geçmişimden ve kimlik arayışımdan… Memnun oldu ve teklifimi seve seve kabul edeceğini söyledi. Fakat bu durum patrikhane sekreterliği tarafından Miran Bey’in “kilisede evlilik yapmamış olması” gerekçe gösterilerek kabul edilmedi.

Kuzenim Mehmet’in çok yakın bir arkadaşı Ani adında Ermeni bir kız ile evlilik yapmıştı. Ona durumu ilettik ve önerebilecekleri bir kimsenin olup olmadığını sorduk. Rafi Bedikyan isminde, uluslararası ticaret ile uğraşan bir beyin yardımcı olabileceğini söylediler. Bunun üzerine kendisiyle tanışmak üzere ofisine gittim. En merak ettiği şey anne ve babamın bu vaftiz işine nasıl baktığıydı. Tereddütleri, çekinceleri olduğunu ancak engel olmak için bir şey yapmayacaklarını söyledim. Pek içi rahat etmiş görünmüyordu ama, geri de göndermek istemedi. Böylelikle gınkahayr’ım belli oldu.
[8:21] SARİN ve İLK İTİRAF
8-6j.png
Ekim sonuna doğru Sarin ile birlikte Ankara’ya halamı ve dedemi görmeye gittim. Amcamlar yoktu. Biraz özlem giderdik, biraz Ankara’da gezdik. Bir ara yalnızken halam yanıma yaklaşıp sordu: “Hiç bu güne kadar Sarin’in ailesinden biriyle görüştün mü?” Yarama basmıştı. Gönülsüzce cevap verdim. “Hayır.”

Canım yanmıştı bir kez. Ben de ilk fırsatta aile konusunu Sarin’e tekrar açtım ve hararetli bir tartışma sonunda, zaten bildiğim şeyi sonunda itiraf etti: “Hiç Ermenistan’da bulunmadım.” Oysa “Ermenistan dönüşü” bana ne de güzel hikayeler anlatmıştı. Ama ısrarla belirtiyordu: “Annemin, amcalarımın orada olduğu; babamın Ermenistan’a gidip geldiği; AVM’ler; hatta ailemin Amerika-Alaska gezisi … Hepsi gerçek.”
[8:22] VAFTİZ GÜNÜ
8-22a.png
Pendik’ten teyzem ve Sarin’le otobüse binerek Kadıköy’e geldik. Kuzenim de elinde ufak bir kamera ile kilisede hazırdı. Gınkahayr’ım Rafi Bey de eşi ve kızıyla birlikte gelmişti. Kilise avlusunda zamanın gelmesini beklerken eğitmenim yanıma gelerek isim seçip seçmediğimi sordu. “Armenak” isminde karar kıldığımı söyledim. Cebinden bir kağıt çıkardı.

“Bir âdet vardır. Vaftiz hangi güne denk geliyorsa, o gün ile özdeşleşmiş ruhanilerden, azizlerden birinin adı da ikinci isim olarak alınır.”

Kağıdı alıp göz gezdirdim. Hiçbir isim bildiğim Ermeni isimlerinden değildi. Dahası isimlerin bir kısmını İbraniceye benzettim.

“Zadik Bey, ben seçtiğim ismi bile seçerken aylarca düşündüm. Şimdi ayine on dakika kala bu isimlerden birini nasıl seçeyim? Seçmesem olmaz mı?”
“Peki tamam.”

Kilisenin içine girdik. Sadece tek bir sıra tüm konuklara yeterdi. Eğitmen rahibim beyaz bir dini elbise giymişti. Gınkahayr’ım ile “khoran” denilen kutsal alana yaklaştık. Ön dualar ve ilahiler okunduktan sonra, “sırtımızı şeytana dönüp onu reddederek”, “alnımız açık” bir şekilde Tanrı’ya döndük. Dini seremoni dualar ve ilahiler ile devam etti. Rahip gınkahayr’a Ermenice sordu:

“Gınkahayr, çocuk Tanrı’dan ne ister?”
Gınkahyr’ın cevabı her ayinde olduğu gibi Ermenice:
“Umut, inanç, aşk, vaftiz.”
“Gınkahayr, çocuğu hangi ad ile çağıracaksın?”
“Armenak.”

Daha sonra özel bir bölümde rahibim tarafından su ile vaftiz edildim. İsa Mesih vaftiz olduğunda Kutsal Ruh bir güvercin olarak gökten inmiş. Bu nedenle Kutsal Ruh’u temsil eden gümüşten bir güvercinin ağzından, Ermenistan’da Başpatrik tarafından yedi yılda bir ayin ile hazırlanan ve içinde 40 çeşit çiçek özü bulunduran “müron” adlı yağ damlatıldı. Bu kutsal yağ ile vücudumun dokuz yeri (alın, gözler, kulaklar, burun, ağız, yürek, sırt, eller ve ayaklar) meshedildi.

Dua ve ilahiler devam etti. Tanrı’ya boyun eğdik ve kutsal ekmek hamuru yedirilip haç takıldı. Böylece vaftiz ayini son buldu.

Gınkahayr’ım yanıma geldi ve yaşam öğütleri verdi:
“İyi bir Hristiyan olmak demek, iyi bir insan olmak demektir.”

Bir hafta sonra da ön yüzü Ermenice, arka yüzü Türkçe olan vaftiz belgemi aldım. Arka kısmında Türkçe olarak şöyle yazmaktaydı: “Yukarıda kimliği yazılı şahsın Ermeni Kilisesi örf ve adetlerine göre vaftiz edilerek Ermeni Cemaatı mensubu olduğunu gösterir Vaftiz Belgesidir.”
[8:23] ERMENİSTAN’DA EĞİTİM MÜMKÜN MÜ?
8-23a.png
Miran Pırgiç ile buluşmamda Avrupa’daki bazı zengin Ermenilerin, Türkiye’den Ermenistan’a gitmek isteyen Ermeni gençler olursa gezilerini finanse edebileceklerini, dahası gidenlerin içinden dil öğrenmek ve üniversite eğitimi almak isteyen olursa da burs sağlayabileceklerini öğrendim. Peki bu burslu öğrenciler hangi bölümlerde okuyabilirlerdi? Mezuniyetleri sonrasında sponsorları ile nasıl bir ilişki içinde olacaklardı? Kendilerinden ne yapmaları bekleniyordu? Bu konuda tam bir netlik olmamakla beraber, çerçeve Türkiye’ye geri dönecekleri ve cemaatlerine faydalı olacakları şeklinde çiziliyordu.

Bu olasılık beni Türkiye’den Ermenistan’a daha önce eğitim almaya gidenleri araştırmaya sevk etti. Agos’un 3 Ağustos 2012 tarihli bir haberi “Ermenistan’da Eğitim Seçeneği” başlığını taşıyordu. O vakit Ermenistan’da beş yıldır eğitim almakta olan Muraz Sarangil haberde şöyle demekteydi:

“Öncelikle Ermenistan’daki Eğitim Bakanlığı’na başvurdum ve lise diplomamı, vaftiz belgemi teslim edip bir form doldurdum. Birkaç sağlık kontrolünden geçtikten sonra Yerevan Devlet Üniversitesi’nin yurtdışından gelen öğrencilere özel hazırlık yüksek okulunda bir yıl boyunca üniversiteye giriş sınavına hazırlandım ve o sınavı geçtikten sonra Yerevan Devlet Üniversitesi Tarih bölümünde okumaya hak kazandım.”

Kendisini facebook’ta buldum ve aklıma takılan soruları sordum. Hazırlık yüksekokuluna kabul için diploma notu kaç olmalıydı? Belli dersler için spesifik not ortalamaları gerekiyor muydu? Aldığım cevaplar iç rahatlatır cinstendi. Lise diploması olsun da gerisi mühim değil görünüyordu.

O halde ben de Ermenistan’da üniversite okuyabilirdim. Hem finanse edebilecek kişiler de vardı. O halde geriye ne kalıyordu? Yurtdışına çıkış yasağımın kaldırılması.
[8:24] ARMENAK TAÇYILDIZ
8-24a.png
İsim davası açtıktan sonra, dava dosyasına konulması için götürüp kalemliğe verdiğim belgelerden biri, patrikhaneden 28 Eylül 2012 tarihinde aldığım, damgalı ve Y. Başepiskopos Aram Ateşyan tarafından imzalı bir belgeydi. 

Dava günü Pendik Adliyesi’nde sıra benim davama geldiğinde duruşma salonuna girdim. Nüfus İdaresi’nden yetkililer de duruşmada hazır bulunmaktaydı. Hakim bana söz verdiğinde, söylediklerime ek olarak, getirdiğim vaftiz belgesini de kendisine incelemesi için götürüp verdim. Birkaç dakika sonra da kararını açıkladı. Mahkeme sonrası ise Duruşma Tutanağı duruşmayı şu şekilde kayıt etmiş görünüyordu:

“SAYI: 2012/710 Esas
(…)
Belirli gün ve saatte celse açıldı.
Davacı BERK TAÇYILDIZ, Davalı PENDİK NÜFUS MÜDÜRLÜĞÜ temsilcisi R.B. duruşmaya katıldı. Açık yargılamaya başlandı.
DAVA DİLEKÇESİ OKUNDU.
DAVACIDAN SORULDU: ‘Dilekçemi aynen tekrar ediyorum. Sunmuş olduğum belgeler de dikkate alındığında ben Ermeni Cemaatinin mensubuyum. Değiştirilmesini istediğim Armenak ismi Ermeni kilisesince kabul edilmiş ve kilisece Armenak ismi tarafıma verilmiştir. Bu nedenle Berk olan ismimin Armenak olarak değiştirilmesini talep ediyorum.’ dedi.
DAVALI TEMSİLCİSİNDEN SORULDU: ‘Kayden herhangi bir engel bulunmamaktadır.’ dedi.
DOSYA İNCELENDİ. YARGILAMAYA SON VERİLDİ.
G.D. Gerekçesi ayrıntılı kararında açıklanacağı üzere;
Davanın KABULÜ ile, Davacı BERK olan isminin ARMENAK olarak NÜFUS KAYITLARINDA DEĞİŞTİRİLMESİNE ve kararın ilanına…”


İki gün sonra kaleme alınan “gerekçeli karar”da ise şu ifadeler yer almaktaydı:

“Ad (öz veya soy) kişiliğin ayrılmaz bir öğesidir. Kişi bununla anılır ve tanımlanır. Adın bu işlev niteliği, onun sahibi olan kişi tarafından benimsenmesi ile anlam ifade eder. İsmini benimsemeyen kişiliği ile özdeşleştirmeyen kişinin ismini değiştirmek en doğal hakkıdır. Kişi genellikle belli bir soyadı ile doğar ve doğar doğmaz da ailesi tarafından konulan bir ad ile anılır. Bu kişi büyüyüp ergin oluncaya kadar öz veya soy adını benimseyememiş, onunla kendisini özdeşleştirememiş olmasına rağmen onu bu adla veya soyadı ile yaşamını sürdürmeye zorlamada hiçbir toplumsal yarar olamaz. Hal böyle olunca da ad değiştirmek istemlerini içeren davalar da davacının tercih ve özel arzusunun ön planda tutulması, onun öncelikle dikkatte alınması gerekir. …

Somut olayda: Davacının iddiası ve bu davayı doğrulayan belgelerle davacı Ermeni Cemaatine mensup bir kişi olup, bu mensubiyeti nedeniyle adını 'Armenak' olarak değiştirilmesini istemesi dini ve manevi açıdan hakkıdır. Davacının davası sübuta erdiğinden, davanın kabulü ile 'Berk' olan adının 'Armenak' olarak düzeltilerek, davanın kabulüne karar verilmiştir.”
8-24b.png
Dava dilekçemin kabul edildiği tarihten sonra İstanbul’un ilçelerine dağılmış adliyeler birleştirilerek, Kartal’da “İstanbul Anadolu Adalet Sarayı” adında bir yargı kompleksine dönüştürülmüştü. Mahkemeler daha yeni yeni yerleşmekte olduğundan, dava dosyaları koridorlarda yerlerde duruyordu. Gerekçeli kararı almak için ilgili kalemliği ararken epey zaman geçirdim. Katip dava dosyamı bulup getirdikten sonra dosyayı inceledi ve bana, “Niye ismini değiştiriyorsun ki? Ne güzel ismin varmış!” dedi. Bir an önce işimi halledip kurtulmak istediğim bu ortamda uzun uzun açıklama yapmak hiç cazip gelmiyordu. O an bana en anlaşılır ve makul görünen gerekçeyi bulup söyledim:

“Ermeniyiz biz! İnsan belli bir yaşa gelince kimliğine sahip çıkmak istiyor.”
“Ee iyi ama Türk vatandaşı değil misin? Ne lüzumu var?”
“Türkiye vatandaşı olduğum doğrudur. Lakin bu beni Ermeni olmaktan men etmez.”
“Bence eski ismin daha güzel.”
“Peki.”

Kararın bir kopyasını yerel bir gazetede ilan ettirmek üzere aldım. Yerel bir gazetede yayınlattıktan sonra, bir örneğini yine aynı katibe götürdüğümde, biraz daha sohbet ettik. O vakit öğrendim ki, meğer oğlunun ismi de Berk’miş!
[8:25] YURTDIŞI YASAĞI KALKIYOR
8-25b.png
14 Aralık 2012 – Henüz mahkeme “Armenak” ismini kabul etmemişti. Yurtdışı yasağım olup olmadığını öğrenmek üzere Çağlayan Adliyesi’ne gittim. Yasak olduğu gibi duruyordu. 14. Ağır Ceza Mahkemesi kalemliğine bir dilekçe yazmam gerekti.

“14. AĞIR CEZA MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA;
Ben … TC nolu Berk Taçyıldız, 2001/391 esas nolu dava sürecinde 39 ay tutuklu olarak yargılandım ve tahliye edildim. Mevcut dava Yargıtay aşaması ile birlikte tamamlanmıştır. Cezam kesinleşmiştir ancak yaş küçüklüğünden yararlanmamla birlikte yattığım süre, cezamdan dahi fazla olmaktadır. Bu noktadan itibaren, yurtdışında eğitim olanaklarından yararlanmak ve eksiklerimi kapatabilmem için pasaport almam gerekiyor. Bunun için yurtdışı yasağımın kaldırılmasını arz ediyorum.”


Neyse ki Çağlayan Adliyesi de Anadolu Yakasındaki Adalet Sarayı gibi birçok yargı birimini tek çatı altında toplamıştı. Cezamın infazını sistemde daha hızlı tamamlatmak ve yasağı kaldırtmak için bilgisayar üzerinden yapacakları yazışmaları bizzat dairelere kendim götürmeyi teklif ettim. Kabul ettiler. Böylece bürolar ve katlar arasında evrak getirip götürdüm. Sonunda, yattığım hapishaneden gelecek cevabı beklemek üzere “şimdilik gerekli adımların hallolduğu”nu söylediler.

3 Ocak 2013’de yine Çağlayan Adliyesi’ndeydim. Yurtdışı yasağım ise ancak 24 Ocak 2013’te kalkabildi. İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne adliyeden bir evrak götürdüm ve bir polis tarafından sistemden yasağım kaldırıldı. Emniyet Müdürlüğü’nden çıktığımda, artık “dünyanın öbür ucuna” dahi gidebileceğimi bilmek bana kendimi özgür hissettirdi.
[8:26] B PLANI
8-26a.png
Amerikan Kültür Derneği’nde öğretmenlik pratiği yaptığım zamanlardı. Derneğin bir yöneticisinin “Bir sertifikayla öğretmen olunmayacağının farkındasın herhalde.” sözü canımı sıktı ve istediğim gibi bir dört yıllık üniversite bitirememiş olmamın yarasını kanattı.

Miran Pırgiç’e Ermenistan’da okumaya aday olduğumu ifade ettim. Sponsorların beklentilerini karşılayabileceğime inanıyordum. Şubat’ta Ermenistan’a gidecek olduğunu, ana-sponsorun da orada olacağını ve beni tanıştırabileceğini söyledi. Bu A planıydı.

Konu üzerinde düşündükçe, daha iyi bir planımın olabileceğini fark ettim. Uzun zamandır görüşmediğim babama telefon ettim ve kendisiyle önemli bir konuda görüşmek istediğimi belirterek randevu aldım. Bostancı sahilinde buluştuk. Bir süre görüşmeyeli neler olup bittiğine dair genel bir haber akışı oldu. Sahil yolunda bir o yana bir bu yana yürüyerek konuşuyorduk. Sonunda deniz karşısında bir banka oturduk. Asıl konuya da burada geldik.

“Ermenistan’a gideceğim. Ermeni diasporasından bazı zenginler Ermeni gençlerine eğitim bursu verecekmiş. Konaklama ve diğer yaşam giderlerini de üstlenecekmiş. Ben de muhtemelen burs alacaklar içindeyim.”
“Neden böyle bir şey yapıyorlar? Amaç ne?”
“Eğitim aldıktan sonra bursiyerler Türkiye’ye dönecekler ve siyasal faaliyet yürütecekler. Buna ihtiyaç varmış.”

Doğrusu Miran Bey’in bana projeyi aktarımında “siyasi faaliyet yürütmek” diye bir şey geçmemişti. Bu tamamen benim yorumumdu ve durumu özellikle biraz dramatize ediyordum.
8-26b.png
Babam duyduklarından sarsılmış haldeydi. Birkaç saniye durum tam bir sessizlik halinde devam etti. Peş peşe sıralanan bu kelimeler bir araya geldiğinde, sanıyorum babamın kabusu gerçek oluyordu: “Ermeni diasporası”, “Ermenistan’da eğitim”, “Türkiye’de siyasi faaliyet” … Neyse ki bu “kabusu” fazla uzatmadım.

“Benim aklıma Ermenistan’da eğitim almaya dair alternatif bir plan da geldi. Seninle de bu nedenle görüşmek istedim.”
“Neymiş o alternatif plan?”
“Ermenistan’a tanımadığım insanların parasıyla gidip, eğitim aldıktan sonra da Türkiye’ye dönerek onların emrine gireceğime, neden beni sen desteklemeyesin? Şu anda oturduğum ev yeniden kiraya verilse ve bu para Ermenistan’a gönderilse, ben orada pekala bağımsız bir şekilde okuyabilir, düşünsel gelişimimi kimsenin beklentilerine göre şekillendirmeden devam ettirebilirim. Dahası, eğitimim bittiğinde Türkiye’ye dönmek yerine, Ermenistan’da kendime bir iş bulabilir, o hep planladığım yeni başlangıcı yapabilirim. Ermenistan’da siyasal faaliyet yürütsem bile Türkiye’den pek duyulmaz. Beni biliyorsun, ne yapsam son noktasına kadar götürmeye çalışırım. Türkiye’ye dönüp faaliyet yürütmeye kalkarsam, beni burada tanımayan kalmaz.”

Babam bu sefer hiç sessiz kalmadı.

“Evet iyi düşünmüşsün. Ben sana gereken desteği sağlarım. Hiç kimsenin emrine falan girme. Git Ermenistan’da yaşa, ne yapıyorsan orada yap.”
“Bu arada ismimi Armenak olarak değiştirmek üzere dava açtım.”
“Değiştir; soyadını da değiştir. Belki ben de dava açarım. Adın nüfus kayıtlarımızda çıkmasın. Geçen oğlanı spor okuluna kayıt ettirecektim, bir kağıt almamız gerekti; baktım abisi Hristiyan görünüyor. İnsanların kafasından ne geçiyor acaba? Şimdi de Armenak!”
[8:27] SURP HAGOP GECESİ VE TAŞNAKSUTYUN
8-27a.png
15 Aralık 2012 - Miran Bey’den Surp Hagop Gecesi için aldığım bilet ile Çağlayan’da bir salona gittim. Bilet üzerinde “Adıyamanlı, Amasyalı, Arapgirli, Dersimli, Diyarbakırlı, Harputlu, Hemşinli, İstanbullu, Kastamonulu, Kayserili, Malatyalı, Musadağlı, Sasonlu, Sinoplu, Sivaslı, Tokatlı ve Zaralı Ermeniler Surp Hagop’u Kutluyor” yazılıydı.

Sorulduğunda “Sivas Ermenisi” olduğumu söylüyordum. Bu cevabımın dayanağı, annem ve teyzemle bağlantı kurarak, aile tarihimizi incelediğini ve topraklarımızdan bazılarına ait tapuları Osmanlı arşivlerinde bulduğunu söyleyen bir tapu kadastro memuruydu. İddiasına göre anneannemin baba tarafından bazıları Sivas kökenliydi. Ancak annem ve teyzem adamın söylediklerine inanmadı ve para koparmak için kendilerini kandırdığını düşündü. Muhtemelen de haklıydılar çünkü benzer şeylerle daha önce de karşılaşılmıştı. Yine de ben, bu Sivas teorisine çok şaşırmakla birlikte, belki de adamın yalan söylemiyor olabileceğini düşündüm. Sivas Ermenilerin bir zamanlar sık yaşadığı bir yerdi ve bu durum anneannemin Ermeni olma olasılığını arttırıyordu.

Salonda herkes gruplar halinde masalara oturmuştu. Ben ise doğru düzgün hiç kimseyi tanımıyordum. Kafama göre bir yere oturdum. Yemek içki geldikçe de bir yandan yiyor bir yandan etrafı gözlüyordum. Konuşmalar yerini müziklere, danslara bıraktı.

Miran Bey’in yanına gidip sordum:
“Hani Taşnak partisinden yetkililer gelecekti? Geldi mi?”
“Geldi geldi. Seni tanıştırayım istersen.”
“Olur sevinirim.”

Beni alıp bir masanın yanına götürdü ve “Batı Ermenistan ve Batı Ermenileri Sorunları Araştırma Merkezi” kurucusu Haykazun Alvrtsyan ile tanıştırdı. Ben ise yöneticiliğini yaptığı merkezden bihaberdim. Hayatımda ilk kez, o tarih derslerinde anlatılan “kötü Taşnak Partisi” üyelerinden birini karşımda görüyordum. Heyecanlı bir selamlamayı kısa bir sohbet takip etti; Ermenistan’da görüşmek üzere de ayrıldık. Hakikaten görüşecektik de.
[8:28] SURP DZNUNT
8-28a.png
Ocak 2013 - Sabah erken kalktım ve eğitim almaya gittiğim Surp Garabet Kilisesi’ne Kutsal Doğuş Yortusu’na (Surp Dznunt) katılmak üzere evden çıktım. Kiliseye vardığımda içerisi pek de kalabalık değildi. İlahiler okunuyordu. Sıralardan birine oturdum.

Aldığım eğitim teorik olarak pek çok şey vermişse de, hangi ayinde ne yapacağım konusunda bir eğitim vermemişti. Bunu sık sık kiliseye giderek ve Ermenicemi geliştirerek öğrenebilirdim. O gün, Akyaka’da Kubilay ile gittiğim camide olduğu gibi, sağdan soldan kopya çekerek idare ettim. Ayağa kalktıklarında ben de kalkıyordum. Haç çıkardıklarında ben de çıkarıyordum. Bir ara cemaat hep bir ağızdan bir dua okudu. İzlemekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. Sonra da cemaatin bir kısmı eğitmen rahibimin elinden şaraba batırılmış ekmek hamuru almak için khoran’a yaklaştı. Ben de arkalarından gittim.

Kadınlar erkeklere sıralarını veriyordu. Erkekler sıra ile rahibin önünden geçip kutsanmış hamuru alırlarken tereddütte kaldım. Arkadan gelip, kadınların arasından geçerek en son erkeğin yanına mı geçmeliydim yoksa en son gelen olarak sıranın en sonunda mı beklemeliydim? İşte bu noktada kopya çekmedim. Kilisenin kültürüne ve adetlerine ters düşerek, bana yerini vermeye çalışan kadınları geri çevirdim ve hayret eden bakışlar arasında en arkadaki kadının yanında durdum. Rahibimin elinden en sonuncu olarak kutsal hamuru alıp onun tarafından takdis edilmemin ardından, beni çözmeye çalışan bakışların arasında tekrar sırama döndüm.

Ayin sonunda rahibim yanıma gelerek komünyona katılmamı söyledi. Kiliseye bitişik bir yapı içerisinde sofralar hazırlanmıştı. Eğitmenim beni kendisine yakın olacak bir yere oturttu. Ufak kadehlere içki doldurup ayağa kalkılarak konuşma yapılıyordu. Rahibim beni aynı masadaki insanlara “Öğrencim.” diyerek tanıttı ve ekledi, “Yakında Ermenistan’a gidecek.” Sofrada orta yaş üstü bir bey merakla sordu, “Hayırdır ne için? Eğitim almaya mı?” Sorusunu gururla cevapladım, “Eğitim de alacağım ama asıl amaç Ermenistan’a göç etmek.” Bu cevap karşı tarafı şaşırtı; “Yahu Ermenistan’dan birçoğu buraya göç ediyor. Sen niye buradan oraya göç ediyorsun?” Kendimden gayet emin bir şekilde cevapladım, “Ben de zaten oradan birçoğu buraya göç ettiği için oraya göçmek zorunda hissediyorum kendimi. Eğer devletimiz kan kaybediyorsa, biz bir damla kan olarak, kendimizi onun damarlarına bağışlamalıyız!” Karşı taraf benim böyle demem karşısında ne diyeceğini bilemedi.

Facebook’ta da bu tür bir dil kullanıyor, olayları ultra-milliyetçi bir şekilde yorumluyor, aldığım kararları romantik bir siyasal dille anlatıyordum. “Sen bizim gururumuzsun!” diyen Ermeniler de oluyordu; “Senin gibi Ermeni gençlerini gördükçe, milletimizin içinde bulunduğu bu kara tablo karşısında inancımı koruyorum.” diyen de. 
[8:29] SARKİS HATSPANİAN
8-29a.png
Ermenistan’a gittiğimde nerde kalmalıydım? Ufak bir daire mi kiralamalıydım yoksa bir ailenin yanında ufak bir oda mı? Hangi üniversiteye, ne zaman başvurmalıydım? Oturum izni başvurumu da en kısa sürede halletmeliydim. Bir de tüm bu ayarlamaları bir avuç Ermenice kelime bilgimle tek başına halletmem, eğer imkansız değilse, hiç de kolay olmayacaktı. Bana işlerimde yardım edebilecek birisine ya da birilerine ihtiyacım olduğu görülüyordu. Aklımda Taşnak Partisi’ne bir mektup yazma düşüncesi vardı. Daha baştan bir örgüt bağlantısı kurabilirsem, hem Ermenistan’da düzenimi el birliği ile kurar, hem de siyasal bir sosyalleşme içerisine girerdim.

Facebook’ta arkadaşlarıma “Bugün itibari ile kesinleşti ki, bu yaz Ermenistan’a göçüyorum.” diye yazdığımda, ilk yorum, sayfasına yazdıklarımı babama yakalattığım için sorun yaşadığım Sarkis Hatspanian’dan geldi: “Seni Zvartnots Havaalanı’nda karşılayacağım mutlaka!”

Bu kişinin sayfasındaki hararetli tartışmaları takip etmek, aralarda girip ideolojik kavgalara tutuşmak güzeldi ama, beni havaalanında karşılayacak kadar ilgi gösteren bu kişinin geçmişi, kişiliği ve dahası internete yansımayan düşünceleri hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Yüzeysel bir araştırma yaptığımda 1980’de Türkiye’den Avrupa’ya iltica ettiğini, 1990’da Ermenistan’a göçerek Karabağ savaşına gönüllü katıldığını (“savaş kahramanı”) ve 2008’lerde “muhalif eylemleri nedeniyle” tutuklanmasına (“politik mahkum”) dair genel anlatıları okuyordum.

Kendisi ile ilişkiyi geliştirmem, onun düşüncelerini benimseyeceğim ya da onunla birlikte hareket edeceğim anlamına gelmiyordu. Sarkis’in Türkçeyi iyi şekilde biliyor olması benim için net bir iletişim avantajıyken, Türkiye’yi iyi biliyor olması da ona kendimi ve geçmişimi anlatabilmemde işimi kolaylaştırırdı. Biraz bunları düşünüp, biraz da hemen bir partinin renklerine bağlanmak istemediğim için Taşnak Partisi’ne mektup yazmaktan vazgeçtim. Hem belli mi olur, Ermenistan iç siyasetini çözdükçe belki başka bir politik partiye ilgi duyabilirdim.

28 Ocak 2013 – Sarkis’e facebook'tan mesaj atarak, aile yanında bir oda kiralama imkanı bulup bulamayacağımı sordum. İstanbul’da bir daireden elde ettiğim kira gelirinden vergi kesintilerini, para transferi komisyonlarını, dolar-dram kur çeviri kayıplarını çıkarıp, kalan miktardan da ufak bir cep harçlığı ayırdığımda; oda-yemek-ısınma ve elektrik giderleri içinde, aylık 200$’a yakın (o vakit 80,000 AMD) bir meblayı, beni konuk edecek kimselere teklif edebileceğimi söyledim. Bulunacak yerin Yerevan merkeze uzak olmasının dahi sorun olmayacağını da ekledim. Bütçem neyse, karşılığına da razıydım. Bana bu ve benzeri konuları daha rahat konuşmak için Skype adresini verdi.

İlk görüşmemizi 30 Ocak tarihinde gerçekleştirdik. Bu görüşmede dikkatimi çeken iki şey oldu. Birincisi, Yerevan’da Soykırım Anıtı’nın bulunduğu mahallede yalnız yaşayan yetmiş yaşında bir kadının (eşinin akrabası), evinin bir odasını kiraya verdiğini, onunla benim hakkımda görüşebileceğini söylemesiydi. İkincisi ise Ermenistan istihbaratının bana Türkiye’den Ermenistan’a gelen diğer Ermenilere olduğu gibi “Türk” gözüyle bakacağı ve potansiyel ajan muamelesi yapacağına dair bir uyarıydı. 
[8:30] “POTANSİYEL AJAN”
30 Ocak 2013 tarihinde Sarkis Hatspanian ile Skype görüşmem sonrasında düşünceli bir halim vardı. Bir süre sonra bulutlar dağıldı ve kendisine aynı gün facebook üzerinden oldukça uzun bir mesaj yazdım. Aile tarihimi, üyelerini anlattım. Siyasi meraklarımın nasıl başladığını, nasıl ilerlediğini, beni Ermenileşmeye iten politik ve psikolojik nedenleri hiç de kısa kesmeden, elden geldiğince açıkladım. Mesajım ise şöyle başlıyordu:

“Değerli büyüğüm; Sizinle görüşmem öncesinde, bana ailem hakkında, köklerim hakkında soru sormanız halinde, nasıl cevap vermem gerektiğini düşünmekteydim. Üstü örtük mü olmalıydı, yoksa açık ve net mi? Genellikle birinci yöntem beni ‘gereksiz ayrıntılar’a girmekten koruyarak, odaklanmak istediğim konuya dönük davranmamı sağlıyor. İkinci yol ise oldukça fazla konuşmayı gerektiren, karmaşık ve anlaşılmak için karşı tarafın da anlamak istemeye biraz niyet etmesi gerektiği için, pek tercih etmediğim, kaçındığım bir yol.”

Mesajımın son paragrafında ise şunlar yazmaktaydı:

“Ben size bütün bunları neden yazdım? Çünkü Türkiye’den gelen Ermenilere ajan gözü ile bakıldığını, sizin ise onlara sahip çıktığınızı söylediniz. Ben Türkiye’den gelen bir Ermeni olacağım. Ancak Türkiye’den gelen diğer Ermenilere benzemediğimin de farkındayım. … 7 sülalesi Ermeni olana bile ajan muamelesi yapılmış ise, hiç araya girmeyin derim.”

Beni hiç tanımadan, hakkımda bir şey bilmeden, “potansiyel ajan muamelesi” göreceğim konusunda uyarıda bulunan Sarkis dışında, babamda da benzer bir kaygı zamanla oluşmaya başladı.

“Oğlum gidiyorsun da, seni ajan sanmasınlar sonra? Sonuçta asker kökenli Türk bir aileden geliyorsun.”
“Sansınlar sorun yok. Olmadığımı anlarlar sonunda herhalde. Hem asker kökenli aileden gelmek, ajan olmayı mı gerektirir? Hasan Cemal’in dedesi de İttihat ve Terakki’nin üç paşasından biri. Daha birkaç ay önce ‘1915: Ermeni Soykırımı’ diye kitabı çıktı. O da mı ajan?”

Kim hangi görev için ajan seçilirdi, bu işler nasıl yürürdü hiçbir fikrim yoktu. Olsa olsa her açıdan “Ermeni standartları”nı karşılayan, Ermeni toplumunun bağrından kopmuş, belki tam da “7 sülalesi Ermeni olan” kişiler bu tür işler için uygun olabilirdi.

Sarkis’in mesajıma yanıtı ise sekiz gün sonra geldi. Kısa mesajında eşinin bir akrabasının vefatının akabinde, köyden Yerevan’a gelen ziyaretçilerle ilgilendiği için “koşturmaları” olduğunu belirtiyordu. “Bilgilendirmen için çok teşekkür ederim.” diye bitirdiği mesajının en olumlu yanı ise, ona kendimi olanca açıklığıyla ifade ettiğim noktada beni terk etmemesiydi. Hayır. Aksine o, Ermenistan’a ben daha gitmeden bana bir düzen kurmakla “birkaç gün sonra” ilgilenebileceğini belirtiyordu. En açık halimle, muhtemelen de politik bir risk üstlenilerek sahiplenilme, bende Sarkis Hatspanian’a karşı samimi, pozitif duygusal bir zemini de böylece oluşturmaya başlıyordu.
[8:31] ARA SARAFIAN & MAVİ KİTAP
8-31a.png
19 Şubat 2013 - Tarihçi Ara Sarafian’ın İHD’de yapacağı basın açıklamasına ben de katıldım. Sarafian “Mavi Kitap” olarak bilinen, 1916’da İngiltere’de “Ermeni soykırımı tanıklarına” dayanarak hazırlanan raporu, 2000 yılında, tanıkların referanslarını da ekleyerek tekrar yayınlamıştı. Bu çaba, ilgili kitabın düzmece olduğu iddialarına karşı atılmış bir adımdı.

İHD’de Mavi Kitap üzerine Ara Sarafian’ın çalışmalarını dinledikten sonra, on beş adet kopyanın milletvekillerine gönderilmesi amacıyla PTT’ye doğru yürürken, ben de Sarafian’ın yanına yanaşarak kendisiyle sohbet etmeye başladım. Görüşlerimi oldukça sert buldu ve bunu yaşıma bağladı. Ermenistan’a göçme fikrime ise, “Belki gittiğinde İstanbul’u özlersin ve Ermenistan’ı yadırgarsın.” diyerek karşılık verdi. “Yine de git gör.” diyordu. Söylediğine bakılırsa onun arzusu güçlü bir ulus devlet inşasından ziyade, Ermeni çocuklarının hür bir şekilde Van’da Kürt çocuklarıyla oynadığını görmekti.

PTT’ye varıldığında, gönderilecek iki kopyanın üzerine “Gönderen” olarak kendi adımı yazdım. Cezayir Restoran Konferans Salonu’ndaki söyleşide Ara Sarafian’ı tekrar dinledikten sonra söz isteyerek, “Mavi Kitabın meclise gönderilmesinden ne ummak gerekir? En iyi senaryo ne olabilir?” diye sordum. Sarafian’ın cevabı, “’En iyi senaryo nedir?’ En iyi senaryo duyarlı milletvekillerinin kitabı incelemesi ve görüş bildirmesidir." oldu.
[8:32] “HOCALI SOYKIRIMI/KATLİAMI/SAHTEKARLIĞI”
8-32d.png
28 Şubat 2013’de, Agos Genel Yayın Yönetmeni Rober Koptaş, “Hocalı Sorumluluğu” başlıklı bir yazı yayınladı. Bu yazıda geçen bazı ifadeler şöyleydi:

“26 Şubat 1992 gecesi, Ermeni güçleri, kenti boşaltıp, açılan ‘güvenli koridorlardan’ kaçmakta olan Azeri nüfusun üzerine ateş açtı, onları bombaladı. Kalabalığın arasında silahlı Azeri askerleri de vardı, ancak insan hakları örgütlerine göre, yapılan, savaş koşulları altında dahi kabul edilemeyecek, sivilleri hedef alan bir saldırıydı. Bölgede görev yapan en önemli iki örgüt, BM İnsan Hakları İzleme (HRW) ile –2012 Hrant Dink Ödülü sahibi– Memorial Topluluğu’ydu. İki örgütün tespitleri birbirine paraleldi. … O gün Ermeni güçleri, Hocalı’da ateş açtıkları takdirde sivillerin öleceğini biliyordu. Ama ateş açtılar. Nokta.”

Bu yazı Ermeni milliyetçilerinde büyük bir infial uyandırdı. Sivilleri öldürmek, katliam yapmak, “Ermeniliğin doğasına aykırı”ydı. Zira böyle şeyleri ancak “barbar tabiatlı halklar” yapardı.

Bu tartışmalar üzerine görev üstlenip hızlı bir şekilde İngilizceden çeviri ve video montaj işlerini hallederek, aynı gün “HOCALI-Görülmemiş Bir TAHRİFATIN ve SAHTECİLİĞİN Tarihi” başlıklı, yaklaşık 8 dakikalık bir İngilizce videoyu Türkçe altyazı ile youtube’tan tedavüle soktum.

Bir hafta öncesinde Hyetert adlı bir Ermeni haber bloğunda, Ermeni Devrimci Federasyonu’nun (Taşnaksutyun) Merkez Komitesi tarafından çıkarılan Asbarez gazetesinin editörü Ara Khachatorian’ın yazdığı bir makaleyi (“Karabağ Halen Bir Milleti Etkiliyor”) Türkçeye çevirip yayınlatmıştım.
Yayınladığım video oldukça iş yaptı. Hocalı konusunda Azeri iddialarından başka hiç Türkçe video bulunmadığından, Agos yayın yönetmeninin yazısıyla alevlenen tartışmaların devamında video Ermeni milliyetçilerinin en sık başvurduğu Türkçe kaynağa dönüştü. Videonun sonunda adım ve soyadım da çevirmen olarak açıkça yer alıyordu.

Sarkis aynı gün heyecanlı bir dönüş yaptı: “Türkçesi yoktu. İyi yapmışsın, bravo!” Akabinde de Skype’ta tekrar buluştuk ve bir buçuk saat süren sohbetimizin sonunda uzun uzun yazdığım hikayem hakkında, benim için çok önemli şu yorumu yaptı:

“Eğer kendini Fransız olarak tanımlarsan Fransız olursun; Türk olarak tanımlarsan Türk, Ermeni olarak tanımlarsan Ermeni olursun. Benim açımdan hiçbir sorun yok!”

Açıkçası bu tam olarak duymak istediğim şeydi ve beni çok rahatlatmakla birlikte, Ermeni kimliğime de güç katıyordu. Lakin sohbet esnasında öğrendiğim bir şey Sarin ile olan ilişkimde yeni bir krize yol açacaktı. Sarin’in “Ermenistan’daki aile üyeleri”nin statüsüne dair anlatımlarına ters düşecek şekilde, Sarkis şöyle demişti:“Eğer Türkiye’den gelen bir kişi Ermeni değilse, oturum izni alamaz. Ama eğer Ermeniyse, vatandaşlık için beklemeden başvuruda bulunabilir.”
[8:33] SARİN ve İKİNCİ İTİRAF
8-33a.png
Sarkis’in oturum izni ve vatandaşlık için gerekli evraklar ile prosedürler hakkında verdiği bilgiler, Sarin’in Ermenistan’da ailesinin geçtiğini iddia ettiği süreçlerden çok farklıydı. Sarin’in babası Kürt kimliğiyle yaşayan, Müslüman biriydi ve anlatımına göre oturum izni alarak, iki yıl sonra vatandaşlık başvurusu yapmak üzere Ermenistan’da beklemekteydi. Ermeni Katolik Kilisesi’nce vaftiz edilmiş annesi de aynı şekilde, vatandaşlık başvurusu için iki yılının dolmasını bekliyordu.

Sarkis’ten öğrendiklerimi Sarin ile paylaştım ve sanki babasına dair daha önceki anlatımlarını unutmuş gibi, “Senin baban vaftiz olmuş muydu?” diye sordum. “Bilmiyorum.” dedi. Devam ettim, “Annenin vatandaşlık için iki yıl beklemesine de gerek yokmuş. Neden hemen başvurmadı?” Cevap aynıydı, “Bilmiyorum.” Evet, gerçekten de ne diyeceğini bilmiyordu. Verecek hazır bir cevabı yoktu. Muhtemelen “bir süre idare eder”lik bir cevap için daha önce yaptığı gibi, düşünecek ve tüm yeteneklerini kullanacaktı. Süre kazanmaya çalışıyordu.

Ertesi gün işteyken ona mesaj atarak konuyu tekrar açtım. “Bilmiyorum.” cevaplarının beni rahatsız ettiğinden bahsettim. “Bilmiyorum çünkü neden olduğunu. Bilse idim söylerdim.” diye mesajla dönüş yaptı ve devam etti, “Biraz da güven bana artık. Yalancı olarak görüp devamlı da açıklama beklemen üzüyor beni.”

“Sana yalancı demedim; ciddi şüphe uyandıracak yeni bilgilere ulaştım. Elbette ki bu durumu sorgulayacağım. Bana Ermenistan’a gittiğine dair doğruyu söylemedin. Ailenin oraya taşındığı da pekala kuşkulu. Bu kuşkuyu sağlam delillerle ortadan kaldırman gerekiyor.”
“Yalancı dedin. Dün çıkarken odadan o sözü çok iyi duydum. Duyduktan sonra da epey üzüldüm. … Tamam konuşalım. Anlatacağım. Ben de kurtulayım sen de. Bu eziyetin yükünü taşıyamıyorum artık. Sonra da herkes kendi yoluna gider.”

Akşama doğru iş yerine onu almaya gittim. Babamın araya tanıdık sokmasıyla önce Sultanbeyli’de bir devlet okulunda sözleşmeli öğretmen olarak bir dönem çalışmış, ardından da kendi çabalarıyla Pendik’te bir butik dershanede edebiyat öğretmenliğine başlamıştı. Birlikte dershaneden teyzemin evine doğru yürümeye başladık. Pendik’te birlikte yaşadığımız evin eşyaları belediye vasıtasıyla evden alınarak ihtiyacı olanlara dağıtılmış; boş kalan eve de kiracılar yerleşmişti. Biz de geçici olarak teyzemin yanına sığınmıştık. Yakında ben Ermenistan’a, Sarin de Tuzla’ya arkadaşlarının yanına gidecekti.

Yolda bana, bir süre önce anne ve babasının Ermenistan’dan Türkiye’ye geldiğini ve gerekli evrakları tamamlayarak tekrar Ermenistan’a döndüklerini söyledi. Eğer geldiklerinden beni haberdar etseymiş, tanışmak isteyeceğimi bildiğinden, bunu bana söylememiş; zira uygun olmazmış!

Ailesinin Ermenistan’a falan hiç göç etmediğine dair bir itiraf duymayı beklerken, düşünüp bu hikayeyi bulması tepemi attırdı. Artık ben de “bu eziyetin yükünü taşıyamıyor”dum. Sinirli bir şekilde bu hikayeden tatmin olmadığımı söylerken, o da konuyu ailesinden çıkararak benim aşkımı yitirdiğimden, şüphelerimle ilişkimizi yıprattığımdan bahsediyordu. Ben ise konudan sapılmasını istemediğim için, yine konuyu ailesine döndürüyor, gerçeği söylemesi için ısrar ediyordum.
8-33c.png
Sonunda sokak ortasında bana bağırarak hakaretler savurmaya başladığında yoldan gelip geçenler durdu ve mevzuyu anlamaya çalıştı. Acaba genç bir kadın terbiyesiz bir adam tarafından taciz mi ediliyordu? İstemiyordum ama ben de aynı şekilde sokak ortasında bağırarak ona hakaretler yağdırmaya başladığımda herkes bunun bir sevgili ya da karı-koca kavgası olduğunu anladı ve yoluna devam etti.

Bizim bağrışmamız bittiğinde ise o bir yöne ben başka bir yöne sapıp dağıldık. Artık bu ilişkiye şans vermiyordum. Bıkmış usanmıştım artık yalanlarla gerçeği ayırt etmeye çalışmaktan. Teyzemin evine yaklaşmıştım ki telefon geldi; apartman girişinde beni tekrar konuşmak için bekliyordu. Hava kararmıştı. Pendik Burnu’nun ara sokaklarında bir süre yavaşça yürüyüp bir kaldırıma oturduk. Bana neden ailesiyle arasının iyi olmadığına dair çocukluğuna uzanan bir hikaye anlattı. Artık anlattığı şeylere inanmak istiyordum ama, elimde değildi; bu hikaye de bana inandırıcı gelmedi çünkü ilişkimiz başladıktan bir süre sonra ailesiyle ilişkisinin kesilmesini açıklamadığı gibi, ailesiyle ilişkisinin neden o zamana kadar devam ede geldiğini de açıklamıyordu.

Bu sefer sakin bir şekilde, kendisine inanmadığımı söyledim ve beni aile üyeleriyle tanıştırmasını talep ettim. Yeter ki bizi bir kez bir araya getirsindi; sonrasında onlarla hiç görüşmeyebilirdik. Baktı ki bu hikaye de yardımcı olmuyor, sonunda bana inanabildiğim, aklımın yattığı şeyler söylemeye başladı.
8-33d.png
“Ermenistan’da hiç kimsem yok! Hiç kimsem!”

Ağlamaya başladı. Konuşmaya da devam ediyordu. “Armenak diye bir dayım yok. Dayımın adı Orhan. Yaşadığı şehir …. Birkaç kez Ermenistan’a ticaret amaçlı gitti. Ben de bunu Ermenistan’da lojistik şirketi var diye değiştirdim. Babam zengin biri değil. AVM’leri falan yok. Ufak bir marketi var ve ….’da hayvancılıkla uğraşıyor. Onları zengin gösterdim çünkü sayfanı face’de ilk incelediğimde, babanla yatta çekilmiş resimleriniz vardı. Bana ne kadar eski İstanbullu bir aile olduğunuzu anlatmıştın. Altta kalmamak için ben de kendi ailemi olduğundan farklı gösterdim. Annem Katolik Ermeni Kilisesi’nde vaftiz olmuş falan da değil. O da Kürtlerin içinde yaşayan bir kadın; ama Ermeniliği vardır. Evet telefon konuşmalarımın da büyük çoğunluğu numaraydı. Bunları sana daha önce itiraf etmeyi istedim ama, seni kaybetmekten korktum.”

“Beni çok kötü aldattın. Gelecekte böylesi fena kandırılabileceğimi sanmıyorum. Kabul etmek zorunda olmasam bile, bunun için benden özür dilemen lazım.”
“Özür dilerim. Beni dövsen anlarım. Acı içindeyim.”

Ağlaması daha da hızlandı. Göz yaşları çenesinden damlıyordu.

“Bana bak!” dedim, “Seni affediyorum! Neden biliyor musun? Çünkü seni seviyorum. Gerçeği hisset. Ailenle buluşma talebimi şimdilik geri çekiyorum. Bizim biraz bu gerçeklerle birlikte yaşamamız lazım. Sonrasında da bu yeni gerçeklik düzeyiyle gelecekte neler yapabileceğimize bakmalıyız. Hadi ben seni sevdiğim için affediyorum; peki kandırılan diğer insanlar nasıl ve neden affedecek? Diğer yandan, sana Sarin demeye devam edeceğim; çünkü sen Sarin olmalısın. Ermenilerin herkese ihtiyacı var. Ermeni kalmaya, Ermeniliğini korumaya devam et. Teyzeme de bir şey söylemeyeceğim. Daha önce anlatılan hikayeye bağlı kalalım. Ama artık bana bir daha yalan söyleme.”

Gözyaşlarını sildi. Bir süre sessiz kaldık. Sonra da teyzemin evine geçerek, hiçbir şey olmamış gibi tavır sergiledik.
[8:34] “GÜZELSE BİZ DE GELİRİZ”
8-34b.png
Babamla birlikte Ankara’ya bir ziyaret gerçekleştirdik. Kimliğinde ismi “Armenak”, dini “Hristiyan” yazan bir kişi olarak, halamla ve amcamla ilk kez görüşecektim. Babamla aramın “iyi” olduğunu göstermek benim için stratejik önemdeydi. Anneme buna dair bir mesaj gideceğini düşünüyordum.

Amcamla bir araya geldiğimde aramızda şöyle bir diyalog geçti:
“Ee ne yapıyorsun bakalım?”
“Pasaport almak için hazırlanıyorum.”
“Nereye gidiyorsun?”
“Ermenistan’a.”
Bir süre sessizlik…
“İyi bakalım. Git de bize de anlatırsın. Güzelse biz de geliriz.”

Ankara dönüşü, 15 Mart tarihinde pasaportumu aldım. Gitmek için artık önümde hiçbir engel yoktu.
[8:35] “ERMENİSTAN’DA BİR TÜRKİYELİ”
8-35a.png
Mustafapaşa’da Sarin’le birlikte yaşar ve bir gün Ermenistan’a göçmenin hayallerini kurarken, her gün Ermenistan’ın resimlerine, videolarına bakardım. O kadar fazla görsel ile doldurmuştum ki hafızamı, rüyalarımda bile kendimi Ermenistan sokaklarında gezerken görmeye başlamıştım. Türkiye bana ne kadar kara bulutların üzerinde gezdiğini bir ülke olarak geliyorsa, Ermenistan da o kadar aydınlık ve parlak bir ülke olarak geliyordu. Sokaklarında heykeller, parklar bahçeler ve “sanatsever-barışçıl-medeni” insanlarıyla, bir düşler ülkesiydi. Elbette sosyo-ekonomik sıkıntılar çektiğini biliyordum; ama bu onların suçu değildi.

Sarin’e en büyük iltifatım, “Ermenistan’dan bile çok seviyorum seni!” demekti. Fakat zamanla Sarin’e olan aşkım sönükleşti ve kalbimde birinci sırayı Ermenistan aşkı aldı. O, beni hiç tanımayan bir sevgiliydi. Ben ise ona hiç açılmamıştım. Hiç birlikte gezip dolaşmamıştık. O uzaktan bakıp aşka düştüğüm ve hakkında kendime göre hayallere kapıldığım bir sevdaydı.

Ermeni tarihine dair kitaplarla birlikte, adını görüp merak ettiğim bir kitabı da böylesi duygular içinde sipariş etmiştim: “Ermenistan’da Bir Türkiyeli”. İstanbullu amatör tiyatrocu, emekli öğretmen ve Agos gazetesi köşe yazarı Bercuhi Berberyan kitapta on günlük Ermenistan anılarını kaleme alıyordu. Heyecanla kitabı okumaya başladım. Kim bilir Ermenistan’dan onun kaleminde ne tatlı bir esinti ciğerlerime dolacaktı.

Kitabı okumaya başladım ve daha başından itibaren başımdan aşağı kaynar sular dökülmüş gibi oldu! Ermenistan’a istemeye istemeye gidip, daha da bir İstanbul’a bağlanmış halde dönmüştü Berberyan. Ermenistan’ın doğasına, Ermeni insanının taş işçiliğine hayran kalmıştı. Gel gelelim günlük hayatın konusu olan insan nesnesine dair çok çarpıcı eleştirileri vardı. Sanki resimlerine, videolarına bakarak aşık olduğum bir kız için, “Bak arkadaş, senin o aşık olduğun kız tam olarak senin sandığın gibi değil!” diyordu. Tepkim, biraz Yeşil Çam repliğiyle, “Nayııır, nolamaaz, yalan söylüyorsuuun!” demek gibi oldu.
8-35b.png
Mart 2013’te, pasaportu da cebe koyduktan sonra, Ermenistan’a gitmek ve gerçeklerle yüzleşmek için gün sayıyordum. Aklıma Berberyan’ın anlatımları geliyordu. “Göreceğiz bakalım!” diyordum içimden. Kitabını sık sık elime alıyor, birkaç paragraf okuyup yine sinirlenerek bir kenara atıyordum. Aradan bir süre geçti, kitabı alıp, Berberyan’ın en ters, en çarpıcı eleştirilerinin ve ifadelerinin bulunduğu kısımları bir araya getirerek not haline dönüştürdüm. Facebook’ta bu notu paylaşırken, Ermenistan’da yaşayan ya da Ermenistan’da daha önce bulunmuş insanları hedefliyor, “Hayır Berberyan yanılıyor, hiç de anlattığı gibi değil.” demelerini bekliyordum. Ama beklediğimden daha farklı bir şeye yol açtım. Alıntılardan oluşan not bir anda her okuyan tarafından paylaşılmaya başlandı. Paylaşanların arkadaşları da okuduktan sonra paylaşıyordu. İşin ilginci, benim gibi öfkeli Ermenilerin birçoğu da Ermenistan’a gitmeden yorum yazıyordu. Eleştirilerin bir kısmı ise şöyle bir ortak mesajı içinde barındırıyordu: “Bu anlattıkları doğru olsa bile, söylenecek şey mi yani! Ne gerek var? Ermenistan düşmanlarının eline koz verilmiş olunmuyor mu? Ermeniliğe sığar mı bu!”

Bir noktadan sonra iş çığırından çıkmaya başladı. Berberyan’a küfürlü yorumlar, hakaretler yanında, yazı yazdığı Agos’u boykot etmeye çağıranlar da oldu. Berberyan’ın konuk olduğu programa bile canlı yayında kitabı hakkında sert mesajlar gitti. Berberyan’ı biraz çekiştirmek, dedikodusunu yapmak isterken, bir hafta içinde ortalığı istemeden iyice karıştırmış oldum ve “linç kampanyası” yürütmekle, hatta Türkiyeli Ermenileri “Ermenistanlaştırma politikası” gütmekle suçlandım.

Amacını aşan bu durum karşısında derlediğim notu sayfamdan kaldırdım ve Hyetert’te süreci açıkladığım bir yazı kaleme alarak, “maksadı ve terbiye sınırlarını aşan kimi tepkilere sebep olduğum için, ilgili tüm taraflardan özür dilerim.” diyerek bitirdim. Diğer yandan, bu karışıklık bir çok yeni insanla tanışmama da vesile oldu.
[8:36] SİCİLİM TEMİZ
8-36a.png
Ermenistan’a gidiş öncesi, kendimle beraber götürmek üzere ilgili ilgisiz ne kadar evrak varsa topluyordum. Teskere kağıdı, diplomalar, vaftiz belgesi, nüfus kayıtları... Sicil kaydımı almak üzere ise yine İstanbul Anadolu Adalet Sarayı’nın yolunu tuttum. Yattığım süre göz önünde bulundurularak, infazın geriye işletilmesi sonucunda, devletle hesabı kapatmıştım ve bu sayede yurtdışı yasağım da kaldırılmıştı. Aradan geçen iki buçuk aylık sürede, yasadışı örgüt üyeliği suçunun sicilime işlediğinden emindim. Böyle “dolu” bir sicil kağıdı, Türkiye’de işleri zora soksa da, büyük ihtimal Ermenistan’da işleri kolaylaştıracaktı.

Memur kağıdı uzattığında nefesimi tutup kağıda baktım. O da ne!? Sicilim temiz görünüyordu! Şaşırdım. Bürokratik bir gecikme nedeniyle henüz suç kaydımın yapılmamış olduğunu düşündüm.
[8:37] ÜNİFORMANIN ÜSTÜNLÜĞÜ
8-37b.png
On dört yaşında gittiğim bir sinema filmini hiç unutmadım. Orijinal adı Starship Troopers idi. Yine çoğu zaman olduğu gibi, sinemaya tek başına gitmiştim; ama filmi izledikten sonra daha önce hiç yapmadığım bir şeyi yaptım: birkaç gün sonra yine gittim.

Film, Robert A. Heinlein adında eski bir askerin romanına dayanıyordu. Gelecekte geçen filmde dünya devleti kurulmuştu ve insanlar ikiye ayrılıyordu: vatandaşlar ve siviller. Bir sivil ancak yıllar süren zorlu askerlik hizmeti sonrasında bir vatandaşa dönüşebiliyor ve böylece oy kullanma hakkına sahip oluyordu. Ancak askerlik zorunlu da değildi. İsteyen sivil kalmayı seçebiliyordu.

Filmin başlarında kahramanı okul sıralarında görüyorduk. Dersle ilgilenmiyor, sevdiği kızın resmini yapıyordu. Öğretmeni Rasczak ise resmi ideolojinin dersini vermekteydi:

Rasczak: “Toparlayacak olursak, bu yıl demokrasinin neden işe yaramadığını ve sosyal bilimcilerin dünyamızı nasıl kaosun eşiğine getirdiğini gördük. Eski askerler üzerine konuştuk. Yönetimi nasıl ele geçirdiklerini ve günümüze kadar nesillerdir süren istikrarı nasıl getirdiklerinden bahsettik. Bunları biliyorsunuz ama bu sene size hiç değerli bir şey öğrettim mi acaba? Sen! Söyle bakalım neden sadece vatandaşlar oy kullanabilir?”

Öğrenci: “Bu Federasyon’un Federal Hizmet’ten dolayı verdiği bir ödüldür.”

Rasczak: “Hayır. Hayır! Verilen bir şeyin hiçbir değeri yoktur. Oy kullandığında politik otoriteni kullanırsın; güç kullanırsın ve arkadaşlar, güç şiddettir. Şiddet tüm diğer otoritelerin içinden türediği, en üst otoritedir. Diğer otoriteleri ortadan kaldıran en büyük otoritedir.”

Bir başka öğrenci: “Annem ‘Şiddet hiçbir şeyi çözmez.’ der.”
Rasczak: “Sahi mi? Acaba Hiroşima’nın yöneticileri bunun hakkında ne derdi? Sen!”
Bir başka öğrenci: “Hiçbir şey diyemezlerdi. Hiroşima yok edildi.”
8-37c.png
Rasczak: “Doğru! Katıksız şiddet tüm tarih boyunca diğer bütün faktörlerden daha çok sorun çözmüştür. Şiddetin hiçbir şeyi çözmeyeceği karşı görüşü, bir hüsnükuruntudur ve de en kötüsüdür. Böyle düşünenler her zaman bedelini öder. Riko, bir sivil ile bir vatandaş arasında eğer varsa, ahlaki fark nedir?”

Riko: “Bir vatandaş siyasal yapının korunması için bireysel sorumluluk alır ve onu hayatı pahasına savunur. Bir sivil ise bunu yapmaz.”
Rasczak: “Metinde yazanın aynısı. Peki bunu anlıyor musun? Buna inanıyor musun?”
Riko: “Bilmiyorum.”

Filmi yıllar sonra tekrar buldum ve birkaç kez bilgisayardan izledim. Rasczak’ın sorusunu kendime soruyor, “Anlıyorum! İnanıyorum!” diyerek cevaplıyordum.
* * *
Ermenistan’da 18 Şubat 2013 tarihinde yapılan seçimlerden %58 oy ile Cumhuriyetçi Parti lideri Serj Sarkisyan galip çıktı. Onu %36 oy ile Miras Partisi’nin lideri Hovannisian takip ediyordu. 2008’de olduğu gibi, muhalifler yine seçimleri hileli ilan etti ve ülkede karışıklıklar baş gösterdi. 8 Nisan’da Ermenistan Ordusu’nun epik bir klibini paylaşarak, üzerine şöyle yazdım:

“Ter-Petrosyan mı yoksa Sarkisyan mı? Hovannisyan mı yoksa Sarkisyan mı? Seçimler hileli miydi yoksa değil miydi? Salla! Bırakalım bizi Ermeni Ordusu yönetsin!”
8-37f.png
Bu paylaşımı ve yorumu fazla beğenen de çıkmadı, fazla yorum yapan da. Bir Amerikalı Ermeni şöyle diyordu: “Sen gerçek bir Ermenisin Armenak. Ermenistan’ı ve Ermenistan’ın çıkarlarını korumanın en iyi yolunun bu olduğuna eminim.” Kanadalı bir başka Ermeni ise, “Ermeni yurdundan geriye kalan o küçük toprak parçasını ordu idare etmez, orduyu da Moskova yönlendirmezse, düşmanlarımız yarım kalan misyonlarını hasarsız tamamlar.” 

Asıl hareketlilik 12 Nisan’da “Ermeni gençlerin yüzde 74’ü askerlik yapmasının gerekliliğini savunuyor” başlıklı bir haberi paylaşıp üzerine yazdığım şu yorumdan sonra oldu:

“Anlaşılan o ki, soykırıma uğramış bir milletin gençleri, özelikle de Ermeni bayrağını gururla dalgalandıranları, ‘Soykırıma Dur!’ demenin yolunun, keyfe keder işler uluslararası ‘hukuk’tan çok, yiğitçe silah kuşanıp gerektiğinde düşmanın karşısına korkusuzca dikilmekten geçtiğinin bilincinde. Ancak o yiğitliğin herkeste olmadığını da biliyoruz. ‘Vicdani ret’ eğer insan-i bir hak ise, o zaman gönüllü olarak askerlik hizmetinde bulunanlar ile bu hizmeti yerine getirmeyenler arasında ayrım yapmak da devlet-i bir haktır! Üniformalılar ile üniformasızlar eşit olamaz! Ya herkes zorunlu olarak askerlik yapacak ve eşit haklara sahip olacak ya da askerlik gönüllü olacak ve gönülsüzler ikinci sınıf vatandaş olacak.”

Bu fikir tamamen Starship Troopers filminden ilham alarak ortaya attığım bir önermeydi. Fikri uyarlıyor ve tamamen inanarak söylüyordum. Akabinde çok ünlü bir Ermeninin yakını ile konu üzerine tartışmaya başladık.
8-37d.png
Y: “Bu çağda bir ülkeyi korumanın yolu güçlü bir orduya sahip olmak değildir. Teknolojik üstünlüğe sahip olmaktır. Zira karşılıklı savaş modeli, egemen güçlerin mandası altında tuttukları az gelişmiş ülkelerde her sıkıntıya düştüklerinde sahaya sürdükleri ve o ülkenin gençlerinin hayatı üzerinde oynadıkları oyundan başka bir şey değildir. (…) Ermeni tarihi kahraman orduların tarihi değildir. Ermeni tarihi üretken bir toplumun, Anadolu uygarlığının başat kültürünün tarihidir. (…) bizler tc gibi palavra kurtuluş savaşları icat ederek gençleri kör nefret kuyusuna hapsetmemeliyiz. Geleceklerini karartmamalıyız. (…) zeki ve akılcı politikalardır Yahudileri güçlü kılan. (…) üretken bir toplum olmamızın ve de üzerinde yaşadığımız toprakların jeopolitik konumu nedeniyle her gelen barbar canımıza okuyup geçti. Bu geçmişte insan ve asker sayısı ile ilgili bir durumdu. (…) artık bir gencimizi dahi bu kirli oyunda kaybedecek tahammülümüz yoktur. (…) Asimilasyon soykırımdan da büyük bir felakettir. Bu nedenle gençlerimize aidiyetleri ile gurur duyacakları gerçek kimliğimizi yani medeniyetler tarihinin en önemli unsurlarından biri olduğumuzu iyi ve doğru anlatabilmemiz gerekir. Anadolu’da yüzlerce kavim yaşamış ve zamanla yok olmuşlardır. Bunların büyük bölümü savaşçı, askeri güce dayalı kavimlerdi. Ermenilerin bu kavimlerden farkı vardı ve bu fark onu onca kırımlara ve soykırımlara rağmen bugünlere kadar getirdi. O da genlerine işleyen medeni gelişimi ve kültürüdür. Bugün tüm dünyaya yayılmış olan ermeniler bu genleri sayesinde yeniden var olabildiler. Bundan sonra hak ettiği geleceği ancak ve ancak geçmiş kültürüne dönmekle bulabilir. (…) beyaz soykırımı engellememizin tek yolu Ermenistan’la bağlarımızı güçlendirmektir. Bu nedenle yaşadığımız ülkelerin kültürlerini Ermeni kültürü ile harmanlayıp zenginleştirip Ermenistan’a taşımalı, kendine yeter bir ülke olmasını sağlamalıyız. Beyaz soykırımı engellemenin yolu yüzümüzü Ermenistan’a dönmektir. Özetle, UĞRUNA KAN DÖKÜLEN TOPRAKLAR VATAN DEĞİLDİR; EMEK VERDİĞİN, TOHUM EKTİĞİN, ÜRETTİĞİN TOPRAKLAR VATANDIR. İşte Ermeni kültürünün özü budur.”

Armenak Taçyıldız:
1- Kültür ve medeniyetin doğuşu ve yıkılışı, birtakım ırkların ‘kültür doğuran genleri’ sayesinde olmamıştır. Medeniyet tarım ile başlamıştır. Tarım birtakım bitkilerin ve hayvanların evcilleştirilmesiyle başlamıştır. Peki evcilleştirilebilen bu bitki ve hayvanların çok büyük bir bölümünün bulunduğu coğrafya neresidir? Cevap: Ortadoğu; Bereketli Hilal. Çıkarım: İnsanların medeni mi yoksa barbar mı olduğuna genleri değil coğrafi talihleri karar verir. (Bknz. Tüfek, Mikrop ve Çelik / Jared Diamond)

2- Ermeni ulusunun kökenine dair çeşitli argümanlar vardır. Bunları temel olarak ikiye ayırmak mümkün: Hint-Avrupa teorisini kabul edenler ve etmeyenler. Bu iki görüşün ortak yanı, her iki tarafın da Ermenileri savaşçı olarak tasvir etmesidir. Hint-Avrupa kökenli Ermenilerin “Ermenistan’ı Ermenileştirmesi”ni incelemek için kaynak: Ermenilerin Tarihi/René Grousset; Ermenilerin kökü olarak Hayasaların “savaşçı bir ırk” olduğunu incelemek için kaynak: Hayasa-Ermenilerin Beşiği/Prof. Ğapantsyan

3- Tarihe baktığımızda pek çok uygarlıkla karşılaşırız: Asurlular, Romalılar, Aztekler vs.. Bunların çoğu militaristtir. Daha yakına geldiğimizde Prusya Krallığı, İngiliz İmparatorluğu, Japon İmparatorluğu sayılabilir. Nihayetinde en “demokratik” ve en “gelişmiş” ülkeye geliriz: Amerika! “Amerikan emperyalizmi”ni ayakta tutan doların gücüdür. Dolar ise gücünü ABD ordusunun gücünden alır. (Bknz. Dolar olmasa ABD Yunanistan gibi olur / Süleyman Yaşar)
8-37g.png
4- Militarizm yalnız imparatorluklara, emperyalistlere has bir özellik de değildir. Yumruğun gücü o kadar hakikidir ki, gardınızı iyi almadığınız sürece sizi yere yıkar. Ya da siz baştan teslim olursunuz ve soyulmak için yere yıkılmanıza gerek kalmaz. 2. Dünya Savaşı sonrasında, sömürge olmaktan kurtulan pek çok devlet, özgürlüğüne militarizm ile sahip çıkmıştır. Örneğin Kuzey Kore, Myanmar, Tayland, Liberya, Nijerya, Uganda. (Venezuella da İspanyol sömürgesi olmaktan kurtulduğunda militarizme sarılmıştır.) Ama gel gelelim bu ülkeler “Batı” nezdinde, “insan hakları” ihlalleri yapan, gelişmemiş, geri kalmış, çağ dışı ülkeler olup, “uygun şartlarda” demokratikleştirilmelidir. Oysa yakından bakıldığında, kendileri oligarşiktir!

5- “Uğruna kan dökülen topraklar” değil de, “Emek verdiğin, tohum ektiğin, ürettiğin topraklar”ın vatan olması ayrımı yine temel ikilemden kaynaklanıyor olsa gerek: medeniler-barbarlar; yerleşikler-göçebeler … Peki canını kurtarmak için 50 çeşit ülkeye göç eden Ermenilerin şimdi kaç adet vatanı olduğunu düşünmeliyiz? Ve Ermenistan’da emek vermemiş, tohum ekmemiş insanların ‘beyaz soykırımı engelleme’nin tek yolu olarak, ‘Ermenistan’la bağlarını güçlendirmek’ istemesi hangi vatan tanımı ile açıklanacaktır?

6- “Gerçek düşmanlar olmadan, gerçek dostlar olmaz. Ne olmadığımızdan nefret etmediğimiz sürece, ne olduğumuzu sevemeyiz.” – Ölü Lâgün/Michael Dibdin –

Y: “'birtakım ırkların genleri kültür doğurur' u nereden çıkarttın? Galiba ben iyi ifade edemedim. Ben ırk kelimesini hiç kullanmam. Hele hele aidiyetleri ırkçılık üzerinden tanımlamam. Bilim dünyası ırk sözcüğünü canlıları tasnif etmek için kullanır; 'insan ırkı' gibi. Doğrusu da bence budur. İlkel çağdan başlayarak bir arada yaşamayı seçen insan toplulukları aralarındaki ilişki ve iletişim yollarını geliştirirler. Artı değerler üretmeye başlarlar. Buna kültür denir. Bu kazanımlar kuşaktan kuşağa gelişerek devam eder ve adeta onları tanımlayan kimlikleri halini alır. İşte buna biz 'genlere işlemiş' kültür deriz. Tarih ise değişik toplumları işte bu özellikleriyle kayda geçirir. Kimi toplumlara barbar kimilerine uygar gibi sıfatlar takar. Söylediğimiz budur. … Tabi ki İnsanların medeni mi yoksa barbar mı olduğuna genleri karar vermez! Ancak coğrafi konum ve işi talihe bağlamak, barbarlıklarına kılıf bulmaya çalışanların argümanıdır. … ve dikkat! bir taraftan milliyetçi diğer tarafdan da sosyalit geçinirsen bu işin sonu nasyonal sosyalizme varır.”

Armenak Taçyıldız:
1- "Medeniyet, çeşitli şekillerde kullanılmış, tartışmalı bir terimdir. Birincil olarak, teknoloji, bilim ve iş gücünün sınıflandırılması açısında, karmaşık insan kültürlerinin maddi ve araçsal yönünü işaret eder. Böylesi medeniyetler genellikle hiyerarşik ve şehirleşmiştir. Klasik bağlamda, uluslar kendilerini barbarlardan, vahşilerden ve ilkel insanlardan ayırmak için 'medeni' olarak adlandırmıştır. Günümüz bağlamında 'medeni halklar', yerlilere ve kabile topluluklarına karşıt olarak kullanılmaktadır. 'Medeniyet' ve ilişik konseptlerin kullanılması tartışmalıdır çünkü üstünlük ya da aşağılık ifade edebilir. Bu terimi daha az sert bir şekilde, yaklaşık olarak -insan topluluklarını önemli ve açık bir şekilde ayıran tüm her şey anlamındaki- 'kültür'e tekabül eden bir kullanım eğilimi de vardır." (Bknz. Wikipedia - Civilization / Çeviri bana ait.)
8-37ğ.png
2- Ortadoğu: Buğday ve arpanın gen merkezi
Çin: Pirincin gen merkezi
Amerika: Mısır, kabak, baklagilin gen merkezi
Afrika: Süpürgedarısı, akdarı, yerelmasının gen merkezi

Şunu bilmek gerekir, tarımsal olarak yetiştirilebilir her bitki, insan toplumunun gelişimi açısından eşit ölçüde avantajlı değildir. Yetiştirme kolaylığı, saklama kolaylığı ve besin içeriği açısından bazıları diğerlerden daha avantajlıdır. İlk olarak Ortadoğu'da buğday ve arpa ile başlayan tarımı (ki bu da koşulların dayatmasıyla elde edilmiş bir durumdur; yani bitki ekip biçmeyi "akıl edenler" sayesinde iradi olarak "icat" edilmemiştir), yüksek verimli bir diğer ekin olan pirinç ile Çin takip etmiştir. Nerede tarım başladıysa (başlayabildiyse), orada yiyecek arttı ve insanlar yiyecek bolluğu içinde, bütün gününü yiyecek avlayarak ve toplayarak geçirmeyi bırakıp, iş bölüşümüne gittiler. Bu da tekniğin gelişmesini sağlayarak medeniyetleri var etti.

Ama sadece bitkisel avantajlar insanları eşitsiz kılmadı. Hayvanların evcilleştirilme süreci de bu eşitsizliğe önemli katkılar sağladı. On bin yıl içerisinde, evcilleştirilebilen on dört adet otoburdan, lama dışında diğer on üçü, Avrasya'ya aittir. Bunlardan "dört büyük" olan domuz, koyun, keçi ve sığır ise, köken itibariyle yine Ortadoğu'ya aittir. Ortadoğu adeta coğrafi olarak kutsanmıştır! Endüstriyel dönemden önce, en güçlü makineler yük hayvanlarıydı. İnsanları taşıdılar. Sabanın icadıyla, toprağı sürdüler. Etinden, sütünden, derisinden yararlandıkları hayvanlar, onları bir kez daha iş gücü kaynakları olarak avantajlı kıldı.

Lakin, yeşillikli ve sulak olan "bereketli hilal"in, ekolojik bir felaket ile verimsizleştiğini ve buradan en avantajlı bitki ve hayvanların yayıldığını görüyoruz. Ama siz buğdayı alıp, tropikal bölgede yetiştiremezsiniz ya da kutup ikliminde. Dolayısıyla Avrupa ve Asya, Ortadoğu ile aynı enlemde bulunması ve bundan dolayı da eşit gün uzunluğuna ve benzer iklim, bitki örtüsüne sahip olduğu için, iyi bir ev sahibi oldu. Bu avantajlı bitki ve hayvanlarla tanışan toplumlar hızla değiştiler. Mısır medeniyeti ya da Yunan medeniyetinin var oluş sebebi budur. Günümüze kadar gelen, bazı insanların "ilkel" ya da "geri" kalmışlığının sebepleri de, yine coğrafi belirlenimdir.

3- "...'verimli Ermeni toprağı' göl çökeltilerinin -marn, kil ve kalker- volkanik topraklarla karışımından oluşmuştur; bu volkanik topraklar, Vezüv'ün eteğinde olduğu gibi Ararat'ın eteğinde de, yeryüzünün en bereketli topraklarındandır. Nasıl ki Mısır tarımı Nil'in bir armağanıysa, nasıl ki Çin tarımı lösün bir armağanıysa, Ermeni tarımı da yanardağın ve gölün armağanıdır." (Bknz. Ermenilerin Tarihi; Böl. Verimli Ermeni Toprağı / René Grousset)

4- Yukarıda izah etmeye çalıştığım "ekolojik determinizm" barbarlığı/vahşiliği/ilkelliği haklı kılmak için midir, yoksa 1500'lü yıllardan başlayıp, 1900'lü yılların ortasına kadar devam eden sömürgeciliğin, kendini meşru kılan "genetik üstünlük" tezlerini haksız kılmak için midir? Tüfek, Mikrop ve Çelik kitabı ile Pulitzer ödülü kazanan, biyoloji profesörü Jared Diamond şöyle diyor: "Bana göre ırk üzerinden yapılan birçok açıklama çok anlamsız. Yeni Ginelilerin genetik olarak daha az gelişmiş olmalarına inanmamı engelleyecek gerçekten akıllı birçok Yeni Gineli tanıyorum. Öğrenmedeki çabuklukları ve becerileri beni hep etkilemiştir. Yeni Gine'de geçirdiğim yıllar dünyadaki insanların temelde birbirlerine benzediğine inanmamı sağladı. Dünyanın neresine giderseniz gidin, akıllı, yetenekli ve hareketli insanlar bulabilirsiniz. Hiçbir toplumun bu özellikler üzerinde bir tekeli yok."
8-37h.png
5- Ben sizi yanlış anlamışım. Siz açıklayınca daha iyi anladım. Genler kültürü doğurmuyor. Medeniyet ve kültür (her nasılsa artık) bir şekilde var oluyor ve onunla uzun süre uğraşan milletlerin genlerine işliyor!! Mantıksal karşılığı ise, medeni olmayan barbarlar ya da ilkeller böyle bir genetik sinme(!) hadisesinden yoksunlar. Örneğin bir Moğolu ya da bir Yeni Gineliyi çocukken alıp kültürün medeniyetin içine de koysanız, bilimle ve sanatla da uğraştırsanız nafile, çünkü barbarlık ya da medeniyetsizlik genlerine işlemiş.

Bu genlere medeniyetin işlemesi nasıl bir şey acaba? Mesela Lamarkizm vardır. Bir adam sporla uğraşıp kaslarını geliştirince, bu gelişmişlik çocuğuna da geçer. O da güçlü olur. Ya da Lamark'a göre zürafaların boynu neden uzundur? Çünkü zürafalar ağaç dallarına kısa boyunlarını uzata uzata, nesillerine boyun uzunluğu sağlamıştır. Anlaşılan o ki, biz de atalarımız sanatla, ilimle irfanla uğraşa uğraşa "medeni" doğar hale geldik. Bu da "genetik üstünlük" değil mi ? Genlerine medeniyet işleyenler ve genlerine medeniyet işlemeyenler...

6- Sayfamın hiçbir yerinde "sosyalist" olduğumu bırakın ifade ettiğimi, imâ ettiğimi bile göremezsiniz. Değil sosyalistliği, "solcuyum" demişliğim de yoktur. Ha, ömrümden beş yıl sosyalist bir devrim için mücadeleye gitmiştir, o ayrı. Fakat Nasyonel Sosyalist olabilmem için, halklar arasında genetik üstünlük - aşağılık olduğuna inanmam da gerekmez mi? Ben böyle bir şeye inanmıyorum.

7- "Küçük Hayk ve Yüksek Hayk toprakları üzerinde MÖ 15. yüzyılda, Haya ırklarından Hayasa-Azzi ırk-soy birliğinin oluştuğunu ve yaklaşık üç yüzyıl boyunca Hititlerle savaştığını biliyoruz. Savaşçı bir ırk olan Hayasalar'ın başı, Hititler tarafından 'kral' diye adlandırılıyordu. Hayasa, özel orduya, hayli gelişmiş ekonomi ve kültüre sahipti." (Bknz. Mitolojik Ermeni Tarihi, Ek: Ermeni Halkının Doğuşuna Bilimsel Yaklaşım; Keğam Kerovpyan)

Bu alıntıda, görüyoruz ki savaşçılık açısından - Ermenilerin kök gruplarından belki de en önemlisi -Hayasalar, Anadolu'nun savaşçı kavimlerinden farklı değil. Savaşılan Hititlerin, ilk tarih yazıcılığını başlatan, Anadolu'da ilk geniş çaplı ticareti yapan, çivi yazısı ve hiyeroglif kullanan bir kavim olduğunun altını çizdiğimizde, uygarlık açısından Hayasalara kıyasla bir eksiklerini de görmüyorum.
8-37j.png
"Asur ve Urartu, her ikisi de bütün hasımlarına, kendi zamanlarındaki eski uygar dünyanın milletlerine direndikten sonra, Hint-Avrupalı göçebelerin sınırlarında kaynaşmasından bitkin düşmüşlerdi. Bu bitkinlik ikisinin birbiri ardına çöküşünü açıklıyor; önce Asur'un Medlerin darbeleri karşısında yıkılması (612), ardından Urartu'nun ilk Ermenilerin darbeleri karşısında yıkılması (612 ile yaklaşık 585 arasında). Şunu belirtelim ki, her iki durumda da, eski uygar imparatorlukların Hint-Avrupa ailesinden çıkmış genç güçler tarafından yıkılması söz konusudur." (Bkz. Ermenilerin Tarihi; Böl. Ermenistan'ın Ermenileştirilmesi - René Grousset)

Bu alıntıda ise, Ermenilerin kök gruplarından ikinci önemli grup olan Armenlerden bahsedilmektedir. Karşımıza "eski uygar imparatorluklar"a karşı göçebe genç güçler çıkmakta. İşte burada hakikaten bir FARK var. Ama o fark, medeniliğin Armenlerden çok Urartularda olduğuna yönelik etarih.net adresinde Urartular için verilen bilgilerden bir kısmı şöyledir:

"Urartular: Sanata önem verdiler. Sanat alanında özellikle maden işlemeciliğinde ileri seviyelere ulaştılar. Kuyumculuk, hayvancılık, ağaç oymacılığı, maden işlemeciliği ile geçimlerini sağladılar. Çivi yazısı ve hiyeroglif kullanmışlardır."

Yalnız iş, yerleşik savaşçı Hayasalar ile (Grousset'e göre) "göçebe" savaşçı Armenler ile bitmiyor. Prof. Ğapantsyan'a göre: Hayasa ırk birliği, yöredeki birkaç ırkı da kendine bağlayıp doğu ve güney doğuya yayılmaya başladı; sonuçta, MÖ 6.-5. yüzyılda Hayasa ve Arme ırk toplulukları birliği gerçekleşti ve bundan da Ermeni halkının çekirdeği meydana geldi. Bunu, Ermeni platosundaki diğer ırk grupları ve Urartular'ın önemli bir bölümü ile Küçük Asya'ya yerleşen Kimmer-İskit boylarının da bu çekirdeğin içinde eriyip özümsenmesi izledi.

"Prof. Garipyan ise en az iki yüz soyun, feodal bir toplum meydana getirerek, birleşip Ermeni halkını oluşturduğunu; bu iki yüz soyun yöneticilerinin Ermeni halkının asillerine, beylerine, sahiplerine, kısacası Ermeni feodallerine, toprağa bağlı alt kesimininse serf-köylüye dönüşmüş olduğunu düşünüyor." - Keğam Kerovpyan -
Benim bundan anladığım şudur: Y'nin özellikleri bakımından itina ile Ermenilerden ayırıp farklı bir yere koyduğu "zamanla yok olmuş" ve "büyük bölümünün savaşçı ve askeri güce dayalı kavim", daha genç ve daha güçlü bir kavim tarafından sindirilmiştir. Herhalde, bunun askeri güçten bağımsız olmayacağını hepimiz kestirebiliyoruz.

Samuel P. Huntington "Medeniyetler Çatışması" adlı kitabında "kültür ideolojisi çekici ise, diğer uluslar o ülkenin liderliğini kabul etmekte daha istekli" olmaktadırlar diyen Joseph Nye'i şöyle eleştiriyor: "Acaba kültür ve ideolojiyi çekici yapan nedir? Kültür ve ideoloji maddi başarı ve etkiden kaynaklanıyorsa çekici olabilmektedir. O halde yumuşak iktidar sert iktidarın temelleri üzerinde yükseliyorsa gerçek bir iktidardır. Sert içerikli ekonomik ve askeri iktidardaki artış, diğer insanlarınkiyle karşılaştırıldığında kendine güven, kendini beğenme ve kendi kültürünün üstünlüğüne inanma gibi hususları veya yumuşak iktidarı güçlendirmektedir ve bu yumuşak iktidarın diğer insanlara daha çekici gelmesine de neden olmaktadır. Ekonomik ve askeri iktidardaki azalış, o ülkenin kendinden kuşku duymasına, kimlik krizine ve ekonomik, askeri ve siyasal başarının anahtarlarını diğer kültürlerde arama çabasına girmesine neden olmaktadır."

Hayasaların yaptığı da bu olsa gerek: sert iktidarın temelleri üzerinde yükselen gerçek bir iktidar kurmak ve onu diğer kavimlere özendirici hale getirmek!

Yazının vardığı sonuçlar şunlardır:
A- Genetik olarak herkes eşittir.
B- Ermenileri tarih sahnesinde görünür kılan, bir takım temel kavimlerin SAVAŞMA KAPASİTESİdir ve bu kapasite kendine başka kavimleri de eklemleyerek hem alan hakimiyetini, hem ekonomik gücünü, hem de kültürünü geliştirme imkanı sağlamıştır. (Not: Bu "kapasite"yi genetik yatkınlığa bağlamıyorum.)
8-37m.png
Y: Armenak kardeşim, sayende Ermenilerin ne savaşçı bir toplum olduklarını öğreniyoruz! Bu arada başka bir şey daha öğrendik, istilacı Ermeni göçmenlerin gelip Urartuları yok ettiklerini! Yani bizim de geçmişimizde affedilmez bir soykırım yaptığımızı? Öyle mi? O halde bundan böyle hiç bir Ermeni bize soykırım yapıldı diye tepinmesin! Ne derler; eden bulur! … İstersen biraz somut yaşanmışlıklarla konuyu ele alalım. Tehcirde bir kısım Ermeniler tehcire gönderilmediler, niçin? Kaşları siyah olduğundan mı yoksa onlar da tehcire yollanırsa, ekmek yapacak fırıncı, çarık dikecek çarıkçı, at nallayacak nalbant kalmayacağından mı? Osmanlıda asırlarca zanaatı sanatı ve tarımı üstelenegelmiş bu meziyetleri yanısıra gene Osmanlının en önemli yaşamsal noktalarında Ermenileri kullanması nedendir? Ermenileri böyle diğerlerinden farklı kılan neydi? Medeniyet ve kültürleri olmasın? … Gelelim sonuç bölümüne... Genetik olarak herkes eşit değildir! Bunun için google'da genetik yaz sonuçlarına bak. Genlerin aktarımı konusunda özellikle nasyonal geographic kanallarını izlemek faydalı olur… Ermenilerin savaşçı oldukları iddiası ise geçmiş delilleriyle bulgularla somutlaşmadan daima tartışmaya açıktır... Tüm bu yan kanallı sorgulamalar ilk söylenen vicdani retçileri ikinci sınıf vatandaş görme mantığını cevaplamaz...Bir insan inançları nedeniyle veya her hangi bir dünya görüşü nedeniyle eline silah almayı red edebilir. Devlet bu nedenle vicdani ret hakkını kullanan bireyi ikinci sınıf vatandaş olarak göremez! En vahimi ise üniformalıların diğerlerinden üstün tutulması. Bu alenen cunta sistemidir ve de hiç bir devlete fayda getirmemiştir. Son örnek Türkiye. Üniformalılar kamudan yaptıkları görev nedeniyle maaş alan kişilerdir. Hepsi hepsi o kadar.
[8:38] GÖÇ
8-38a.png
Anneme bir mail yazdım. Bir kısmı bilgilendirmeye yönelikti: “Halen daha haç takıyorum. Tek değişen taktığım haç oldu. Öyle ki artık boynumda Ermeni Kilisesi’nin vaftiz esnasında dualarla taktığı değerli bir haç bulunmakta. Bir ikincisi, adımı da mahkeme kararıyla değiştirmiş olmam. Adım artık Armenak’tır.”

Bir kısmı da göç öncesinde son bir kez buluşma teklifiydi: “Yakında Ermenistan’a gideceğim. Türkiye’ye bir daha ne zaman dönerim; dönebilir miyim, belirsiz. O nedenle gitmeden önce seni görmek istiyorum. Nasıl olduğunu telefon açıp sormaktansa, yerinde görmek daha iyi olur. Hem vedalaşmak için de yüz yüze gelmek uygundur.”

Maili yazdıktan sonra telefon açtım. Aradığım için mutlu olduğunu söyledi. İşleri için Pendik’e gelmişti ve birkaç gün sonra buluşup bir şeyler yiyebileceğimizi söyledi. Ben de kendisine bir mail yazdığımı, ona bakmasını söyledim. Maili okuduktan sonra işler pek iyiye gitmedi. Hristiyan olmamam için mücadele vermişken, ben bir de bana verdiği ismi mahkeme kararıyla kimliğimden sildirmiştim. Bu ona göre, bir anneye karşı işlenebilecek ciddi bir suçtu! Durum böyle olunca, herhangi bir buluşma da olmadı.

Sarkis’in de benden “birkaç” isteği oldu. Belge Yayınları’ndan birkaç kitap, Paros dergisinin eski sayıları, Agos dergisinin 30 Kasım 2012 tarihli sayısından birkaç adet, komşusu için fındıklı veya fıstıklı Koska marka lokum… Agos dergisinin eski sayısını almak üzere, Ermenice sayfalarını hazırlayan Sarkis Seropyan ile telefonda görüştüm. “Dergiye doğru gidiyorum.” dedi. “Dergi... Yeri nerdeydi derginin?” diye sordum; şaşırdı. Tarif etti. Dergi bürosuna girdiğimde ise bana, “Sen Ermeni mahallesinin Yahudisisin herhalde.” diyerek takıldı. Hem Ermeni olup hem de Agos’un yerini bilmemek olur muydu? Paros dergisini almaya gittiğimde ise, bir yığın ağır dergiyi iple bağlanmış bir şekilde kucakladığımda, bavulumda kendi eşyalarım için yer kalıp kalmayacağı konusunda endişelendim.

Sarin Tuzla’da kendisi gibi solcu/devrimci bir ailenin yanına yerleşti. Vedalaşma saati geldiğinde sarıldık. Göz yaşlarını tutamadı. Arkamı dönüp giderken de ağladığını duyuyordum. Oysa “hayallerimizi” böyle kurgulamamıştık. Daha da beteri, “hayallerimiz” hiçbir zaman gerçekten bizim hayallerimiz olmamıştı. Birimizin amacı, diğerinin aracıydı ve şimdi, tekrar birleştirmek umuduyla, herkes kendi yoluna gidiyordu. Hesapta ben Ermenistan’da bir düzen kurup geliştirecek, insan ilişkileri edinecektim ve “Sarin” “en müsait zamanda” Ermenistan’a gelerek bana katılacaktı; anası babası, akrabaları Ermenistan’da olmaksızın; Ermenice bilmeksizin; kimliğinde Müslüman görünürken ve Arapça bir isimle…

Babamla buluşup Sabiha Gökçen Havalimanı’na gittik. Bavullarım sıkış tıkıştı. Zor kapatabildim. Limiti beş kilo aşmışım. Her bir fazla kilo için avro ile ceza ödedim. Sıra babamla vedalaşmaya geldiğinde, ikimiz de soğukkanlıydık. Birbirimize sarıldık ve kontrol noktalarına yöneldim. Sonunda, arkamı döndüm ve beni uzaktan izlemekte olan babama el sallayıp yoluma devam ettim.

©2023, Polipatika 

bottom of page