top of page
Bölüm 7
[7:1] KAPADOKYA'NIN BÜYÜLÜ DOKUSU
Kendime yaşayacak bir ev bakmak ve bölgeyi tanımak amacıyla Kapadokya Meslek Yüksekokulu'na kayıtlar başlamadan on gün önce Nevşehir'e hareket ettim. Önce Ürgüp ilçesine, oradan da yüksekokulun bulunduğu Mustafapaşa kasabasına vardım ve geceyi taş içine oyulmuş bir otel odasında geçirdim.
Mustafapaşa kasabası 1920'lere kadar çoğunluğunu Rumların oluşturduğu, Osmanlı zamanında adı Sinasos olan bir kasabaymış. 1924 yılında Türk-Yunan mübadelesiyle Rum halk olduğu gibi Yunanistan'a gönderilmiş. Köyde çok eski tarihli kiliselerin yanında görece yeni kiliseler de vardı ve bunlardan biri olan Eleni Kilisesi kasabanın orta yerinde bulunuyordu.
Bölgeyi gezerken tarihi üzerine de biraz araştırma yaptım. Kapadokya Roma İmparatorluğunda Hristiyanlar için oldukça önemli bir yermiş. MS. 3 yüzyıldan sonra bölgeye yerleşmeye başlayan Hristiyanlar, bölgeyi bir eğitim ve düşünce merkezi haline getirmişler. İmparatorluğun Hristiyanlara baskılarının artmasıyla birlikte de bölge Hristiyanlar için güvenli bir sığınak haline dönüşmüş. Derin vadiler, yumuşak kayaların içine oydukları sığınaklar, güvenliklerini sağlamada belirleyici etken olmuş.
Mustafapaşa’da günlerce yürüdüm. Kapısı kitli olmayan her kiliseye girdim. Hepsinin ortak özelliği Yunanca yazılarla birlikte sonradan yazılmış Türkçe uygunsuz yazılara ve gözleri oyularak tahrip edilmiş aziz ikonalarına sahip olmasıydı.
Ürgüp merkezi dolaştığım bir günden sonra, yönümü Göreme'ye çevirdim. Karşılaştığım manzara inanılmazdı. Tekrar tekrar gittiğim Göreme'de yaptığım yürüyüşlerde, tepelere tırmanıyor, mağaraların en derinlerine giriyor, peri bacalarından oluşan kiliseler içinde bazen sessizce, bazen de müzik dinleyerek oturuyordum.
Yıllarca Kapadokya’nın, peri bacalarının adını çok duymuştum ama doğrusu pek merakımı cezbetmemişti. Turizm denildiğinde basit bir şekilde aklına deniz ve kum gelenlerden biriydim ben de. Şimdi ise doğanın ve tarihin birbirine karışmış büyülü dokusu içerisinde, çok farklı hislerle kaplanmıştı içim.
Muğla'da dinleyerek huzur bulmaya çalıştığım o Ortodoks ilahilerine artık elimle dokunabiliyordum sanki. Mustafapaşa’da keşfettiğim ıssız kiliselere gece vakti ay ışığının yardımıyla yürüyor, içlerinde bir köşeye çöküp uzunca bir süre oturuyordum. Kiliselerin faal olduğu eski zamanları düşünüyor, eski insanlarla zaman ötesi bir duygusal bağ kurmaya çalışıyordum. Ev bakmaya gittiğim yerde ev bakmak aklıma gelmiyordu.
[7:2] “SOR BAKALIM BABANA…”
Mustafapaşa'da gezilerime devam ettiğim bir gün facebook'ta tanımadığım bir kızdan ilginç bir mesaj aldım. Yazdığına göre beni "Nietzsche Ağladığında" kitabının okurları arasında görmüş ve sayfamı incelemesi sonucunda merak etmişti. Bu durum oldukça hoşuma gitti. “Nietzsche Ağladığında” kitabı favori kitaplarımdan biriydi ve bana bir kızın bu kitap üzerinden ulaşması kayıtsız kalamayacağım, keyifli bir olaydı.
Bulgaristan göçmeni, milliyetçi muhafazakar bir aileden geliyordu. Gıda mühendisiydi ve politikaya pek ilgisi yoktu. Daha çok psikoloji ilgisini çekiyordu. Resimlerinden gördüğüm kadarıyla açık kumral saçlı, kahverengi gözlü bir kızdı ve zarif beden yapısı, yüz güzelliğiyle hoşuma da gitmişti. Dört gün süren karşılıklı mesajlaşmalarımız sonunda birer sevgiliye dönüştük.
Kapadokya dönüşü buluştuk ve birkaç gün boyunca gözlerden uzakta gezip dolaştık. Yumuşak bir karakteri vardı. Hakkımda bilgi edindikçe daha fazla hayrete düştü ve bariz bir tereddüt yaşadı. Yaşadıklarımı kavramakta güçlük çekiyordu. Ailemin sosyolojik yapısı beni onun gözünde "iyi aile çocuğu" kılıyor ve sanki “açıklarımı” kapatıyor görünüyorsa da ailesine benden bahsetmedi. Bunun yerine her buluşmamızda kendisini arayan anne ya da babasına değişik yalanlar söylemeyi tercih ediyordu. Benim yanımdayken bazen “iş arkadaşlarıyla” birlikteydi, bazen de “bir kız arkadaşıyla”... Söylediğine göre benden bahsettiği arkadaşları da ona tepki göstermişti. Gönderdiği bir mesaj şöyleydi:
"Otobüse doğru yürüyorum. Arkadaşlarımı kaybetmekten korkuyorum ya da karar mekanizmamın çökmesinden. Seni kabullenemiyorlar ve ben bunu senden saklayacak kadar güçlü değilim. Bir yanımda deli gibi aşık olduğum ve sevdiğim insan, bir yanımda tehlike analizi yapan bir grup. Siyah ve beyaz diye bir şey olmak zorunda mı?"
Ades ile birlikte olduğum zamanları anımsadım. Beni övünerek ailesi, akrabaları ve arkadaşlarıyla tanıştırmış, benden hiçbir zaman utanmamıştı. O zaman da hoşnut olduğum bu durum, yeni ilişkimin gizli gizli yürütülen yapısı karşısında, daha da değerlendi gözümde. Ama diğer yandan yeni durumun da bir avantajı yok değildi: bitirmesi daha kolaydı.
Beş ay kadar süren bu ilişki içerisinde ben her gün yeni bir bilgi ve sorgulamayla değişirken, o hep aynı noktada duruyor gibi geliyordu. Dünya gündemini takip ediyordum ancak heyecan verici bulduğum gelişmeleri onunla birlikte değerlendiremiyordum. Felsefe üzerine konuşmalarımı ise sadece dinliyor, sık sık da "her şeyi irdeleyen yapı"mdan şikayetçi oluyordu.
Kapadokya'nın büyüsü beni Ortodoks teolojisini ve kültürünü daha fazla araştırmaya yöneltmişti. Aramızdaki çatlakları daha da büyütmek istercesine ona beğendiğim ilahilerden gönderdim bir gün ve sordum, "Sor bakalım babana, ateist damat mı ister yoksa Hristiyan bir damat mı?" Cevabı, "Kavuşamadan sana öldüreceksin beni!" oldu.
Zamanla uzun uzun tartışmalar yerini uzun uzun sessizliklere bıraktı. Birbirini tutmayan beklentiler, ruhsal dinamikler ve kültür çatışması ilişkinin o en başındaki ilgi ve heyecanı yedi bitirdi. Biten bu ilişkinin ardından şöyle dedim kendime: "Birlikte olacağım kişinin beni ailesinden saklamasını, benden utanmasını istemiyorum. Her şeyiyle şeffaf bir ilişki olmalı bu.” Lakin "Tanrı" niyetlerimle ilgilenmiyordu ve onun aklında bana yazdığı çok daha farklı bir senaryo vardı.
[7:3] ALEV ALATLI İLE
Okulun açıldığı hafta Alev Alatlı bir ziyarette bulundu ve öğretim görelileriyle bir toplantı yaptı. Toplantıya öğrenciler de davetliydi. Toplantının sonunda öğrencilerin bir kısmının Alatlı'nın yanına giderek onunla resim çektirdiğini gördüm. Sıra ile resim çektirmek istiyorlardı ve Alatlı birkaç resimden sonra süreci hızlandırmak için öğrencileri grup grup kabul etmeye başladı. Ben de bir köşeden onları izliyordum. Acaba bu fotoğraf çektirmek için birbiri ile yarışan öğrencilerden kaçı Alatlı'nın fikirlerinden az da olsa haberdardı?
Son bir fotoğraf grubu oluşurken Alatlı ile göz göze geldik. “Sen de gel.” diye yanındaki kalabalığın arasına davet etti. Teşekkür edip olduğum yerde durmaya devam ettim. Resim çektirmekle ilgilenmiyordum. Düşüncelerimizin içeriği ve niteliği ne kadar farklı olursa olsun, kendisini bir entelektüel olarak görüyor ve bu meziyetine saygı duyuyordum. Son resim de çekildikten sonra yanına gittim ve “Ben bir hayranınız olarak elinizi sıkmak istiyorum.” dedim. Bu talep karşısında biraz şaşırdı. Ayaküstü kısa bir konuşmadan sonra,
“Kaç yaşındasın?”
“Yirmi altı.”
“Bak aklıma ne geldi. Sana bir kitap okuma listesi hazırlayayım mı?”
“Tabi olur. Memnun olurum.”
“Tamam o zaman.”
Araya bir yönetici girdi ve ben geri çekilip salondan çıktım. Okulun bir başka binasında açılış konseri olacaktı ve hızlı adımlarla konserin bulunduğu alana yöneldim. Sonra birden durdum. “İyi de bu kitap listesini ne zaman alacağım?” Geri döndüm ve hızlı adımlarla Alatlı'yı tekrar görebilmek için toplantı salonuna yürümeye başladım. Binanın bahçesine girmiştim ki ileride Alatlı'yı bir arabaya binerken gördüm. Geç kalmıştım. Bunun üzerine kısa bir mektup kaleme alıp bir gün sonra genel sekreterin odasına bıraktım.
* * *
28.09.2009
Alev Hanım;
Merhaba.
Bugün okulun Açılış Konuşması'nda yanınıza gelip hayranınız olarak elinizi sıkmıştım. Kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Bana bir "okuma planı" hazırlama sözünüz ise büyük lütuftu. Onur duydum.
O heyecanla konser için Medrese Binası'na yönelmiştim ki, bir süre sonra, bu listeyi ne zaman alabileceğimin merakıyla, "Eski İlkokul Binası"na döndüm. Vardığımda arabanıza biniyordunuz.
Size “Okurunuzum, ama bir özrüm var. Sizin eserlerinize çok fazla eğilemedim bugüne kadar. Edebiyatta ve felsefede ustaların yolunu takip ediyorum, ki bu da karşılaştığım kimi yazılarınızı daha iyi anlamama yol açıyor.” demiştim.
En son "Aklın Yolu Da Bir Değildir" kitabınıza göz attım. On iki Nietzsche kitabı, dört E. M. Cioran kitabı, Paul Feyerabend ve muhtelif matematik felsefelerinden sonra, kendimi hayata karşı fazla süngüsü düşük bulmaya başladığımdan, Ayn Rand'ın kitaplarına yönelmiştim. Akıl, realite, medeniyet, sorumluluk, özgürlük ve irade kavramlarını hayatımda yeniden diriltmeye kollarımı sıvamış, kalp masajına başlamıştım ki, kitabınızla bir kitapçıda karşılaştım. Acı bir tebessümle kitabın "İçindekiler" kısmını ve arka kapak yazısını okuduğumu hatırlıyorum.
Ben yalnızca sizi anlamaya çalışan bir okurunuz değilim. Aynı zamanda Kapadokya Meslek Yüksekokulu'nun bir vakıf okulu olması ve adınızın okulla birlikte geçmesinden ötürü hedef olarak seçen bir Organik Tarım Bölümü öğrencisiyim. Ve emin olun ki, haftada 31 saat değil 51 saat ders bile olsa, yine de okumak için zaman bulabilirim.
Bana okumam için hangi beş kitabı tavsiye edersiniz?
* * *
Yaklaşık iki hafta sonra Alatlı okula tekrar geldi ve "Kutup Yıldızı Düşünce Kulübü"nün öğrencilere tanıtım toplantısına katıldı. Kulüp başkanı yaptığı konuşmasında arkadaşlığa ve sosyalleşmeye sık sık vurgu yaptı ve bir yerde bu beni rahatsız etti. Elimi kaldırıp söz aldım: “Bir düşünce kulübü olarak fazla arkadaş canlısı değil misiniz?” Bu soru Alatlı'nın hoşuna gitmedi ve ne gibi bir sakıncası olduğunu sordu. “Bir düşünce kulübü kitlesel katılımı hedeflememeli.”
Toplantı bittiğinde iki hafta öncenin toplantısına benzer görüntüler ortaya çıktı. Yine Alatlı'nın yanına gidip resim çektiren öğrencileri bekledim bir köşede. Biraz başındaki kalabalık azaldığında yanına gittim.
“Alev Hanım merhaba. Sizin için bıraktığım mektubu aldınız mı?”
“Yoksa sen Berk misin?”
“Evet benim.”
Sıkıca elimi tuttu ve devam etti:
“Geldiğimden beri soruyorum ‘Berk kim? Berk kim?’ diye. O ne deli mektuptu öyle!"
Etrafa şöyle bir baktı. Eli hala sımsıkı elimi tutuyordu. Ben de şaşkın bir haldeydim.
“Pek bir şey yazmamıştım.”
“Yazmışsın yazmışsın.”
“Peki. Nedir önerileriniz?”
“Yok yok ben sana öyle basitçe birkaç kitap önermeyeceğim. Seni biraz daha tanımam gerek. Öğle yemeğini burada yiyeceğim. Gel yanıma.”
“Tamam. Memnuniyetle.”
Bir süre sonra öğle yemeği için yemekhaneye gittiğimde bir masayı özel olarak ayrılmış ve donatılmış halde buldum. Masada Alev Alatlı ve okul yönetimi bulunmaktaydı. Ben içeri girip Alev Alatlı'ya selam verdikten sonra masanın bir ucundaki boş bir yere oturdum. Alatlı ise bana yanına oturmam için işaret etti ve kalkıp yanına gittim.
“Bir çalışma yürütüyoruz. Batı medeniyetini detaylı olarak inceleyen bir çalışma. Pek çok çeviri yapıyoruz. Yale'de Harvard'ta yapılan ama bizde henüz yapılmamış bir çalışma. Senin İngilizcen nasıl?”
“İleri dereceden biraz geri.”
“Hiç yurtdışında bulundun mu?”
“Hayır bulunmadım.”
“Senin kendine bir dönem seçmen lazım. Şöyle anlatayım; örneğin 1850-1920 dönemi. İnsanlığın başına büyük musibetler açmış ama aynı zamanda çığır açmış bir dönem.”
“Evet. En ilgi duyduğum dönemdir.”
“Ben de bunu içgüdüsüel olarak bildiğim için bu dönemi önerdim. İşte örneğin bu dönemi her boyutuyla inceleyebilirsin. O döneme ait tüm önemli romanları, tüm önemli tiyatro eserlerini, felsefecileri, siyasetçileri, tarihi olayları incelemeni öneriyorum."
“Hımm...ilginç! Hiç bunu düşünmemiştim.”
Güldü.
Masadaki idarecilerle konuşurken bir telefon geldi. Telefonu açtıktan bir süre sonra, "Evet ben Alev Alatlı." dedi. Ne konuştuğunu dinlemedim. Diğer yanımda oturan Kutup Yıldızı Düşünce Kulübü başkanı sıfatlı kişiyle toplantıda başlayan polemiğe devam ettim.
Telefonu kapattıktan sonra Alatlı:
“Arayan Cumhurbaşkanı'ydı.”
Yemekler yendi, çaylar içildi. Alatlı "son" sigarasını da yaktığında kalkmak için müsaade istedim. “Teşekkür ederim. Düşüncelerinizi önemsiyorum.” Elimi uzattım, elini uzattı. Bir centilmen edasıyla öptüm. “Gel ben de seni öpeyim.” Sarıldı ve iki yanağımdan öpüp gülümsedi.
“Hadi canım kendine iyi bak. Allah'a emanet ol.”
“Teşekkür ederim.”
Düşünce Kulübü üyelerine döndüm ve "Tanıştığımıza memnun oldum" dedikten sonra, idarecilere bir baş selamı verip çıktım.
[7:4] OKULUMDAN MEMNUNUM
Tutuklandığım zamandan yüksekokula gelinceye dek geçen sekiz yılda çok az insan ile arkadaşlık kurmuştum. İçime kapalı geçen yılların sosyalleşme yeteneğimi kaybettirip kaybettirmediğini öğrenme isteğim sonucunda, Perihan Mağden’in deyişiyle kısa zamanda bir “seri sosyal”e dönüştüm. Her gün yirmi otuz kadar yeni insanla tanışıyor, akşam tanıştığım insanların isimlerini ve bölümlerini unutmamak için liste oluşturuyordum. Her ortamda tanımadığım insanlarla konuşmanın bir fırsatını buluyor, sorularla muhabbeti geliştiriyor, arkadaş edindikten sonra onların da arkadaşlarını arkadaş ediniyordum.
Mustafapaşa’nın ve genel olarak Kapadokya'nın büyüsüne kapılmış olmamın yanında, okulum da beni oldukça etkilemişti. Kasabanın değişik köşelerine yayılmış halde bulunan okul binalarımızdan biri bir eski medreseydi. Konaklarda, şarap mahzenlerinde sınıflarımız vardı. Bahçelerimiz asmalarla, çiçeklerle süslüydü. Kütüphane ise tartışmasız en sevdiğim yerdi. Satanizmden Yahudi tarihine, Lenin'den Mao'nun kitaplarına kadar geniş bir konu ve yazar çeşitliliğiyle, birçok felsefe dergisi ve bilimsel yayının bulunduğu değerli bir kaçma yeriydi.
Öğretmenlerimizin birçoğu öğretim üyeliğine bu yüksekokulda başlamıştı. Tam da umduğum üzere, fikir hürriyetimi bulmuştum. Tarih ve edebiyat dersleri özellikle kritikti çünkü hem birkaç sınıf birlikte ders aldığımız için kalabalıktık, hem de öğretmenlerimizin ulusalcı pozisyonları nedeniyle dersler tartışmalı geçiyordu.
[7:5] MÜNAZARALAR BAŞLIYOR
Günlüğümden...
9 Aralık 2009 - Salı günü edebiyat öğretmenimle girdiğim polemikten bir münazara doğdu. Bir metin okuttu. Şinasi'den... Dedi ki, "Bu metin bugün tartışılan açılımlarla tanzimatçılığın bağlarını ortaya koyuyor." Ben de “İkisi arasında ne gibi bir bağ var?" diye sordum. "Okuyalım anlarsın." dedi. Metnin ortasında, "Fark ettin mi?" diye sordu. "Hayır fark etmedim." dedim.
"Peki ne fark ettin?"
"Güzel bir propaganda metni."
"Sen şimdi bu metne propaganda mı diyorsun?"
"Niye hocam? Propaganda kötü bir şey mi? Bir düşüncenin savunusu demek. Güzel savunmuş, güzel propaganda yapmış Şinasi."
(...)
"Bakın hocam benim eleştirim şurada; bu genel bir siyaset eleştirisi. Bu metin son derece basite indirgeyen, formülasyonlara, şablonlara dayanan bir metin. Bu topraklardaki karmaşık yapıyı BİZ diyerek bir anda bütünleştirip ne geçmişte birlik olmuş, ne de şimdi birlik olabilmeyi becerebilmiş Avrupa'yı da ONLAR diyerek, bir kelimede ne kadar da güzel basitleştiriyorsunuz. BİZ ve ONLAR... Hayat hiç de basit değil böyle. Hayat karmaşık. Ama bakın ben size bir örnek vereyim. ‘Kavgam’ kitabı iki bölümden oluşur. Bir bölüm NAZİ devletinin sağlık, eğitim, iç ve dış politikası gibi konular üzerinde durur. Bir bölümü ise Hitler'in özel gözlemleri ve deneyimleri üzerinedir. Bu bölümde kendi taraftarlarına kimi siyasi taktikler de verir. Bir yerde şunu demeye getirir. 'Alman halkının düşmanları türlü türlüdür. Bunlar aralarında karmaşık bir ilişki ağı sergiler. Ancak biz bunu halka olduğu gibi verirsek halk anlamaz, kafası karışır. O zaman ne yapalım? Düşmanı birleştirelim. Teke indirelim. Tek düşmanımız Yahudiler olsun ve tüm diğer düşmanlarımızı Yahudilere ekleyelim. Kuraklık mı var? Yahudilerden. Komünizm mi var? Yahudilerden. Sosyal demokrasi mi var? Yahudilerden. Ekonomi mi çöktü? Yahudilerden.' Bu da o misal. Her şeye BATI diyorsunuz. Batı bir mi? Biz dediğiniz bir mi?”
Öğretmen:
"Anladım ben seni. Sana göre sadece TEK bir dünya kültürü var. Sen tam anlamıyla bir dünya vatandaşısın. Sana göre milli kültür diye bir şey yok."
"Hocam öyle değil. Bakın ben bir ülkedeki 'biz' algısını reddediyorum, siz ise bana tüm dünya için biz algısı kurduğumdan bahsediyorsunuz. Ben diyorum ki BİZ yok. Ben değil dünya ve insanlığın bizleştirilmesini, en küçük grubun bile BİZleştirilmesine karşıyım!"
"Hımmm anladım. Sen 'her şey birey olsun' diyorsun."
"Yakın."
Sonra öğretmen ile birey-toplum ilişkisini konuşmaya başladık. Daha doğrusu 'aile' diye girdi konuya. Sonra bitirmeden 'Münazara yapalım mı?' diye sordu.
"Berk sen gel buraya. Sen bireyciliği savunan grubun başkanısın."
[7:6] TERÖRLE MÜCADELE AMİRİNDEN ÖZEL DERS
Ürgüp'te dolaştığım bir gün bir tabela dikkatimi çekti: "Şampiyon Spor Salonu". Salona bir merdivenden indim ancak kapı kapalıydı. Aynı gün tabeladan aldığım numaraya telefon açtım ve karşıma çıkan kişiye kick boks ile ilgilendiğimi söyledim. Aslında ilgimi asıl çeken savunma sporları krav-maga ve wing-tzun'du ama, seçeneklerim arasında değillerdi.
Telefonu yanıtlayan kişi bana yüz yüze görüşmek için Ürgüp karakolu önünde randevu verdi. Kolay bulunan bir yer olduğu için randevuyu orayı verdiğini düşündüm. Buluştuğumuzda ise bir başka yere gitmek yerine, karakolun içine girdik ve üst katlara çıktık. Kapısında "Terörle Mücadele Bürosu" yazan bir odaya girdiğimizde, ceketini çıkarıp odada bulunan koltuğun arkasına geçirdi ve oturduktan sonra eliyle karşısına oturmam için işaret yaptı. Masasının üzerinde adı ve altında da "Terörle Mücadele Büro Amiri" yazmaktaydı. Biraz gerilmiştim ama belli etmemeye çalıştım.
Salonun üyeleri ve faaliyetleri üzerine konuşmaya başladık. Kick boks dersleri için yeterli kişi sayısına ulaşılamadığını, salonda kendi başına amatörce çalışan iki üç kişi olduğunu söyledi. Bunun üzerine özel ders almayı gündeme getirdim. Ailem ve Ürgüp'te bulunma nedenim üzerine kısa bir sorguya çekti. İkinci bir görüşmede ise ücret ve haftalık çalışma programı üzerine anlaştık. Böylece hem özel dersler, hem de grup antrenmanlarıyla birlikte, haftanın beş günü kick bocks çalışmaya başladım. Bir noktada öyle bir kondisyon seviyesine ulaştım ki, okulun öğrencilerinden iki kişinin eş zamanlı saldırısına karşı kendimi pek hasar görmeden koruyabildim.
[7:7] BİREYCİLİK Mİ, TOPLUMCULUK MU?
Günlüğümden...
---
17 Aralık 2009 - Münazara Salı günü Mustafa Abi'nin rahatsızlanması, İrem'in de Rusça sınavı olması sebebiyle üçe üç gerçekleştirildi.
Toplumcu grup salona içinde Osmanlı turasının bulunduğu zarflar dağıttı. Üzerinde de "Atalarından sana kalanı hak etmeye bak. Yoksa senin olmazlar." yazıyordu. Amerikalı birkaç cahille yapılan röportajın videosunu izlettirdiler. Bunu ise "Amerika bireyci bir toplum. Bunlar da aptal. Demek ki bireycilik aptallık." demeye getirdiler. Jüriye kalın kalın fotokopi kitapçıklar dağıttılar. Tüm bu malzeme kalabalığında konuştukları içeriksizdi. Ancak onların konuşmalarından daha vahim olan, Özer ve Başak'ın korktuğumu gerçekleştirerek oldukça kötü bir performans sergilemeleriydi.
Başak önündeki, unutmamak için yazdığını düşündüğüm yazıyı okumaya başladı. İçimden ''Eyvah!'' dedim. Ben bile dinlemedim. Özer ise, "Ben beş 'etkinlik puanı' için geldim. Bireyciyim. Aslında toplumculuğun da iyi yanları yok değil!" dedi. Özer'e şöyle bir dönüp baktım ve millet gülmekten yıkıldı. "Özer biz bireyciyiz." dedim ve tekrar salon kahkahalara boğuldu.
Kişi başına düşen konuşma süresi on dakikaydı. Başak ve Özer’in konuşması toplam beş dakikaydı ve onların kalan on beş dakikası da benim on dakikalık konuşma süreme eklendi.
Arda Bey "Eğer bu salona hiçbir şey olarak gelseydik toplumcu çıkardık." dedi ve galibi toplumcular olarak belirledi.
* * *
Bir gün sonra münazaradan geriye aklımda kalan konuşmamı günlüğüme aktardım. Kimi kısımları şöyleydi:
---
18 Aralık 2009 - Ben buraya “Tek bir doğru var.” da ben de onu bulduğumu iddia etmeye gelmedim. (…) Burada bugün savunacağım fikirler daima savunduğum ve savunacağım fikirler değildir. Hayatta insanların her zaman için cevaplanmamış soru işaretleri olur. Üzerine gittikçe de çoğu zaman çoğalırlar. Hayatımız düşünmekle ve öğrenmekle geçecek.
Arkadaşlar bireycilik nedir? Bireycilik irade beyanıdır. İrade birey kavramının özüdür. İçine doğduğumuz çevrede pek çok düşünce ve alışkanlık ile büyüyoruz. Konformizm nedir bilir misiniz? Konfordan gelir ama anlamı rahat bir koltukta oturmak değildir. Bir toplum içinde yaygın, en kabul gören fikir ve alışkanlıkları benimseme halidir. Bu basittir. Konformizm bu anlamda zihni tembellikten gelir. Birey irade gösterendir. İrade sadece fiziki acı çekme kapasitesi değildir. Bir zihinsel direnci de ifade eder. Siz herkesin "he" deyip geçtiği şeyleri düşünerek ve sorgulayarak birey olursunuz. Birey olmak farklılaşmaktır. Ama bu kolay bir iş değildir.
(…) Bu dünya bir güç mücadelesi alanı. Satrancı bilirsiniz. Piyonuyla, atıyla, veziri şahıyla, tüm kast sistemiyle iki toplum karşı karşıya gelir. O iki toplum siyah ve beyaz, birbirini kırıp geçirirken, onları yöneten iki adet oyuncudur. Beyazlar ve siyahlar onları yöneten iki bireyin güç mücadelesinin malzemesi olmaktadır. Tarih boyunca da böyle olmuştur.
Baktığınızda "kutsal değerler" için yapılır savaşlar. Ama her birinin gerçek amacı güç ve çıkardır. Birazdan toplumcu gruptan bolca dinleyeceksiniz o kutsal değerleri. Şu kesin ki kimse kendini bir başkasının çıkarı adına feda etmez. Sen zengin olasın diye, koltuğun sana kalsın diye ben kendimi sana feda etmem. İnsanları gönüllü köleleştirmenin yolu onları buna ikna etmektir.
(…) Bireycilik... Tek bir bireycilik tipi yok. Bir bireycilik tipine göre insanların yalnız iki hakkı vardır: özel mülkiyet hakkı ve serbest mübadele hakkı. Bir bireycilik tipine göre ise "hak" diye bir şey yoktur. Yalnızca güç vardır ve gücü olan yapar. Benim savunduğum daha çok bu tip bir bireycilik.
(…) Arkadaşlar ben diyorum ki, çıkarlarınızı, arzularınızı, tutkuyla istediklerinizi dolaylı yollarla elde etmeye çalışmayın. Çıkarlarınızın etrafından dolanmayın.
[7:8] SINIFTAN KOVULUŞUM
Öğretmenlerimin çoğundan memnundum. Onların da çoğu benden memnun görünüyordu. Ama devlet üniversitesinde kalabalık sınıflara ders vermeye alışkın bir öğretmen ile işler pek yolunda gitmedi. Kısa süre sonra karşı karşıya geldik. Biyoloji dersinde hücreleri işliyorduk. Sınıf arkadaşlarımdan biri şu soruyu sordu:
“Hocam insanın gen haritası çıkarılmış. Bir DNA örneği alıyorlarmış. Bunun üzerinden sizin soyunuzu araştırıyorlarmış. Kaç kuşak geriye gidebilirler?”
Yapmamam gerekiyordu ama heyecanlanıp konuya balıklama atladım:
“Hocam ben bu konuyu inceledim. Müsaadenizle bildiklerimi paylaşayım. Öncelikle insanın gen haritasını çıkarma projesi GENOM projesidir. Kişilerin genetik geçmişlerini ise GENOM projesinin bir yan projesi olan GENOGRAFİ inceler. Hatta GENOGRAFİ projesi kapsamında Türkiye'den 7-8 yıl önce 10.000 kadar örnek toplamışlar. Sonuca göre Anadolu'da yaşayanların sadece %9 kadarı Orta Asya'daki topluluklarla akraba. Yani anlatıldığı kadar Türk olmayabilirsiniz.”
Bunun üzerine öğretmenimiz konuşmasına “Türk ırkı...” diyerek başlangıç yaptı.
“Türk ırkı mı?”
“Ay bıktım senin sorularından. Beni çok zorluyorsun. Tabi ki Türk ırkı! Ya ne?”
“Hocam bir biyolog olarak siz daha iyi bilirsiniz ki ırk ile etnisite arasında fark var.”
“Soru soruyorsun, ders bölünüyor. Arkadaşlarının kafası karışıyor. Lise değil burası. Not al, dersten sonra sor! Ben Viyana'da eğitim gördüm. Doktoram var. Öğrenci psikolojisinden anlarım. Ayrıca benim derse siyaset soktuğum görülmemiştir.”
"Nasıl görülmemiştir? Daha geçen ders 'BİZİM floramız' , 'BİZİM faunamız' diye botaniğe bile milliyetçilik karıştırdınız. Avrupalılar Amerikalılar geliyormuş da bitkilerimizi çalıyormuş falan. İlla bildiri okumanıza gerek yok siyaset yapmanız için."
"Seni şikayet edeceğim."
"İstediğiniz yere şikayet edin. Ayrıca sizin Viyana'da eğitim görmeniz, doktora yapmış olmanız benim üzerimde otorite kurmanızı sağlamaz. İnternetten araştırma yaparak biyoloji konusunda sizin düşüncenizin aksini düşünen profesörlere ulaşabiliyoruz."
“Çık dışarı!”
“Hayır çıkmıyorum.”
“Çık yoksa güvenliği çağırırım.”
“Buyurun çağırın.”
Bir yere telefon açarak:
“Hocam burada ekstrem bir durum söz konusu. Öğrenciyi sınıftan dışarı çıkaramıyorum. Güvenliği gönderir misiniz?”
Aradan beş altı dakika geçti ve iki güvenlikçi geldi. Öğretmen, “Bu bu, işte bu.”
Güvenlikçiler bana baktılar ve ardından dışarı çağırdılar. O an aklıma gözaltına alındığım haller geldi. Yaka paça beni polis aracına bindirirlerken, ben de binmemek için elimden geleni yapardım. Şimdi ne yapmalıydım? Gelenler polis değildi ve bu da bir gözaltı değildi. Sınıf arkadaşlarımın bakışları altında güvenlikçilerin beni yaka paça sınıftan çıkarmaya çalışmalarına, benim de yerlerde çıkmamak için debelenmeme gerek yoktu. Çantamı aldım ve dışarı çıktım. İdari binanın önünde güvenlikçiler tutanak tutmak için benden bilgi alıyorlarken Müdür Yardımcısı Arda Bey ile karşılaştım.
“O sen miydin?”
“Evet bendim.”
Müsait değildi ve bir yere doğru gidiyordu. Durumu idareden birine anlatırsam sürecin devamını yumuşatabileceğimi düşünerek bir diğer müdür yardımcısının odasına girdim. Ben konuşurken odaya okulun genel sekreteri de geldi. Konu öğretmene derste soru sorup soramayacağımdan döndü, "Türk bir ırk mıdır değil midir?" konusuna yoğunlaştı. Müdür Yardımcısı konu üzerindeki argümanlarımın “emperyalizmin bir oyunu” olduğunu savundu. Genel Sekreter ise, “’Türk diye bir ırk yoktur.’ diyen PKK. Senin art niyetli olmadığını biliyorum.” diyerek suyu biraz daha ısıttı.
PKK’nın ne zaman, hangi yayında bu görüşü savunduğunu bilmiyordum ancak Doğu Perinçek’in eskiden ara ara alıp okuduğum “Bilim ve Ütopya” dergisinin 133. sayısında (Temmuz 2005), “’Türk Geni’ Safsatası ve Kültür Gerçeği” başlıklı makalesinden haberim vardı. Tarih 2013’e vardığında ise, Perinçek “Türkler ırk mı?” başlıklı daha kısa makalesini kaleme alacak ve popülasyon genetiği verilerine dayanarak Türk milliyetçiliğini reforme etme gayretlerine devam edecekti.
Müdür Yardımcısı’nın odasında ise görüşme devam ediyordu:
“Bunu bilmiyordum. Doğrudur. Kürt diye bir etnisitenin olmadığını iddia eden Türk milliyetçileri de yok değil.”
“Seni on dakikadır dinliyorum. Şu anki düşünceme göre negatif ve biraz ukala bir tavrın var. Belki bu da etkili olmuştur hocanla yaşadığın sorunda.”
“Doğru. Ukala olduğumu pek çok kişi söylüyor ve kabul ediyorum.”
“Ben senin gibi öğrencileri derste kullanırım. Ama her hoca böyle değil.”
“Ceza alacağıma değil de, soru soramayacağıma yanarım.”
“Biraz daha sempatik olmaya çalış.”
Odadan çıktım. İlerleyen günlerde ise biyoloji öğretmenimin beni şikayet etmekten vazgeçtiğini öğrendim. Zamanla ben onun derslerinde kendimi tutup daha az aktif olmayı, o ise öğrencilerle biraz daha samimiyet kurmayı becerdiğinde dersler daha pürüzsüz geçmeye başladı.
[7:9] MADDENİN 16 HALİ
Kimya dersini hayatımda ilk defa gerçekten dinlediğimde, ummadığım kadar ilgi çekici buldum. Öğretmenimizin anlatım tarzı oldukça dinamikti ve onu her ders pür dikkat dinlemeye başladım. Derste anlatılanlar yetmiyor, konunun ayrıntıları üzerine boş zamanlarımda araştırmalar yapıyordum. Yürürken, otururken etrafımdaki maddeleri inceliyor, gördüğüm her şeyin kimyasal bileşenlerini merak ediyordum.
Bir gün ders konumuz “maddenin halleri”ydi. Öğretmen maddenin hallerini “katı, sıvı, gaz ve plazma” olarak sıraladı. Oysa ben sadece üç halini biliyordum. Odama dönüp plazmayı incelemeye koyulunca fark ettim ki aslında maddenin tam on altı hali vardı!
Gece odamda yalnız başıma otururken aklıma bir muzurluk geldi ve bir sonraki kimya dersinde uygulamaya koydum. Daha kimse sınıfa gelmeden gizlice sınıfa girip, tahtaya maddenin tüm hallerini sıraladım:
*katı *sıvı *gaz *plazma *sıvı kristal *amorf katı *manyetik düzenli *süperiletken *süperakışkan *Bose-Einstein yoğunlaşması *Rydberg molekülü *süperkatı *kuark gluon plazması *dejenere madde *sicimsi sıvı *süpercam
Tahtayı doldurduktan sonra ortadan kayboldum. Kimsenin bundan haberi yoktu. Ders süresine yakın bir zamanda sınıfın yakınlarına gittim. Sınıf arkadaşlarım gelmişti. Birkaç dakika sonra öğretmen de göründü ve onunla birlikte sınıfa girdim. Sınıfa girdikten sonra öğretmen tahtaya baka kaldı. Ben de onun yanına gittim ve onunla birlikte tahtaya şaşkınca bakmaya başladım.
“Ama hocam nasıl olur? Maddenin dört hali yok muydu?”
“Bunlar ara formlar.”
“E hocam sıvı da katı ile gazın bir ara hali değil mi?”
“Hangi ders bu ya? Hangi sınıf vardı bizim dersten önce?”
“Bilmiyorum ki ben de.”
“Biri tahtayı silsin!”
[7:10] “DOĞRU BÖLÜMÜ SEÇTİĞİNE EMİN MİSİN?”
2009'un son günleriydi. Ürgüp'te matbaa işleten ve aynı zamanda yerel bir gazete de çıkaran matematik öğretmenime yaklaşıp:
“Hocam öncelikle sizden öğrenciniz olarak özür diliyorum. Sınava hiç çalışmadan girdim ve düşük bir not alacağım. İnsanların bazen birbirleriyle uyuşmayan düşünceleri olur ve bu düşünceler birbiri ile savaşırlar. Üç haftadır düşüncelerimin faz çakışmasını yaşıyorum. Ama çalışacağım ve finalde düzelteceğim. Galois'in hayatını sorsaydınız yazardım. Öklid'in hangi postulasının kim tarafından yanlışlandığını, Öklid-dışı geometrileri, Zermelo'nun seçim belitini kabul eden ve etmeyen matematikçileri, sezgisel küme kuramını, Fregie'yi Russell'ın nasıl bir mektupla, hangi paradokslarla yanlışladığını sorsaydınız daha çok işime gelirdi.”
“Doğru bölümü seçtiğine emin misin?”
“Bu bölümü seçmemin nedeni doğa içerisinde, toplum dışında yaşayabilmek. En az insanla muhatap olarak paramı kazanabilmek.”
“Hiç yazı yazıyor musun? Herhangi bir makale çalışman var mı?”
“Şiir ve hikayelerim var.”
“Biz bir gazete çıkarıyoruz. Yerel bir gazete. Onda yayınlayabiliriz.”
“Hımm.. Benim finallere hazırlanmam lazım. Belki ikinci dönem.”
[7:11] “GEL SINIFI KARIŞTIR.”
Münazarada gösterdiğim performans, öğretmenlerle girdiğim tartışmalar, okula gelen konuklarla girdiğim polemikler ve okulun ilk döneminde uyguladığım aşırı sosyalleşme pratikleriyle okulda göze batan bir öğrenci konumundaydım. Bir gün kantine doğru ilerlerken Arda Bey beni durdurdu.
“Ben de seni çağırtacaktım.”
“Hayırdır hocam. Bir problem mi var?”
“Evet var. Benim derste öğrenciler uyuyor. Benim derslere de ders programın uygun olduğunda gelsene.”
“Geleyim sınıfı karıştırayım istiyorsunuz yani.”
“Evet öyle de denebilir.”
Karşılıklı güldük ve yollarımıza devam ettik. Seçmeli Yunanca derslerimden vakit buldukça Arda Bey’in derslerine katılmaya başladım. Ders, işletme ve şirket kültürü üzerineydi. Arda Bey dersi çok iyi anlatıyordu ve konu da benim için çok yeniydi. Sorularımla derse canlılık getirmek yerine, bir hikaye dinleyen çocuk gibi uslu uslu dersleri dinleyip çıkıyordum.
[7:12] ORGANİK ÜRÜNLER ve İKİNCİL METABOLİTLER
Urfa'da bir tarım kongresine katılmak üzere Organik Tarım Bölümü 1. ve 2. sınıflar olarak hep birlikte yola çıktık. Kongre birkaç gün sürecekti ve biz bu vesileyle Urfa'yı da gezecektik.
Kongre'de peşi sıra başlayan toplantılarda organik tarım ile ilgili olanları seçiyor ve katılım sağlıyorduk. "Organik Tavukçuluk" başlıklı bir panel beni oldukça şaşırttı çünkü sunumu yapan kişilerden biri organik bir tavuğun besin değerlerini konvansiyonel olarak üretilen bir tavuğun değerleri ile karşılaştırıyordu. Hepimiz organik tarım ürünlerinin konvansiyonel rakiplerinden her kulvarda önde olduğuna dair güçlü bir inancı taşıyorduk. Ancak perdeye yansıtılan rakamlara baktığımda ilk aklıma gelen herhalde bir yanlışlık olduğuydu. Neredeyse hiçbir besin değerinde organik tavuk konvansiyonel tavuğu geçememişti. İçimden hayretle, "Nasıl olabilir bu?" diye düşüne dururken bölüm başkanımız ayağa kalktı ve bizi biraz olsun rahatlatacak bir konuşma yaptı. Organik ürünlerin birincil metabolitlerce (protein, vitamin, mineraller, fiber vb.) değil, ikincil metabolitlerce (kimyasal bileşiklerce) zengin olduğunu ve bunların da sağlık için gerekli olduğunu söyledi.
O gün içimiz biraz olsun rahatlamıştı rahatlamasına ama, benim için konu orada kapanmadı. Kokain, morfin, nikotin, kafein, piretrum gibi birçok doğal böcek öldürücüyü de içeren yüzlerce ikincil metabolitin acaba her biri mi insan sağlığı için gerekliydi? İkincil metabolitler arasında da özellikle fenolik kimyasallar üzerinde duruluyordu. Antioksidanlar gibi serbest radikalleri uzaklaştırarak hücre yaşlanmasını önledikleri inancı, organik ürünlere “hak ettiği” üstünlüğü sağlayabilirdi. Lakin fenolik kimyasalların da binlerce çeşidi vardı ve bunlardan bazıları doğal mantar ve bakteri öldürücüleri iken, bazıları da otlayan hayvanları zehirleyici özellikteydi. Bu durum da, ikincil metabolitlerce zengin olmanın net bir sağlık avantajı olduğunu şüpheye düşürüyordu.
[7:13] DİE WELLE ve HOŞGELDİN FAŞİZM
Okulun ikinci dönemiydi. İzlediğim bir film, bireyciliği savunarak tüm toplumsal değerlere saldırırken, içimde büyüyen aidiyet hissine, ortak bir ülkü ve birlik arzusuna müthiş bir etkiyle çarptı ve çarptığı yere adeta saplandı. Die Welle filmi 2008 yapımı bir Alman filmiydi ve gerçek bir hikaye üzerine kurgulanmıştı.
Filmin ana hatları şöyle: Anarşizm sempatizanı lise öğretmeni Rainer Wenger, demokrasinin üstünlüklerinin vurgulanmasının ana hedef olduğu bir proje haftasında, "anarşi sınıfı"nı almak istemesine rağmen, geç kalması nedeniyle "otokrasi sınıfı"na atanır.
İlk derste öğrenciler kendisine aslında otokrasi üzerine ders almalarının gerekmediğini, çünkü artık Almanya’da bir daha asla otokratik bir düzen kurulamayacak kadar bu konuda bilinçlenmiş olduklarını söylerler. Bu iddia Rainer Wenger’i düşünmeye sevk eder.
Bir sonraki derste öğrencilerin birbirine doğru baktığı sıraları yeniden düzenler ve herkes öğretmene bakacak şekilde oturmaya başlar. Sınıfın gerçek bir lidere ihtiyacı olduğunu ileri sürer ve bunun için de seçim düzenler. Kendisine rakip olan öğrenciden daha fazla oy alarak seçilmesinin ardından, “atanmış öğretmen” olmaktan çıkarak sınıfın “seçilmiş lideri”ne dönüşür. Bu durumda lidere saygı göstermek gerekmektedir. Artık ona “Herr (Bay) Wenger” olarak hitap edilecektir. Konuşmak isteyen el kaldırmalı, izin verilmesi halinde ayağa kalkarak konuşmalıdır.
İkinci gün öğrencilerden istediği herkesin ayağa kalkarak olduğu yerde uygun adım yürümesidir. Ta ki aynı ritmi yakalayana kadar bunu sürdürür. "Duyuyor musunuz adımlarımız artık tek ve güçlü bir adım oldu." der. "İşte bu birliğin gücüdür." Hemen altlarında ise, “Herr Wenger”in almak isteyip de alamadığı anarşi sınıfı bulunmaktadır. "Daha güçlü adımlar atın. Aşağıda anarşi sınıfı var ve düşmanlarımızın üzerine tavanın sıvası dökülene kadar devam edin." diye bağırır. Öğrenciler daha da motive olurlar. Birliğin görünen işaretlerinden biri de ona göre üniformadır. Zira takım elbise bile bir üniforma sayılır. Gruba dahiliyeti ifade eden bir görüntüye kavuşulmalıdır. Bunun üzerine sınıf olarak beyaz gömlek ve mavi kot pantolon giymeye karar verilir.
Üçüncü gün grup için bir ad kararlaştırılır. Öneriler tahtaya yazılır ve oylanır. Oylamada en çok oyu alan "Dalga" ismi olur. Bunun üzerine bir öğrenci de gruba amblem tasarlar.
Dördüncü gün Dalga grubunun el işareti belirlenir.
Filmin başı proje haftası öncesi öğrencilerin genel durumlarına odaklanır. Tiyatro çalışmalarında kimse doğru düzgün çalışmamakta, kimse yönetmeni takmamaktadır. Su topu ekibinde öğrenciler ekip olarak hareket etmemekte, herkes kendisini ön plana koyduğu için iyi bir takım olamamaktadır. Öğrenciler okul ve sosyal yaşamlarında tek kişi olarak kaotik bir ortamda hayatta kalmaya çalışan canlılar gibi, kaygı ve korkuyla yaşamaktadır. Ancak Dalga hepsini etkiler. Yönetmen tiyatro grubunda söz dinletmeye başlarken, su topunda oyuncular ortak hareket etmeye başlarlar. Ailesinden yeterince ilgi ve sevgi görmeyen öğrenciler için Dalga daha da derin bir anlam taşımaya başlar. Sokakta birinin başı derde girdiğinde, artık diğer Dalga üyeleri imdadına yetişmektedir.
Grup içinde farklı etnisitelerden, dinlerden, sosyal tabakalardan öğrenciler vardır ancak bu artık önemli değildir. Hepsi Dalga'nın bir üyesidir ve asıl önemli olan budur. Dalga sınıftan taşar ve proje haftasının bir parçası olmaktan çıkarak okula yayılır ve bir hareket haline dönüşmeye başlar. Öğrencilerine bir şey göstermek için faşist bir çekirdek yaratan öğretmen de Dalga'nın etkisi altında kalır ve karısı ile ilişkisi zarar görür.
Faşizmi ya da ırkçılığı konu alan pek çok film gibi, bu filmin de sonu kötü biter. Varılan nokta hüsran ve pişmanlıktır. Zaten aksi bir son olsa, filmin faşizm propagandası yapmaktan yasaklanacak olduğunu düşündüğümden, kötü bir sonu mecburi istikamet olarak değerlendirdim ve umursamazlıktan geldim.
Filmi önce sınıftaki bütün arkadaşlarıma, ardından da bazı öğretmenlere izlettirdim. Sınıfça okula beyaz gömlek ve kot pantolon ile geldiğimiz bir gün edebiyat öğretmenimize ders başlangıcında Dalga selamlaması yaptık. Ders sunumlarıma "Herr Wenger"den etkilenerek "Herr Berk" diye imza atmaya başladım. Mussolini'nin bir sözü vardır: "Her anarşist kafası karışmış bir diktatördür." Kim bilir belki ben de kendisini “bireyci anarşist" sayan, ama aslında kafası karışmış bir diktatörden başkası değildim.
[7:14] YUNANİSTAN'A GÖÇ FİKRİ
2010 Mart ayıydı. Kubilay yazışmalarımızın birinde bana Batılı bir ülkeye göç etmeyi düşündüğünü söylediğinde, fikrini olumlu karşıladım. Acaba ben göç etsem nereye giderdim? Aslen nereli olduğumu soranlara o kestirme cevabı vermeye devam ediyordum: "Arnavutum." Ama bu cevap hiç duygusal bir sahiplenmeye dönüşemedi. Oysa Sinasos’ta okurken ve Rum Ortodoks ilahileri dinlerken, “Yunanlık” için durum farklıydı. Kendimi %25 Yunan olarak tanımlıyordum ve Yunanca öğrenmeye başlamıştım. Acaba Yunanistan'a göçebilir, Yunanistan vatandaşı olabilir miydim? Araştırmaya başladım. Bir yıldan fazla, hiçbir suçtan hapis yatmamak şartı arandığını öğrendiğimde ise hayal kırıklığına uğradım.
[7:15] ÜMİTSİZ İŞLER
Günlüğümden...
---
7 Nisan 2010 - İçimde bir yalnızlık duygusu... Bir yanım insanlardan uzak durmamı söylerken, insanlara, karşı cinse çekilmekten kurtaramıyorum kendimi. T*** "Nietzsche Ağladığında" vasıtasıyla bulmuştu beni. Şimdi ise ben bu kitap üzerinden insan arayışına çıktım. Kitabın hayranları arasından güzel bir kızı seçip ona mesaj yazdım:
"Merhaba. Sizinle tanışık değilim. Şuanda içinde bulunduğum bunaltı verici kabuğun, çevrenin dışına çıkabilme umuduyla 'ümitsiz' işler yapıyorum. Size yazmak gibi. Bazen Zerdüşt kadar olmasa da, insana özlem duyarsın ve dağdan inip, ormanı geçip, pazar yerine varırsın. Ama umduğun, bulduğun değildir. Hayranı olduğunuz 'Nietzsche Ağladığında' kitabı benim hayatımda önemli bir duraktır. Sizi bu kitabın hayranları arasında buldum. Diojen gibi, elimde fener, 'insan arıyorum' diyeceğim, biraz ukala, biraz burnu havada olarak. Beni duyuyor musunuz?"
Mesajı alan halime acır ve cevap yazar:
"merhaba. cok umutsuz bir haliniz var, umarim hersey yolundadir.."
Beklediğim böyle bir cevap değildir ama, son bir deneme yaparım:
"Umutsuz değilim. Her şey yolunda gözüküyor. Sadece içine düştüğüm iletişimsizlik bana acı vermeye başladı. İnsanlarla anlaşamıyorum, anlaşılamıyorum. Ve bu beni 'ümitsiz' işlere, bir resim ve bir yazıdan ibaret bir kimliğe sesimi duyurmaya çalışmaya kadar götürebiliyor. Kelimelerin rengini görebilen, gündelik hayatında gündelik olmayan sorularla uğraşan, meselesi olan insanlara ihtiyacım var. Bu aralar çok fazla ihtiyaç duyuyorum buna. İyice bunaldım başarısızlıklardan. Gevezelik değil ihtiyacım olan. Sadece değerli bir 'ses', iç dünyama sızabilen. Hiç size de oldu mu, insanlarla konuşurken kendinizle konuştuğunuzu hissettiğiniz; kalabalıklar içinde yalnız kaldığınız; artık cümle kurmaktan utanacak kadar insanlara kapandığınız?"
Beklediğim o "ses" gelmedi. Ümitsiz bir deneme de böylece hüsranla bitti.
[7:16] İLK ERMENİ: “SARİN”
18 Nisan 2010 - “Felsefe ve Yalnızlığı Sevenler” grubunda bir kız dikkatimi çekti. Gözlüklü, siyah saçlı bir kızdı. Ona gönderdiğim arkadaşlık teklifi kabul gördü. Sayfasını daha detaylı inceleyebildiğimde ise sosyalizm, anarşizm, ateizm, nihilizm ve daha birçok felsefe grubuna üye olduğunu gördüm. İçeriği dolgun bir sayfası vardı.
Sohbet etmeye başladığımızda Bitlisli olduğunu; babasının yarı Kürt yarı Ermeni, annesinin ise yarı Rum yarı Ermeni olduğunu öğrendim. Annesi Katolik, Ermenistan’da yaşayan dayıları ise Protestanmış. Söylediğine göre babasının Türkiye’nin beş altı ilinde alışveriş merkezi; dayılarının ise Ermenistan’da büyük bir lojistik şirketi ve New York’ta evleri vs. varmış. Oldukça da milliyetçilermiş. Annesi ile dayısı arasında sık sık mezhep tartışması olurmuş. Babasına gelince, o pek dindar değilmiş ve daha çok Müslümanlık ile Hristiyanlık arasında bir noktadaymış. Evlerinin duvarında haç bulunurmuş. Gel gelelim açıktan azınlık kimliklerini yansıtmayı sakıncalı bulduklarından, kimliklerinde Türk adları ve İslam inancı yazılıymış. Resmi adlarından başka, aile içinde kullanılmak üzere, herkesin bir de Ermenice adı varmış.
Anlattığı bu aile hikayesi beni çok şaşırttı ve heyecanlandırdı. Daha önce hiç böyle bir kızla tanışmamıştım. Ona Ermenice ismiyle hitap etmeye başladım. O anlattıkça ben sorular sordum; ben sordukça o anlattı. Birkaç gün içinde, T***’da olduğu gibi, hiç karşılaşmadan sevgili olmaya karar verdik. Mayıs başı gibi öğrenci bulunduğu Maraş'tan kalkıp Nevşehir'e geldi ve birkaç gün Mustafapaşa’da benimle kaldı. Ateist bir sosyalistti. Bol bol siyaset, din, sosyoloji, tarih tartışıyorduk.
[7:17] KRALLIK MI, CUMHURİYET Mİ?
“Bireycilik mi, Toplumculuk mu?" münazarası yoğun ilgiyle karşılaşmış ve iyi bir eğlence kaynağı olmuştu. Öğrenciler de öğretmenler de devamını istiyordu. Bunun üzerine münazara fikrini ilk ortaya atan edebiyat öğretmenimizin girişimiyle yeni münazara grupları kuruldu. Kurulan gruplardan birinin başına ben getirildim ve tartışacağımız konuyu karşı grupla anlaşarak belirlememiz istendi.
İki şey istiyordum: Birincisi benim belirleyeceğim konunun tartışılması, ikincisi de basit bir konu olmaması. Düşünürken aklıma bir öneri geldi. Karşı grubun başkanına:
“'Krallık mı, cumhuriyet mi?' olsun mu?”
"Sen krallığı mı savunacaksın?"
"Evet."
Anında kabul etti ve arkasını dönüp hızlı adımlarla uzaklaştı. Tartışma grubumdaki arkadaşlarım ise konuyu öğrendiklerinde itiraz ettiler.
"Biz nasıl krallığı savunacağız? Daha baştan kaybettik."
"Ümitsiz olmayın. Ben size gereken malzemeyi temin edeceğim. Hep birlikte çalışacağız. Ve şunu unutmayın; kaybetmek değil mesele! Mesele savunması zor olanı en iyi şekilde savunabilmek."
"Bireycilik mi, Toplumculuk mu?" münazarasında takım arkadaşlarımı “birey” kabul etmiş, çalışıp geleceklerini, düşünceler üreteceklerini umarak büyük hata etmiştim. Bu sefer işi sıkıya almalıydım. Bizim birey olup olmamamız değil; bir ekip olarak ne kadar organize, ne kadar disiplinli hareket edebildiğimiz önemliydi ve grubun bir lideri varsa, işini iyi yapmalıydı.
Takımımdaki tüm üyelerin konusunu belirledim ve malzemelerini dağıttım. Her biri ile en az bir saat boyunca konuşma antrenmanı yaptık. Açıkçası beğenmediğim ezberci eğitim sistemini uyguluyordum. Konuyu idrak etmeleri için değil, ellerindeki malzemeyi gözü kapalı anlatabilmeleri için uğraşıyordum.
Biz ağaçlık bir alanda çalışırken, bizi izlemeye gelen öğrenciler oluyordu. Bir tanesi, "Siz eğer krallığı savunup kazanırsanız, ben size bir büyük rakı alırım." dedi. Takım arkadaşlarım dahil okuldaki kimse kazanacağımıza ihtimal vermiyor görünüyordu.
Münazara günü geldi çattı. Akşam saati, medrese binasının büyük toplantı salonunda yerlerimizi aldık. Sahnede iki grubun da masaları hazırdı ve her konuşmacı kürsüye çıkıp salona hitap edecekti.
Cumhuriyetçi grup konuşma süresini tamamladıktan sonra krallığı savunmak üzere ilk konuşmayı yapmak için kürsüye geldim. Salonda belki yüz kadar kişi vardı, ama salona, “Krallık savunusunun kazanabileceğine ihtimal veren kaç kişi var?” diye sorduğumda, yalnızca beş kişi elini kaldırdı. "Sen konuştuğun için o da." diye ekledi içlerinden biri.
Çocukluğumuzdan beri hepimiz cumhuriyet rejiminin erdem ve üstünlüklerini dinleyerek büyümüştük. İzleyiciler, jüri, rakiplerimiz bizden öyle bir monarşi propagandası bekliyordu ki, kendilerini hizalandırdıkları “seçmen” konumundan, onlara monarşinin ne kadar güzel ne kadar tercih edilesi bir sistem olduğunu anlatmalıydık; ve onlar bizi kazanan taraf ilan ederken, “Hakikaten de ne kadar güzel bir sistemmiş bu!” demeliydiler. Bunun böyle olamayacağını biliyordum ve oyunu farklı oynamaya karar vermiştim. Dağıttığım metinler, kimden sonra kimin neyi anlatacağının sırası, her şey birbirini tamamlayacaktı ve biz beklentilerden çok farklı davranacaktık.
Cumhuriyetin “daha iyi”, “daha tercih edilesi” bir siyasi fikir olduğunu rakiplerimize en başından teslim edecek; onu itibarsızlaştırmayı “gerçek olamayacak kadar güzel” bularak yapacaktık. Cumhuriyet ve ona atfedilen demokrasi, halkın halkı yönetme ilkesi sadece bir illüzyondu. Dahası hiç erişilemeyecek bir ütopyaydı. Ve biz zavallı insanların, acı gerçeklere boyun eğmek ve kendini ona göre adapte etmekten aslında daha iyi bir seçeneği yoktu. Monarşinin üstünlüğü güzelliğinden değil, acı gerçekliğinden geliyordu. Monarşi o kadar gerçekti ki, kendimizi cumhuriyette yaşar zannederken aslında bir Matrix içindeydik ve kırmızı hapı aldığımızda, bir gizli dünya krallığında gözlerimizi açıyorduk.
Artık bu noktada “Yeni Dünya Düzeni”ne dair bütün o uçuk kaçık komplo teorileri tezimize hizmet ediyordu. Arkadaşlarımdan ikisini bu komplo teorilerini anlatmak üzere görevlendirmiştim. Rothschild’ler, Rockefeller’lar, Soros, CFR, Bilderberg Toplantıları vs. derken, yakın tarihimizde ve şu anda dünyada ne olup bitiyorsa bir şekilde perde arkasından planlanıyor ve ardından sahneleniyor görünüyordu.
Biz o salonda bulunanlar, cumhuriyetle monarşi arasındaki siyasi tercihlerimize göre ayrışamazdık. Ancak yaşadığı sistemin aslında bir monarşi olduğunun farkına varanlar ve varmayanlar olarak ayrılabilirdik. Diğer yandan, “Yeni Dünya Düzeni” o kadar güçlü ve o kadar sarsılmazdı ki, ona direnmek nafileydi. Dahası bizler halk olarak, hiçbir zaman kendi kendimizi yönetmemiştik. Hep birileri kendi gündemiyle sahneye çıkmış, bize istediği kartı seçtiren sihirbazlar gibi davranmıştı. Ve biz kendimizi kendimizin yönettiğini sanarak mutlu olmuştuk. Artık bundan vazgeçmeliydik ve bir birey olarak, bir tebaa olduğumuzu kabullenmeli, haddimizi bilerek önümüze bakmalıydık. Kralların bileğini bükemeyeceğimizin bilinciyle, gerekirse kraldan çok kralcı olmalı, monarkların, dahası imparatorluğun gözüne girmeye çalışmalıydık. Ancak o zaman sefil varlığımızı bir parça daha “özgür” ve bağışlanan hayatımızı bir parça daha konforlu kılabilirdik. Gerisi koca bir yalandı.
Tüm konuşmacılar konuşmalarını tamamladığında ve her iki grup da karşı tarafın konuşmalarına itirazlarını dile getirdiğinde jüri karar vermek üzere izin istedi. Epey uzun süren bir değerlendirme sürecinden sonra edebiyat öğretmenimiz kararı açıklamak üzere ayağa kalktı, nefesler tutuldu.
Kazanan krallık olmuştu.
[7:18] LİNÇ HAZIRLIĞI
Birinci eğitim yılı bitmek üzereyken, ikinci sınıflardan bir arkadaşım yanıma geldi ve farklı bölümlerden ikinci sınıfların bana bir linç hazırlığında olduğunu söyledi. Bu bilgi üzerine Arda Bey'e bir ziyarette bulundum. Odasının kapısı açık çalışırdı. Meşgul olsa bile bu kendisini görmek isteyenlere "kapısının her zaman açık olduğu"nu ifade ediyordu. Beni gördü ve içeri çağırdı.
"Nasılsın Berk? Nasıl gidiyor?"
"Gayet iyi gidiyor Hocam. Yalnız bir sorun var. İkinci sınıflardan bir arkadaşım sınav döneminde bana bir saldırı planlandığını haber verdi. Ne yapmam gerektiğini bilemedim."
"Diploma alana kadar herkes bizim öğrencimizdir. Sen okul içindeki insanlardan korkma, dışındakilerden kork. Bu okulda herkes herkese saygı duymayı öğrenecek. Gerekirse 'mahallenin delisi' kabul edecekler ama kabul edecekler. Şimdi git, için rahat olsun. Ben gerekli kulaklara kar suyu kaçırırım."
"Teşekkür ederim hocam."
Arda Bey'in odasından ona tam olarak güvenerek çıktım ve sınavlara da kaygısızca gittim. Hiçbir saldırı olmadı ve birinci yılım oldukça yüksek bir ortalama ile bitti.
[7:19] PERMAKÜLTÜR TASARIM KURSU
Yazın bir kısmını İngilizce çalışarak ve perma-culture (sürdürülebilir tarım) üzerine bir eğitim kampında eğitim alarak geçirdim. Küresel Ekoköyler Ağı – Okyanusya ve Asya’nın kurucusu ve yöneticisi Max Lindegger’den bir hafta boyunca İzmir'in bir beldesinde, sürdürülebilir yerleşke tasarımı ve organik tarım üzerine deneyimlerini dinledim. Suni göl tasarımları, kompost tuvalet, pasif solar sistemleri, sağlıklı yapılar ve manyetik alanlar üzerine birçok bilgi aktarıldı.
Tasarım kursunun bana sağladığı bir başka olanak da organik süt üretiminin içinde olan bir kişiyle, hastalanan hayvanların "doğal yöntemlerle" tedavi edilmesinin zorlukları üzerine konuşmak oldu.
[7:20] ERMENİ KİME DENİR?
2010 yazının son ayında Mustafapaşa’da yeni bir düzen kurdum ve Sarin ailesinin bilgisi ve onayı dahilinde Maraş’tan gelip yanıma taşındı. Bunu yapabilecek durumdaydı çünkü mezun olması için gereken tek şey sınav tarihlerinde sınavlara girmekti. Diğer yandan bu taşınma olayı babamı şaşırtmıştı. Sosyo-ekonomik yönden böylesine “üst düzey” bir ailenin kızının benim samanlıktan bozma “ev”ime hiçbir sorun çıkmadan taşınması; üstelik de ailenin bunu benimle sesli ya da görsel bir iletişim kurmadan, salt kızlarının anlatımıyla yetinerek yapması onun için anlaşılması güç bir durumdu. Bense bu duruma şaşırmıyor, olması gerekenin zaten bu olduğunu düşünüyordum. Aile kızlarına güveniyor, kararlarına saygı duyuyorsa neden aksi olsundu ki? Demek ki aile sadece sosyo-ekonomik olarak değil, zihniyet açısından da üst düzeydi ve bu durum Sarin’in gözümdeki değerini daha da arttırıyordu.
Ailenin bu olumlu tutumuna karşılık vermek istercesine Hristiyanlıkla ilgili araştırmalarıma Ermenilerle ilgili olanları da ekledim. Böylece bir yandan İncil okuyor, diğer yandan Ermeni tarihi üzerine sipariş ettiğim kitapları inceliyordum. Ermeni kimliği de ilgimi çeken bir konuydu ve internet üzerinden Ermenilerin kendi aralarındaki tartışmaları takip ediyordum. Sanıyorum ki kimliğin birbirine eklemlenebilen boyutları üçe indirgenebilirdi: genetik, kültürel ve politik.
Şöyle ki, örneğin Fransa’da Ermeni anne ve babadan doğmuş ama Fransız kültürüyle büyümüş ve kendini “Fransız” sayan bir Fransız vatandaşı “Ermeni” sayılabilirdi. Diğer yandan Ermeni bir anne babaya sahip olmayan bir kişi de, Ermeni kimliğinin geleneksel taşıyıcısı konumundaki “Milli kilise” tarafından kabul edilip vaftiz edilmesi halinde “Ermeni” sayılabilirdi. Bu durumun politik boyuttaki karşılığı da, örneğin Ermenistan’da yıllarca yaşamış ve bu yolla toplumun bir parçası olmuş farklı kökenden birinin devlet tarafından vatandaşlığa kabulüydü.
Lakin bu üç boyut birbirine eklemlenerek daha güçlü bir Ermeni kimliği de meydana getirebiliyordu: Ermenistan’da yaşayan, Ermeni anne ve babadan dünyaya gelmiş, Ermeni geleneksel inancına ve kültürüne sahip bir Ermeni olmak gibi. Elbette bu tür insanlar arasında da “kim daha Ermeni” yarışı yapmak bir şekilde mümkündü. Kim daha vatansever? Kim Ermeniceyi daha titizlikle konuşuyor? Kim topluma daha faydalı bir fert? gibi gibi...
Örneğin Sarin kimliğinde Arapça kökenli bir isim ve “İslam” ibaresi taşıyan bir ateist olmasının yanı sıra, Ermeniceyi neredeyse hiç bilmiyordu. Bildiğine dair tek gösterge, “anlıyor ama konuşamıyor” olduğunu beyan etmesiydi. Bu da onun Ermeni kimliğinin kültürel boyutunun oldukça zayıf görünmesine yol açıyordu. Her iki ebeveyninin de kısmen Ermeni olması da Sarin’i genetik açıdan “eksik” kılıyordu. Gelgelelim Sarin’in gelişkin bir politik yanı vardı. Ermeni kökenini ön plana çıkarması ve Ermenilerin “tarihi hakları”na dair ateşli savunusu onu zihnimde oluşturduğum Ermeni imajına uygun kılıyordu.
Yine de kimin Ermeni sayılabileceği tartışması aynı zamanda kimin sayılamayacağının da tartışmasıydı. Fransa’da Ermeni anne babadan doğan kişi örneğine dönecek olursak; ne kadar Ermeni genlerine sahip olursa olsun, onu bir “Ermeni” değil Fransız sayacak olanlar vardı. Gerçek Ermeni dininin paganizm olduğunu savunanların gözünde, bir kişinin “Milli kilise” tarafından kabulü hiçbir anlam taşımayacaktı. Ermeni anne babadan doğmuş, Ermenistan’da yaşayan ama toplumuna karşı hiçbir sorumluluk hissetmeyen, onun acısını sevincini paylaşmayan bir kişinin de Ermeni sayılması kimileri tarafından mümkün görünmüyordu. Oysa aksi gibi, Ermeni genleri taşımadığı halde Ermeni tarihiyle bütünleşmiş ünlü “Ermeni” simalar vardı.
Kısacası, bu üç boyutu içinde çatışan tüm renkleriyle Ermeni kimliği sabit bir yapı oluşturmaktan çok dinamik bir görünüm arz ediyordu. Bu ise onun kısmen elastik ve geçirgen olduğu anlamına geliyordu.
Peki ben Ermeni olmak istesem olabilir miydim?
Hristiyanlığa ilgim Sarin’de gördüğüm ilgiden katbekat daha fazlaydı. Acaba “Milli Ermeni Kilisesi” tarafından kabul edilir miydim? Anneannemin ise genetik olarak Ermeni olabileceğini düşünüyordum ama bu yalnızca bir spekülasyondu; bir ihtimaldi. Diğer yandan Ermeniliğin politik boyutunda önümün açık olduğunu hissediyordum. Ermeniceyi de pekala zamanla öğrenebilirdim. Hepsi bir araya geldiğinde bu belki beni “ideal bir Ermeni” yapmazdı ama, evet! İstersem Ermeni olabilirdim.
[7:21] “HEPİMİZ ERMENİ'YİZ”
Wikipedia’nın Ermenice “Ermeniler” (Հայեր) başlığında dünyadaki toplam Ermeni nüfusu üzerine tahminler 6 milyon ile 12 milyon arasında değişkenlik gösteriyordu. Kanaatim oydu ki bu 1.000 ile 100 milyon arasında da değişebilirdi. Maharet Ermeniliğin sınırlarını çizmekti. Tanım ne kadar esnek ve kapsayıcı olursa, dünyadaki Ermeni miktarı da doğal olarak o oranda artardı. Diğer yandan çok katı bir tutum da takınılabilirdi ve Ermenilik bir silahlı yer altı örgütünün yüksek disiplinli ve adanmış üyeliğine benzetilebilirdi. Son kertede kimin Ermeni olup olmadığının belirleyicisi ne genlerdi ne kültür, zira onlar bile politik ihtiyaçlar doğrultusunda şekillenmeye ya da yorumlanmaya müsaitti; politik nedenlerle görmezden gelinebilir ya da desteğe çağrılabilir şeylerdi. Eğer öyleyse, Ermeni kimliğinin üç boyutu da tek bir boyuta indirgenebiliyordu: politik boyut.
Hayli geniş bir Ermenilik tanımı örneğiyle 2012’de, dünyanın en etkili Ermeni lobilerinden biri olan Amerika Ermeni Ulusal Komitesi’nin (ANCA) başkanı Aram Hamparian’ın The Armenian Weekly'de yazdığı bir yazıda karşılaşacaktım. 22 Ocak tarihli “Hepimiz Ermeni'yiz” başlıklı yazısında şöyle diyecekti Hamparian:
“İsimlerimizin sonunda ‘ian’ ya da ‘yan’ olsun ya da olmasın; her iki ebeveyni de Ermeni olan, ya da 1, ya da 1/4, 1/8, 1/16, 1/32 ya da (Prenses Diana gibi) 1/64 Ermeni olan insanlar; Ermeni aileler tarafından evlat edinen çocuklar, ya da cemaatimiz içinde evlilik yapmış karı-kocalar; Ermenistan'da ya da global diasporamızın çevresinden olanlar; 1. kuşak ya da 5. (ya da 15.) kuşak göçmenler; Ermenice konuşanlar ya da konuşmayanlar; solcu, sağcı, ya da merkezci, her türden, her tattan, her çeşitten; hizmet etmiş ve bedel ödemiş kimseler, ve ilerde kendi vazifesini bulacak olanlar; tüm inançtan ya da bir inanca sahip olmayan insanlar; Hristiyan (çoğumuz gibi) ya da Müslüman (Hemşinli kardeşlerimiz gibi) ... Bir kısmı Kürt, bir kısmı Asuri, bir kısmı her ne olursa olsun: Siz kalıtımınızın her bir parçasının %100'üsünüz, %100 Ermeni olmak da dahil! Doğuştan, seçimle, vatandaşlıkla, ruhsal olarak, evlilik yoluyla... ya da kaza ile Ermeni olanlar... Hepimiz Ermeni'yiz. Her birimiz - yıldızlar gibi çok sayıda ve bazen yıldızlar gibi gizemli sebeplerle- Ermeni denklemine eşsiz bir şeyler taşıyoruz. Ve böylelikle, dünyaya ve onun tüm ihtişamına ve çeşitliliğine kollarımız açık bir şekilde, ulusların akrabalığı içindeki özel yerimizin üzerine titreyecek ve daima tekamül eden insanlık medeniyetinin koyu ve güzel renkli duvar kilimine katkılarımızı biriktireceğiz. Bizler Ermenileriz ve antik kavmimizin gururlu erkek ve kız evlatları olarak, kendimiz ve insanlık için parlak ve görkemli bir geleceğin inşasına olan inancımızla, bir aradayız.”
Bu dokunaklı yazısında Hamparian elbette Ermeniliği bedava dağıtmıyordu. “Yıldızlar gibi çok” olması istenen çeşit çeşit Ermeni'nin ortak bir yanı olmalıydı: onları birleştiren bir dava; “öteki”si belli olan bir kavga. Ve dünyayı saran yıldızlar gibi, çok sayıda Ermeni'nin oluşturduğu global bir network, eğer bir “Ermeni” olarak vazifenizi henüz yerine getirmediyseniz, size bir şans tanıyordu.
[7:22] İNGİLİZCE DERSİNDE HUNTINGTON
Okulun birinci döneminin başında, İngilizceden muafiyet sınavına girmiştik. Sınavı geçmek için en az 70 almak gerekiyordu. Sonuçlar açıklandığında, okulun panosunda 92 almış olduğumu gördüm.
“92 mi? 92 olmaması lazım.”
Gidip İngilizce sınavını düzenleyen öğretmenlerden birisi ile görüştüm.
“Hocam 92 almışım. Ben 92 beklemiyordum. Nerde hata yaptığımı görebilir miyim?”
“Ne yapacaksın görüp de? Geçmişsin işte.”
“İyi de öğretmenim 92 beklemiyordum ki. Kağıdımı görmek istiyorum.”
“Ya bu kadar takıntılı olmayın.”
“E iyi de kağıdımı görsem ne olur? Nerede yanlış yaptığımı görürsem bir şey öğrenirim, fena mı?”
“İyi peki bari. Bekle biraz.”
Birlikte kağıtların bulunduğu odaya gittik. Bir sürü sınav kağıdı arasından benim kağıdımı buldu ve yanlışların neden yanlış olduğunu anlatmak üzere yanlış cevaplarıma yöneldi. Ama bir dakika, dört “yanlış”ımdan üçü yanlış değildi!
“Bir yanlış olmuş anlaşılan.”
Böylece notum 98'e çıktı ve ben mutlu bir şekilde İngilizce dersinden muaf oldum. Ancak bu yalnızca birinci sene için geçerli oldu. İkinci sene İngilizce dersini zorunlu olarak almak durumundaydım.
Dersler başladıktan sonra bir kaç ders derse aktif olarak katıldım ama canım çabuk sıkıldı. Öğretmenin de benim dersteki mevcudiyetimden pek memnun olduğu söylenemezdi çünkü ne sorsa elimi kaldırıyor, arkadaşlarım zar zor cümle kurarken ben öğretmenle uzun sohbetlere giriyordum. Böyle devam etmesi herkes için bir sorundu. Bunun üzerine öğretmene bir ricada bulundum ve itirazsız kabul gördü.
“Hocam ben derse gelsem de bir köşede sessizce kitap okusam olur mu?”
“Ne okuyacaksın?”
“Samuel Huntington: Medeniyetler Çatışması”
“Peki tamam.”
[7:23] ERMENİLEŞMEYE GİRİŞ
Oranı değişkenlik göstermekle birlikte içimde sıkça hissettiğim iki duygu vardı: hüzün ve öfke.
Hüzün duygusu her şeye yabancılaşma ve derin bir anlamsızlık hissiyle birlikte ilerliyordu. Onun gücünü zayıflatan, durduran ya da ortadan kaldıran şey öfkeydi. John Connor’ı boğazından tutup havaya kaldırarak öfkelenmesine yol açan Terminatör ona şöyle demişti: “Öfke kederden daha kullanışlıdır.” Öfke harekete geçmeye zorluyordu; dipten döndürüyordu. Ama yönü de önemliydi.
Kubilay’a 2005 Ocak tarihli mektubumda şöyle yazmıştım:
“İnsanı çürüten nedir biliyor musun? Savaşma ihtiyacını dışındaki öteki üzerinden değil de, kendi kendini ötekileştirerek, kendi üzerinde, içinde savaşarak gidermeye çalışmasıdır. Savaş her zaman yıkımı da getirir. İnsanın kendini savaş alanı haline getirmesi de kendini yıkıma uğratması demektir. Bundan kurtuluş dış düşmana karşı iç birliktir. ‘Öteki’yi kendi dışında kuracaksın.”
Böylelikle politika bir duyguyu kanalize etme aracına dönüşmüştü. Birilerinin bana ihtiyacı vardı da ben politika aracılığıyla onları kurtarmaya çalışmıyordum. Sert bir kahve içip sersemliğimi üzerimden atmaya çalışır gibi, sert bir siyaset benim ihtiyacımdı; benim kurtuluşumdu.
Yine benzer duygusal döngüler gerçekleşiyordu. Bastığım zemin bataklığa dönüşüp beni yutmaya başladığında, süngü takıp hücuma kalkmam gerekiyordu. Ama bu sefer süreç beni bir Türk ırkçısına değil, bir Ermeni faşistine dönüştürecekti.
Sarin’in ateşli Ermeni savunusunu dinlerken ona, “SİZ Ermeniler…” diye hitap etmek istemiyordum. Onun ateşine ateşimi katmak ve, “Sen ve ben, yani BİZ Ermeniler” demek istiyordum. Onunla Ermeniliğin “ulusal gurur”unu da ulusal öfkesini de paylaşmak istiyordum.
İtalyan Faşist Partisi'nin kurucusu Benito Mussolini 1932'de Emil Ludwing’e şöyle diyordu:
"Irk mı? Bu yalnızca bir histir, gerçeklik değildir. En az yüzde doksan beşi böyledir. Hiçbir şey beni günümüzde saf ırkların olduğuna inandıramaz. Ulusal gurur için ırk sayıklamasına ihtiyaç yoktur."
[7:24] SATRANÇ TURNUVASI
Okulda bir satranç turnuvası yapılacağı duyuruldu. Lisede satranç şampiyonuydum ve yüksekokulda da şampiyonluğu elde edersem hiç fena olmazdı. Heyecanla koşup adımı yazdırdım. Sonra da turnuvayla ilgilenen öğrenci arkadaşıma her gün gidip turnuvanın ne zaman başlayacağını sormaya başladım. Her defasında "Daha değil." diyordu. Bir gün farklı bir cevap verdi.
"Yahu ne zaman başlayacak bu turnuva?"
"Başlamayacak!"
"Ne!? Nasıl başlamayacak?"
"Başlamayacak çünkü çok az kişi gelip adını yazdırdı."
"Kaç kişi yazdırdı?"
"Sadece on."
"On mu?"
"Evet."
"Kimmiş onlar, ver bakayım bana isimlerini."
"Ne yapacaksın?"
"Satranç oynayacağım."
İsimlerini aldığım kişileri tek tek buldum ve üst üste yendim. Ama alt tarafı bir avuç kişiydi. Bir zafer duygusu için yeterli değildi.
[7:25] ALEV ALATLI İLE İKİNCİ SENE BULUŞMASI
2010 Aralık'ında Alev Alatlı okula tekrar geldi ve öğrencilerle buluştu. Konuşmasının sonunda yanına gittim ve kendimi hatırlatıp bir itirafta bulundum:
"Ben sizin bana tavsiye ettiğiniz döneme dair hiç okuma yapmadım. Bunun yerine Huntington okudum ve yakında Brzezinski okumaya başlayacağım."
"Oku. Okunması gereken biri. Şeytan gibi bir adamdır."
[7:26] ERMENİSTAN PLANI
Kendime bir Ermeni adı seçmeliydim. Amerika'da yaşan Ermeni arkadaşlarımdan birinin adı Berc'ti ve Ermenice muhteşem, mükemmel anlamlarına geliyordu. Ancak bu arkadaşım Amerika'da yaşadığından ismini Amerikalıların doğru telaffuz edebilmesi için “Berj” olarak yazmıştı. Ben bundan habersizdim ve Berk ismine yakın göründüğü için kendime bizzat "je" sesiyle Berj demeye başladım. Yaptığım hatanın farkında değildim ve Berj Taçyıldız olarak bir de Facebook hesabı açtım. Bu "Altı kaval üstü Şeşhane" durumun Sarin de farkında değildi ve o da bana Berj diyordu. Bir yerden bir yere gidecek olduğumda, otobüs firmasına ismimi "Berj Yıldızyan" olarak yazdırıyordum.
2010'un 19 Eylül'ünde, Van'ın Akdamar adasındaki Surp Haç Kilisesi'nde bir ayin düzenlenecek oldu. Türkiye Kültür Bakanlığı’nın 1,5 milyon dolar harcayarak restorasyonunu gerçekleştirdiği kilisede, restorasyon sonrası ilk ayine Sarin’in abileri, annesi, babası ve Ermenistan’dan dayıları, onların eş ve çocukları katılacaktı. Sarin annesiyle konuşarak, benim de orada bulunmam için onay aldı. Durumu öğrenen babam ise, "Gidince oracıkta kilisede evlendirmesinler sonra." diyerek takıldı. Bu benim için de iyi olacaktı çünkü hem ilk kez bir Ermeni ayininde bulunacak, hem de Sarin'in akrabalarının önemli bir bölümüyle tanışacaktım. Lakin bu plan babasının fenalaşmasıyla iptal edildi. Aradan biraz zaman geçti ve bu sefer ailesiyle beni tanıştırması amacıyla Ağrı'daki evlerini ziyaret etmeyi planlamaya başladık. Bu plan da gerçekleşmeye yaklaştığında Ermenistan'da Araz dayısının kalp krizi geçirip komaya girmesiyle iptal oldu. O vakit Ağrı'da bulunan ailesi apar topar Ermenistan'a gittiler.
Kasım 2010'da hem kendime hem de Sarin'e gümüş haç kolye aldım ve takmaya başladık. Evlilik hayallerimiz de eksik değildi. Her gün Ermenilik ile ilgili yeni bir şey öğrenip Sarin’e anlatıyordum. Bir gün “Öf yeter artık, Ermenilerden gına geldi!” diyerek isyan etti. Ailesi hakkındaki sorularım da artık onu rahatsız ediyordu. Cevap vermek yerine, "Yoksa sen ailemi benden daha mı çok seviyorsun?" diye karşı bir soruyla bastırıyordu.
Okulun üçüncü döneminin sonunda İstanbul'a gitme ve uygun bir zamanda, Ermenistan'dan Kocaeli'ndeki evlerine dönen ailesiyle beni tanıştırma planı da anne ve babasının apar topar Ermenistan'a yerleşme kararı alıp uygulamalarıyla iptal oldu.
Ailesiyle tanışmak için ne zaman bir fırsat belirse, ardından bir şey oluyor ve aile erişim mesafemden kayboluyordu. Sarin ailesinin beni çok sevmiş olduğunu, benimle tanışmayı çok istediklerini söylüyordu ama, hiçbir zaman benimle bir dakika bile telefonda konuşmamışlardı. Benim kendileriyle konuşma isteğimi ise Sarin, "Seninle tanışmadan telefonda konuşmak istemiyorlar." diyerek engelliyordu.
Hoşlandığım kızın orijinal bulduğum ailesiyle tanışmak hoşuma giden bir fikirdi ama zaman geçtikçe tadı da kaçmaya başlamıştı. Ama madem Ermenistan’a göçmüşlerdi, o halde biz de Ermenistan’a göçmeyi bir kez daha konuşabilirdik.
Ermenistan’a göç fikri, ilişkimizin daha çok başında Sarin’e önerdiğim bir fikirdi. Ailesinin ve kariyer planlarının Türkiye’de olduğunu söyleyerek o vakit bunu geri çevirmiş, ben de ısrar etmemiştim. Lakin ailesi Ermenistan’a göç ettiğine göre artık dengeler değişmiş olmalıydı. Diğer yandan Ermenistan’da “derin devlet” gibi lanse ettiği bir dayısı vardı. Örneğin Akdamar ayini öncesi “Kimmiş bu çocuk?” diye beni merak edip, bir bilgisayara bilgilerimi girmesiyle tüm akrabalarımın bilgilerine ve benim nerde ne kadar yattığıma kadar anında ulaşabilmişti. Eğer öyleyse, Sarin de Türk Dili ve Edebiyatı’ndan mezun olacaktı ve bu eli kolu uzun dayı ona Ermenistan’da iş bulmasında yardımcı olabilirdi. Ben de belki Türkiye’de kurmayı planladığım çiftliği Ermenistan’da kurar, agro-turizmle falan uğraşırdım.
Neyse ki önerim bu sefer kabul gördü ve 2011 Ocak ayında, gelecek hayallerimizin hedefi Ermenistan olarak güncellendi.
[7:27] SAVAŞ MI BARIŞ MI?
İkinci sene münazaralar başladığında izleyicilerin karşısında artık farklı bir konuşmacı vardı. Kutsal değerleri hiçe sayan bir bireyci ya da krala selam durup işine gücüne bakan bir kariyerist yoktu. Bu sefer karşı gruba “Savaş mı Barış mı?” tartışmayı teklif etmiş ve barışı savunmayı tercih etmelerini memnuniyetle karşılamıştım. Artık bir toplumcuydum ve Nietzsche’nin de dediği gibi, “toplum savaşın bir aracı”ydı.
* * *
Yıllar önce Nietzsche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt” kitabını bir örgüt evinin kitaplığında görüp okumaya başladığımda Eyüp Beyaz şöyle demişti, "Nietzsche'nin kitabı değil mi o? Hani şu 'faşizmin babası' dedikleri adam!?" O zaman ona itiraz etmiş, “Yok ya, böyle faşist mi olur?” demiştim.
Kimileri Nietzsche’den bir libertaryan, kimileri bir anarşist, kimileri ise bir faşist ya da NAZİ çıkarıyordu. Çok haksız da sayılmazlardı çünkü tek bir Nietzsche yoktu; birbirleriyle mücadele içinde olan Nietzscheler vardı ve Mussolini de ben de onun “herkese göre ve kimseye göre olmayan” kitaplarından okuyup, içinden en beğendiğimiz Nietzsche’yi seçmiştik. Her ikimizin de sosyalist bir geçmişi vardı ve her ikimiz de üstesinden Nietzsche okuyarak gelmiştik.
Her ne kadar cezaevinde yüce ideallere inanmayı bırakmış olsam da ruhum bir serseriden ziyade bir savaşçıya aitti. Ona “Hiçbir şey uğruna savaşmaya değmez!” dediğimde buna tepkisi beni mutsuzluğa boğmak oluyordu. “Ne diye saçma sapan şeyler için acı çekeyim, hayatın tadını çıkarmak varken!” dediğimde, her ne yapıyorsa beni hiçbir şeyden tat alamaz hale getiriyordu. “En değerli şey bireysel özgürlüğüm!” dediğimdeyse, insanların arasına karışmayı işkence haline getirip beni eve hapsediyordu.
Hüzünlü ruhumu kendine getiren şeylerden biri marş dinlemekti. Kuş cıvıltıları, güneşli bir hava değildi bana enerji veren; fırtınaydı, çakan şimşekti, izlediğim filmde patlama sahnesi, uçuşan kurşunlardı. Her şeye inancını yitirmiş ve savaşsız kalmışlığın trajedisiydi melankolimin arka fonu. Kendine iş bulamamış bir kamikaze pilotunun bunalımını yaşıyordum. İzlediğim bir filmde bir karakter kendini çatışa çatışa feda edecek olsa hüngür hüngür ağlamaya başlıyordum.
Nietzsche Zerdüşt’ün ağzından şöyle diyordu:
“Pek çok asker görüyorum: pek çok savaşçı görebilsem keşke! (…) Gözü hep düşman arayan kişiler olmalısınız, kendi düşmanınızı. Ve kiminiz ilk bakışta nefret eder. (…) Siz barışı, yeni savaşların aracı olarak sevmelisiniz ve kısa barışı uzunundan daha çok sevmelisiniz. İşi değil, savaşmayı salık veririm size. Barışı değil, zaferi salık veririm size. İşiniz savaş olsun, barışınız zafer olsun! Kişi, ancak ok ve yayı olduğu zaman susar ve sessiz oturabilir: yoksa gevezelik eder ve çekişir. (…) Savaşı bile kutsayan iyi davadır mı diyorsunuz? Size derim: her davayı kutsayan iyi savaştır. Savaş ve yüreklilik, komşu sevgisinden daha büyük şeyler başarmıştır.”
* * *
Münazarada konuşma sırası bana geldiğinde, eleştirdiğim ilk şey liberalizmin pasifist yönüydü. Tüketim toplumu içinde bolluk ve bereket içinde yaşayabilirdik ama hiçbir şey uğruna savaşmıyorsak, belki kimsenin burnu bile kanamazdı ama bu ruhsal bir yıkım olurdu. Barışsever küçük insanların karşısında, savaş zamanında ortaya çıkan kahramanlar vardı. Savaş değerli insanla değersiz insanı ayırt etmek için sunulmuş bir fırsattı ve “iyi” ile “kötü”nün mücadelesinde hiçbir şey savaş kadar mert değildi. “Değerler” sadece savaşa yol açmıyordu, savaş da değerlere yol açıyordu ve biz böylece kendi sefil varlığımızdan öte şeylerin varlığını hissediyorduk. Hayatı ancak çarpışarak olumlayabilirdik.
* * *
Ve böylece bir münazara daha sona erdi. Jürinin üç oyunun üçünü de alarak bir üst tura yükseldik.
[7:28] ORGANİK TARIM İLAÇLARI
Bitki Koruma dersinde ilaçlama esnasında uymamız gereken kuralları işliyorduk. Maske takmalıydık. İlacı solumaktan uzak durmalı, gözlerimizi kapatmalı, ilaca değmemeliydik. Aklıma radyasyona dayanıklı elbiselere benzer elbiselerle tarla ilaçlayan çiftçilerin gösterildiği konvansiyonel tarım karşıtı belgeseller geliyordu. Demek ki tarım ilacı (pestisit) kullanımı konvansiyonel tarıma özgü bir uygulama değildi. Organik tarımın da kendi pestisitleri vardı ve bize bunlardan kullanım esnasında nasıl korunacağımız öğretiliyordu.
Organik pestisit ile konvansiyonel pestisit arasındaki temel fark, birinin doğal iken, diğerinin sentetik bazlı olmasıydı. Hepimiz doğal zehirlerin daha “çevre dostu” olduğuna emindik. Oysa etkileri düşük olduğu için pratikte çiftçiler tarafından çok yoğun olarak kullanılıyorlardı ve hedef seçici olmadıklarından dolayı bu durum “tarım zararlıları”yla birlikte çevredeki birçok canlıyı da gereksiz yere tesiri altında bırakıyordu. Çok daha hedef odaklı olan sentetik zehirlerde ise durum tersiydi, ama bu bize öğretilmeyecekti.
[7:29] "MONSANTO’NUN AJANI"
Organik tarımı her açıdan konvansiyonel tarımın karşısına konumlandırıyorduk. Sentetik gübrelere karşı doğal gübreleri, sentetik tarım ilaçlarına karşı doğal tarım ilaçlarını, toprağı derinden süren güçlü traktörlere karşı ufak bahçe motorlarını ya da sabanla sürmeyi savunuyorduk. Dahası işin arka planında sanayi devrimine getirilen eleştiriler vardı. "İlerleme" dünyayı mahvediyor, yaşanamaz hale getiriyordu. Bilim şirketlerin esiri olmuştu ve yenilikler bizi köleleştirmekten başka bir işe yaramıyordu. Doğaya kaçış sisteme bir direnme aracıydı. Kırsalda geliştirilecek organik tarım hareketi çevreci mücadeleyi büyütecek ve kapitalizmi içinden çökertecekti.
Bu mücadelenin en yoğun olduğu alanlardan biri de bio-teknolojik bitkilere karşı mücadele alanıydı. "Doğal" olanın "kutsal" demek olduğu bir felsefe üzerinde yükselen ekolojik harekete göre, insan aklı doğanın bir hatası olmalıydı; çünkü her şeye egemen olmaya çalışıyor, doğanın kanserine dönüşüyordu. Bilim insanları bio-teknolojik tohumları üretirken, bitkilerin genetik özelliklerini değiştirmek suretiyle onları ihtiyaca göre tasarlıyor ve böylece doğal bir şeyin içine akıl karıştırıyordu. Oysa çevrecilere göre hiçbir şey doğanın aklından üstün olamazdı. Doğa’nın “Tanrı” kabul edildiği bir yerde, insan aklı ancak “şeytan” olabilirdi. Suyun değiştirme gücüne tanınan hakların, insan aklının değiştirme gücüne tanınmadığını görüyordum.
Öğretmenime GDO'lara neden karşı olduğunu sorduğumda, ilk aldığım cevap insan sağlığına zararlı olduğuydu. Peki insan sağlığına nasıl zararlıydı? Söylenene göre kansere ya da alerjik duruma yol açma olasılığı vardı. Yani bulunan bir zararı yoktu ama "muhtemelen" vardı.
Benim de bu işte canımı sıkan bir şeyler vardı. GDO’lara neden karşı çıkmamız gerektiğine dair tatmin edici cevaplar alamıyordum. GDO'nun sağlığa ve çevreye "olası" etkileri üzerine bulduğum metinler çok çabuk siyasallaşıyor, emperyalizm-kapitalizm eleştirisine çok çabuk varıyordu. Diğer yandan Birleşmiş Milletler’in sağlık kuruluşu olan Dünya Sağlık Örgütü GDO’lara ilişkin sitesinden yaptığı açıklamada şöyle diyordu:
“Uluslararası pazarlarda bulunan GDO’lar güvenlik kontrollerini geçmiş bulunup, insan sağlığı için herhangi bir risk oluşturmuyor görünmektedir. Ek olarak, GDO’ların onaylanarak tüketildiği toplumlarda insan sağlığına etki ettiğine dair hiçbir bulguya rastlanmamıştır.”
İşin ekolojik ya da sağlık boyutu bir yana bırakılıp piyasa yönüne bakıldığında GDO’lu tohumların büyük bölümünü Monsanto adında Amerikalı bir şirketin ürettiği görülüyordu. Bu şirketin ise dünyayı ele geçirmeye çalışan şeytani örgütlerle bağlantılı olduğunu iddia edenler dahi vardı. Ben ise şikayetlerin asıl kaynağının tarım sektöründe geliştirilen üstün bir teknolojinin paylaşıma açık olmaması olduğundan şüpheleniyordum. Bana öyle geliyordu ki Monsanto teknolojisini ve patent haklarını herkese açsa, tutucular dışında kimse bir daha GDO’ların “olası” risklerinden söz etmezdi.
Bu düşünce beni zamanla derslerde GDO üzerine öğretmenlerimle daha fazla tartışmaya ve sonunda Monsanto’yu açıktan savunmaya yöneltti. Akabinde sınıf arkadaşlarımın bir kısmı bana "Monsantocu Berk" demeye başladı. Hatta bir sınıf arkadaşım hızını alamadı ve "Yoksa Monsanto seni bizim aramıza ajan olarak mı soktu?" diye sordu. Bense yakıştırmadan memnundum ve ders sunumlarımda slaytların sonunda “Herr Berk” yazmayı bırakarak “Monsantocu Berk” yazmaya, Monsanto amblemi koymaya başladım.
[7:30] DİN ve SİYASET BİRBİRİNE KARIŞTIRILMALI MI, KARIŞTIRILMAMALI MI?
Münazaralarda finale gelinmişti. Yine savunması zor olan tarafı kendimize almak suretiyle konuyu belirlemede başarılı oldum. Bu sefer din ve siyasetin birbirine karıştırılmasını savunacaktık!
Karşı taraf kendisini rahat hissediyor olmalıydı çünkü tabi olduğumuz eğitim sisteminin başından itibaren din ve siyasetin birbirine karıştırılmaması gerektiğini öğrenmiştik. Karşı tarafın bizi "Atatürk ilke ve inkılapları" üzerinden vurmaya çalışacağını biliyordum ve daha baştan saldırının geleceği taraf üzerine bir savunma stratejisi geliştirdim. Grubumun üyeleri başarılı geçen münazaralarımızın ardından bana oldukça güveniyordu ve merkezi planlayıcı rolümden ben de memnundum.
Münazara günü gelip çattığında ilk konuşma sırası bizdeydi.
Birinci konuşmacı Atatürk'ün dört paragraflık Balıkesir hutbesi ile konuşmasına başladı. Bu hutbenin ilk iki paragrafının din, son iki paragrafının siyaset içerikli olduğu açıkça görülüyordu. Konuşmasının devamında Meclis'in açılışının Cuma gününe getirildiğini, Cuma namazının ardından kurban keserek Meclis'e tekbirlerle yüründüğünü, Meclis çatısı altında dualar okunduğunu ve Meclis duvarına ayet asıldığını anlattı.
İkinci konuşmacı Atatürk'ün bir siyasetçi olarak dinin sosyolojik önemine değindiği röportajlarından ve konuşmalarından alıntılar yaptı. Karşımıza çıkan son derece dindar bir Atatürk'tü ve dindar bir millet istiyor görünüyordu.
Üçüncü konuşmacı din ve siyaset ilişkisini Atatürk döneminden çıkararak daha geniş bir Türkiye tarihi perspektifinde ele aldı ve Kenan Evren döneminden örneklerle argümanını güçlendirdi.
Dördüncü konuşmacı siyasette dine yer vermeyen Marksist görüşü ve sosyalist pratikleri anlattı.
Beşinci konuşmacı ise Avrupa ve Amerika'da devlet işleyişinde görülen dini pratikleri örnekledi
Sonunda konuşma sırası bana geldi.
Din ve siyaset birbirinden ayrılamazdı çünkü Tanrı’nın kendisi bir politikacıydı. Din sadece bireyin Tanrı’ya ibadet ettiği ve karşılığında cennet ile ödüllendirildiği bir sistem değildi. Din sosyal bir düzen öneriyor; insanlar arasındaki ilişkileri, devlet ile toplum ilişkisini etkiliyordu. İnsanlar birlikte özel mekanlarda ibadet ediyor, cemaatler oluşturuyordu. Din böylesine toplumsal ilişkiler önerir ve uygulatırken, onun politik olmaması düşünülemezdi zira toplumsal olan her şey politikti.
Din sadece toplumların işleyişini de etkilemiyordu, uluslararası ilişkilerde de önemli bir faktördü çünkü uluslar din merkezli medeniyetlere ait olarak, kendi medeniyetlerinden olan uluslarla farklı, kendi medeniyetlerinden olmayan uluslarla farklı derinliklerde ilişki kurmaya meyilliydi.
Diğer yandan din ile siyaseti birbirine karıştırmak bir teokratik devleti gerektirmiyordu; çünkü dinin siyaseti etkilemesi gibi dinin de güncel siyasetten etkilenimi söz konusuydu. Toplumlar değişip dönüştükçe ortaya çıkan farklı ihtiyaçlar dinin tekrardan yorumlanmasına yol açıyordu. Böylece az ya da çok olmak üzere, din toplumsal yaşamın ve siyasetin içinden eksik olmuyor, tamamlayıcı bir unsur olarak ona hizmet ediyordu. Aksini başarmaya çalışan ülkelerin kaderi pek parlak olmamıştı.
Belki de en çekişmeli geçen münazaramız buydu. Karşımızda da bizim gibi birkaç grup eleyerek finale ulaşmış konuşmacılar bulunmaktaydı. Başarılıydılar. Yine de jüri nazarında ağır basan biz olduk ve münazara şampiyonluğu bizim oldu.
[7:31] ANNEMLE İPLER KOPMA NOKTASINDA
Şubat 2011'de (Muğla) Akyaka'ya annemi ziyarete gittiğimde, ona ilk kez Hristiyan olma isteğimden ve Ermenistan'a göç etmeyi planladığımdan bahsettim. İncil okuyabileceğimi, kiliseye gidip dua edebileceğimi ancak vaftiz olarak kimliğime Hristiyanlığı yazdırmamamı, bu durumun iş bulmamı daha da zorlaştıracağını söyledi. Ermenistan'a gitme planıma ise hiç anlam verememişti. Ermenistan fakir bir ülkeydi ve oraya gitmek işlerimi Türkiye'de olduğundan daha kolaylaştıramazdı.
1 Mart 2011'de ben Mustafapaşa’dayken vaftiz konusu tekrar açıldı. Bir telefon görüşmesinde ona Sarin ile kilisede evlenmek istediğimizi, bunun da gereği olarak öncesinde vaftiz olmamız gerektiğini söylediğimde bir yorum yapmadı. Fikrini daha sonra belirteceğini söyledi ki, bu fırtına öncesi sessizlikti.
O fırtına 27 Mart 2011'de koptu. Kendisini kurmuştu ve telefonda oldukça öfkeli konuşuyordu. Saçma sapan hareket ediyordum ve eğer bu şekilde devam edersem dedem, babaannem, halam, amcam kimse bir daha yüzüme bakmazdı; dahası babam her türlü desteğini geri çekerdi. Ancak tavrından benim anladığım şuydu: annem uyarmıyordu, “aile adına” tehdit ediyordu.
[7:32] BABAM BENİ REDDETMİYOR
31 Mart 2011 - Annemin restini gördüm ve babama durumu açıklayan sayfalarca uzunlukta, "İtirafname" başlığını taşıyan bir mail yazdım. Mailin konusu Hristiyan olmak ve Ermenistan’a göçmek üzerineydi. Babam maillerini düzenli kontrol eden biriydi. Bir hafta boyunca sessizlik oldu. Ne bir telefon, ne bir mesaj, ne bir mail…
İkinci uzun maili 8 Nisan 2011'de yazdım. O mailin başlığı da "Dertleşme" adını taşıyordu. Aldığım kararların gelişimini, nedenlerini ve hedeflerini olabildiğince detaylı yazmaya çalıştım. Ermenistan’a gidişin sebeplerini hayatımda yeni bir sayfa açmak, geçmişimden kaynaklı engelleri kaldırarak ekonomik bir zemin kurmak ve sonunda mutluluğu ve huzuru elde etmek olarak sıralıyordum.
Birinci maili yazalı on altı gün geçmişti. Mezuniyet tezim üzerine uğraşırken telefonum çaldı. Arayan babamdı. Telefonu açtığımda benimle gayet normal bir ses tonuyla konuşmaya başladı. "Naber, nasılsın, ne yapıyorsun?" gibi sıradan bir başlangıcı vardı. Bir süredir iş yoğunluğunun yüksek olduğunu, o nedenle arayamadığını da ekledi. Ben de kendi okulumla ilgili güncel gelişmeleri paylaştım.
Telefonun ilerleyen dakikalarında, "Ee peki Hristiyanlık eğitimi için ne zaman İstanbul'a geleceksin?" diye sordu. Mailde ona Hristiyan olmak için önce altı ay süren bir dini eğitim almak gerektiğini yazmıştım. "Okuldan sonra." diye cevapladım. Anladığını ifade etti ve birkaç ufak konuyu daha konuştuktan sonra kapattık. Bir derin nefes aldım. Babam sanıyorum maillerimi okur okumaz cevap vermek istememiş, bir süre üzerine düşünmüştü.
Bir sonraki telefon konuşmamızda ise Ermenistan'a göç üzerine aramızda şöyle bir diyalog geçti:
"Bugüne kadar Amerika'ya, Avrupa'ya göç etmek isteyenleri duydum ama Ermenistan'a göç etmek isteyen birini ilk kez seninle görüyorum."
"Evet doğru ya, Amerika bir fırsatlar ülkesi. Peki her fırsatlar ülkesine giden hayatının fırsatını yakalıyor mu? Belki 'fırsatlar ülkesi'nde fırsat bulamayanlar ve Ermenistan'da da hayatının fırsatını bulanlar vardır?"
"Evet olabilir. Burada iş ve sosyal hayatta ne kadar sınırlı olduğunun farkındayım. Burada önünü kapatıyorlar ama belki Ermenistan'da seni iyi bir yere getirirler."
[7:33] BAHAR AYİNİ: İLK KİLİSE DENEYİMİM
14 Mayıs 2011 - Mustafapaşa’nın merkezinde bulunan Eleni Kilisesi'nde Bahar Ayini yapmak üzere İstanbul'dan ve Yunanistan'dan üç yüzün üzerinde Yunan/Rum geldi. Ayini Ekümenik Patrik 1. Bartholomeos yönetecekti. Mustafapaşa kasabası halkı ve okulumuzun öğrencileri meraklı gözlerle kilisenin bahçesinden içeri bakarlarken Sarin ile içeri girdik ve cemaat arasında saf tuttuk. Kilise korosu ilahiler okuyor, buhurdanlıkla tütsüler yakılıyordu. İçeride oldukça mistik, etkileyici bir atmosfer vardı. Hiçbir şey anlamadığım halde huşu ile ayakta duruyor, cemaat haç çıkardığında ben de çıkarıyordum.
[7:34] OKUL TARİHİ BİRİNCİLİĞİM
Açık Meslek Lisesi'ndeki düsturumu Kapadokya Meslek Yüksekokulu’nda da başından uygulamaya koydum: "Kopa çekmem. Kopya vermem. Çekene de karışmam." Sınavlara hazırlanıyor, sınav boyunca kağıdımın üzerine kapanıp bildiklerimi yazıyor ve çıkıyordum. Sınıf arkadaşlarım da huyumu öğrenmişti ve bu nedenle sınav öncesindeki organizasyonlarına beni katmıyorlardı. Bana yakın oturmayı da kimse istemiyordu çünkü yararlanamayacağını biliyordu.
Dönem sonunda derslerimizin ortalaması 4 üzerinden hesaplanıyordu. Birinci dönem 3,80; ikinci dönem 3,84; üçüncü dönem: 3,95 ve dördüncü dönem: 4 ortalamaya sahip olarak, diploma notumu 3,89 getirdim.
Babam ve halam mezuniyet törenime geldiler. Uzun bir keçi sakalım ve takmayı sevdiğim kasket bir şapkam vardı. Babam beni ilk gördüğünde, "Tam bir Hristiyan Ermeni’ye benzemişsin!" diyerek takıldı.
Mezuniyet töreninde Arda Bey platform üzerindeki kürsüden "Yalnızca bu yılın değil, okul tarihimizin en iyi öğrencisi" diyerek beni sahneye çağırdığında, babam da halam da gururlanmıştı. Sahnede beni Alev Alatlı karşıladı ve sıkıca sarıldıktan sonra birincilik hediyesi olarak bir kalem ve şık bir radyo hediye etti; birincilik plaketini sundu. Ardından kürsüdeki mikrofona yöneldi ve "İşte öğrenci dediğin böyle olur!" dedi. Babam ise heyecanla fotoğraf çekmekle meşguldü.
[7:35] "HAÇ TAKAN EVLAT İSTEMİYORUM!"
4 Haziran 2011 - Anneme de babama olduğu gibi bir mail yazdım. Bu daha çok bir bilgilendirme mailiydi. Babamdan ya da halamdan, beni “uyardığı” gibi bir tepki almadığımı anlattım.
Halam mezuniyetim için Mustafapaşa’ya babamdan önce gelmişti. Sanki mevzudan haberdarmış gibi Hristiyanlarla evlenerek Hristiyan olan uzak akrabalarımızdan konu açmış, ailelerin çocuklarını dini tercihlerinde özgür bırakması gerektiğini söylemişti.
Babam geldiğinde ise telefonda gösterdiği hoşgörüye ek olarak dedem ve babaannemin durumuna dikkat çekecekti: "Deden ve babaannenin hafızaları çok zayıf. Her gün her şeyi unutuyorlar. Senin bu yönelimlerini dedene anlatsak ne yapar? Çok üzülür muhtemelen ama ikinci gün unutur. O nedenle artık dedenin ve babaannenin görüşleri de o kadar belirleyici değil."
Tüm bunları anneme aktardım; ama o bu gelişmeleri hiç de olumlu karşılamadı. Annem ailesinden aldığı kültür doğrultusunda hep daha modern görünmüştü gözüme. Baba tarafım ise daha muhafazakar olan taraftı ama sanki şimdi roller değişmişti ve annem hışımla yazdığı cevap mailinde haç takan bir evlat istemediğini belirtiyor, "İsa seni kutsasın. Yolun açık olsun." diye bitiriyordu.
bottom of page