Bölüm 6
[6:1] GELENEKSEL METOTLA “ARNAVUT”
Askerlik sonrasında ilk yaptığım işlerden biri ne kadar da Türk olduğumu kanıtlama girişimi olarak başlattığım soy araştırmalarımı gözden geçirmek oldu. Askerlik öncesi atalarımı "Bulgaristan Türkü", "Girit Türkü", "Makedonya Türkü" ve "İstanbul Türkü" olarak dört bileşene ayırmıştım. Röportajlardan elde ettiğim tarihleri ve yer adlarını bir de İngilizce kaynaklardan, genel bir tarih süreci içerisinde farklı açılardan incelemeye aldım.
Dedemin Makedonya'da akrabalarıyla buluştuğu yerleri, babasının doğum yerini araştırdım önce. İlk çarpıcı bulgu dedemin dedesinin büyük toprak sahibi olduğu yerden bir Arnavut yerleşim yeri olarak bahsedilmesiydi. Dahası okuduğum metinlerin birinde, Osmanlı’da Makedonya Arnavutlarının sıklıkla asker yapıldığı da yazıyordu. Bu bilgi de bana bir ipucu gibi göründü.
Babaannemin ailesinin iç savaş nedeniyle Girit'ten Anadolu'ya göçtüğünü ve Türkçeyi de burada öğrenmeye başladığını dinlemiştim kendisinden. Bu kafamı kurcalayan bir durumdu. 1669 tarihinde Osmanlı tarafından fethedilen Girit’in tarihini incelerken dikkatimi çeken en çarpıcı bulgu, Müslümanların hızla oransal olarak artarken ada nüfusunun böyle bir artış göstermediğiydi. Girit'ten Osmanlı'nın en az göç alan toprağı olarak bahsediliyordu. Dolayısıyla artış gösteren Müslümanların kaynağı da Giritlilerin bizatihi kendileriydi. Müslüman olarak "Müslüman adı" alanlara, kilise yerine camiye gidenlere Hristiyan halk "Türk" yakıştırmasında bulunmuştu ve iç savaş asıl olarak Müslüman Giritlilerle Hristiyan Giritliler arasındaydı ve bu savaşta babaannemin öldürülen akrabaları vardı.
Bulgaristan göçmeni olan dedem hakkında bu kadar net sonuçlar elde edemedim. Bulgar tarihçiler Osmanlı döneminde Anadolu'dan Bulgaristan'a göçen insan sayısı ile daha sonra Bulgaristan'dan Anadolu'ya göçen insan sayısı arasında bir hesaplama yapıyor ve arada geçen zamanda göçmenlerin bu kadar fazla çoğalamayacağını, dolayısıyla Bulgaristan'dan Anadolu'ya göçenlerin en azından bir kısmının Türkleşmiş Bulgarlar olması gerektiğini iddia ediyordu.
Kimliğine dair tahmin yürütmekte en çok anneannemde zorlanmıştım. Hakkındaki bilgi ve resimlerle yetinmeyerek akrabaları arasında yaşayan en yaşlı iki kişiye telefon açmış ve kendimi tanıtarak aile tarihi üzerine röportaj yapmak istediğimi belirtmiştim. Bu kimselerle buluşmalarım neticesinde ise elimdeki resim, isim ve anı adedini çoğaltmışsam da bir türlü ulaşmak istediğim yere ulaşamamış, etnik kökenleri üzerine hiçbir net cevap edinememiştim. Bu durum benim için bir dertti, çünkü sürekli spekülasyona açık bir durum yaratıyordu. Askere gitmeden önce annemi bir Türkçü tarihçiyle tanıştırmıştım. Sohbet esnasında dedelerinin nasıl da İstanbul'un ileri gelenlerinden olduğunu, ailenin Batılı-modern kültürel özelliklerini, yaşam tarzlarını övünerek anlatmıştı. Konuştuğu kişinin ise annemin bu anlatımlarına yorumu şu olmuştu: “Siz ailenizden bu şekilde bahsederseniz kimseyi Türk olduğunuza inandıramazsınız.” Peki ya sahi anneannem neydi o zaman? Acaba fasulye pilakisini “Ermeni usulü” yapıyor olması Ermeniliğinin açığa çıkan bir işareti miydi?
Peki bir dedemin Arnavut, bir dedemin Bulgar, babaannemin Yunan ve anneannemin de Ermeni olduğu bir durumda ben ne olurdum? Bu türden “karmaşık” durumları aşmak için kullanılan geleneksel bir metot vardı. Oldukça da pratikti. “Babam neyse ben de oyum!” dedim ve devam ettim: “Peki Babam ne? Babası neyse babam da o. Peki dedem ne? E o da kendi babası neyse o. Sonuç? Sonuç Arnavut’um işte!”
[6:2] TASDİKNAME ALIŞIM
Tuzla Anadolu Teknik Lisesi'nin yolunu tuttum. Yıllar öncesinde "halkın çocuklarıyla birlikte" okumanın ve sonunda elektronik mühendisi olmanın hayalleriyle başladığım okula, şimdi tasdikname almak için gidiyordum. Öğrenimime açık meslek lisesinden devam etmem gerekiyordu. Beni gören idareciler kısa bir şaşkınlığın ardından sorular sormaya başladılar. Tutuklandığımın haberi ulaşalı çok olmuştu. Gözleri parlayarak sordukları sorularda sanki bir pişmanlığın izini arıyorlardı. Söylenebilecek çok şey vardı belki ama yine de bu zevki onlara yaşatmak istemedim. Toto-loto kuponlarını andıran bol sıfırlı ve birli tasdiknamemi alıp yoluma devam ettim.
İstanbul'da elektronik bölümü olan bir açık meslek lisesi aradım önce. En nihayetinde bir tanesini bulduysam da yeri çok ters geldi. Bir süre sonra annemin önerisiyle Muğla merkezde bulunan bir meslek lisesi ile irtibat kurdum ve açık meslek lisesi eğitimi verdiklerini öğrendim. Elektronik bölümleri yoktu ancak elektronikten elektrik bölümüne geçiş yapabileceğimi söylediler. Niyetim ne elektronik ne de elektrik teknisyeni olmaktı. Yalnızca basit bir lise diploması almak istiyordum. Bunun üzerine ben de rotayı Muğla'ya çevirdim.
[6:3] LİBERAL DEMOKRAT PARTİ TOPLANTISI
Askerlik sonrasında, eğilip bükülmekten bıkmış usanmış, kendine özgür bir alan açmaya çalışan bir “birey” olarak, bireyin özgürlüğünü temel alan siyasi felsefeleri incelemeye ağırlık verdim. Askerde okuduğum Cioran'ın "Tarih ve Ütopya" kitabı bu yönelimin girişi olmuştu. Bir "hürgeneral" olarak, zaman kaybetmeden bireyci anarşizm, klasik liberalizm, neo-liberalizm, anarko-kapitalizm gibi akımların peşine düştüm.
Liberal Demokrat Parti'nin internet sitesine girdiğim bir gün, Taksim'de bir otelde toplantı yapılacağından haberdar oldum ve gözlemci olarak gitmeye karar verdim. Otelin lobisinde toplanan insanların yanına gittiğimde, onların da toplantı için beklemekte olduklarını öğrendim. Kırk beşlerinde sandığım bir kişi misafir olduğumu öğrenince bana liberalizmi anlatmaya başladı. Beş on dakika onu dinledim ve sonra birlikte toplantı salonuna geçtik. Pek de büyük olmayan toplantı salonunda ortalarda bir yere oturup, insanları izlemeye başladım.
Platformun üzerindeki masaya sırayla parti yöneticileri sıralandılar. Onların karşısında oturan üyeler ise, benimle birlikte yirmi kişiyi belki geçiyordu, belki geçmiyordu. Kendi aralarında karşılıklı olarak sohbet ettikten sonra lobide konuştuğum kişi söz aldı ve "Aramızda bir misafir var. Bizi merak edip dinlemeye gelmiş." dedi. Bunun üzerine salonda bütün ilgi bana döndü. Yöneticilerden biri "Hoş geldin genç arkadaş. Seni liberalizme ne çekti? Anlat biraz." dedi. Bana da sanki o kadar lazımmış. Ayağa kalkıp üç-beş dakika es vermeden ateşli bir konuşma yaptım ve saldırıp da kafa kafaya tokuşturmadığım toplumcu-devletçi ideoloji kalmadı. Bitirdiğimde ise teşekkür edip oturdum. Bana söz veren yöneticinin ilk yorumu, "Ne yazık ki yıllardır üyemiz olan insanların birçoğu liberalizmi bu kadar iyi kavramış değil." oldu.
"Nerelisin?"
Bu soruya "İstanbulluyum" dediğimde insanların neredeyse hiçbir zaman tatmin olmadığını ve peşinden "Tamam ama aslen nerelisin?" diye sorduğunu bildiğimden ve ata dede topraklarına da yolculuk etmeyi gereksiz bulduğumdan, kestirme bir yol olarak gördüğüm cevabı verdim:
"Arnavutum."
"Öyle mi! Ben de Arnavutum! Nerenin Arnavutu?"
"Makedonya."
"Eğitim durumun nedir?"
"Açık meslek lisesinden liseyi bitirmeye çalışıyorum."
"Desene sen de liberaller gibi güçlük içindesin."
"Sanırım öyle."
"Hoş geldin tekrar."
"Teşekkürler."
Toplantı bittiğinde gitmek üzere kapıya yönelmiştim ki lobide konuştuğum kişi yanıma geldi. Liberal Demokrasi Enstitüsü kurduklarını, halkı liberalizmin ne olduğuna dair eğitmek üzere çalışma yürüteceklerini anlattı. Eğer ben de enstitünün çalışmalarına yardımcı olmak istersem bundan memnuniyet duyacağını söyledi. Türkçü bir dergiden aldığım yazarlık teklifi ya da Nurettin Hiçyılmaz'ın satranç eğitimi önerisi gibi, bu açılan kapıdan da girmeyi benzer bir nedenle kabul edemedim; zira yine İstanbul'dan uzaklaşma zamanı gelmişti.
[6:4] MUĞLA / AKYAKA
Annem ben askerdeyken Muğla merkez ile Marmaris'in ortasında, Gökova Körfezi'nin bir ucunda, Akyaka adında bir beldeye yerleşmişti. Villa tipi evlerin bahçeleri birbirleriyle güzellikte yarışıyor gibiydi. Bahçelerden taşan çiçekler ve meyve ağaçları, çeşitli cinste sokak köpeklerinin güzelliğiyle birleşiyordu. Beldede yaşamakta olan Alman ve İngilizler de vardı. Muğla Üniversitesi'ne olan yakınlığı sebebiyle öğrenciler için de güzel bir seçenekti.
İstanbul'dan getirdiğim bir sürü yeni matematik kitabıyla annemin kiracısı olduğu iki katlı bahçeli eve yerleştim. Babamın Ukrayna'dan ben dokuz yaşındayken getirdiği kaniş cinsi "kız kardeşim"le de böylece tekrar buluşmuş olduk. Hayatıma çeki düzen vermek ve psikolojimi toparlamak için Akyaka gayet uygun bir yer olarak görünüyordu.
Milas'taki psikiyatristin yolunu tekrar tutup kullandığım ilaçları bırakmak üzere görüştüm. Bu ilaçlar öyle birden kesilebilecek türden değildi. Kademe kademe azaltılması gerekiyordu ve bu süreçte sık sık baş dönmeleri de gözlemlenebiliyordu. Bir de hayatımda ilk kez kilo sorunum olmuştu. Düzenli olarak koşmaya, orman içindeki basket sahasında basket oynamaya, uzun mesafe yüzmeye başladım.
Muğla merkezde Halk Eğitim Merkezi ile irtibata geçerek, açık meslek lisesi kayıtları için başvuruda bulundum. Tek ihtiyacım ise biraz yalnız kalabilmekti. Fiziki olarak yalnız kalmaya o kadar hasrettim ki, yaşadığım evde bir başka insanın dolaştığını bilmek bile, bu kişi annem olsa dahi, konsantrasyonumu bozabiliyordu. Tek başınalığın kendine has özel duygusunu özlüyordum. Sonunda annemle de konuşarak, Akyaka'da ufak bir daire aramaya başladım. Şansım da yaver gitti ve tek bir kare odadan ibaret bir eve geçtim. Bazı akşamlar evimden çıkıp beş dakika yürüyerek anneme akşam yemeğine gidiyor, bilgisayarından biraz internette geziniyor ve sonra kalkıp evime geri dönüyordum. Evimde ise ne bilgisayar ne de televizyon vardı; sadece basit bir kasetçalar ve bir dolu kitap bulunuyordu. Bazen ana oğul Azmak nehri kenarında bir restorana gidiyor, yüzen kazlara ekmek atıp karşılıklı içkimizi içerken anın keyfini sürüyorduk.
[6:5] ANARŞİZM ve MATEMATİK FORUMLARI
Cezaevinden tahliye olduktan sonra nasıl Türkçü bir forumda yazmaya başladıysam, askerlik sonrasında da düşüncelerimi paylaşmak ve tartışarak kendimi geliştirmek için, bulduğum bir anarşist forumda yazmaya başladım. Sol-toplumcu anarşizme karşı bireyci, serbest piyasacı, “sağ anarşizm” olan anarko-kapitalizmi savunuyordum.
Anarko-kapitalizmi diğer sağ ideolojilerden ayıran en belirgin özellik, devlete hiçbir düzeyde tahammül göstermemesiydi. Klasik liberallerin savunduğu “devletin minimuma indirilmesi” hedefini yeterli bulmuyordu, çünkü devlet minimuma indirilebilse bile onu orada tutmak güçtü. Dahası anarko-kapitalizm “minimum devlet”e ihtiyaç olduğunu da kabul etmiyordu. Devletin yapıp da serbest piyasanın yapamayacağı hiçbir şey yoktu ve devlet faktörü özel sektör tarafından yerinden edilip aşamalı olarak ortadan kaldırıldıkça, insanlık çok daha özgür ve etkin bir dünya medeniyetine kavuşacaktı.
Bir diğer faaliyetim ise Akyaka'ya taşıdığım yeni matematik kitaplarını okumak, matematiğin temellerine dair 20. yy. tartışmalarını takip edip anlamaya çalışmaktı. Matematik benim için ne sınavına hazırlandığım bir dersti ne de bana üniversite kazandıracak bir uğraş. Artık matematiği askerde olduğu gibi felsefeye sırt dönüşün bir aracı ya da bir zihin oyalayıcı olarak da görmüyordum. İnsan rasyonelliğinin, insan aklının mabediydi matematik benim için. "İnanıyorum" demekten öte, "biliyorum" diyebilmek istiyordum.
Amatör ve profesyonel matematikçilerin paylaşımlarda bulunduğu bir forumda da yazmaya başladım. Burada araştırmalarım sırasında çarpıcı bulduğum şeyleri tartışmaya açıyor ve sık sık da ilgimi çeken paylaşımları soru yağmuruna tutuyordum. Okulda nasıl öğrendiyse onu olduğu gibi aktaran matematik mezunlarının, "Bu neden böyle?" sorusu karşısında nasıl bocaladıkları da çarpıcı bir gözlemdi. "Ben de bilmiyorum. Bize böyle öğretildi." diyebiliyorlardı. Bir süre sonra bazı yorum ve sorularımın "gizemli" şekilde kaybolduğunu fark ettiğimde, rahatsızlık verdiğimi düşünerek forumda yazmayı bıraktım. Böylece matematik benim için yine bir "iç mesele"ye dönüştü.
[6:6] SOSYAL İZOLASYON
Açık Meslek Lisesi'nde derslerim başladı. Muğla merkezde bir meslek lisesi, akşamları ve hafta sonları, altı yedi kişiden oluşan bir haylazlar grubuna elektrik dersleri veriyordu. Atölye derslerinde farklı tipte elektrik motorları için kumanda devreleri, asansör ya da yürüyen merdiven elektrik bağlantılarını çalışıyorduk. Tüm teknik çizimleri evimde büyük bir titizlikle çiziyor, atölyede devreleri dikkatle kuruyor ve teorik sınavlara iyi hazırlanarak gidiyordum. Doksandan aşağı notum da pek gelmiyordu. Bir keresinde atölye öğretmenim bir başka öğretmene göstermek için çizim defterimi alıp gitti. Elektrik teknisyeni olmayı düşünmüyordum; diploma almak için de yüksek notlara gerek yoktu; ama hayatım berbat bir öğrenci olarak geçmişti ve benim artık düşük notlara tahammülüm yoktu.
Okula gidip gelmenin dışında, ne Akyaka beldesinde ne de Muğla merkezde sosyal bir faaliyetim yoktu. Ola ki es kaza yeni bir insan ile aramda sohbet başlarsa, kısa sürede hüsranla bitiyordu.
"Öğrenci misin?"
"Evet. Sen?"
"Ben de. Hangi bölüm?"
"Elektrik. Senin?"
"İktisat. Senin bölüm elektrik mühendisliği mi, elektrik öğretmenliği mi?"
"İkisi de değil. Bildiğin elektrik. Üniversite öğrencisi değilim ben. Açık meslek lisesinde elektrik bölümü okuyorum."
"Yaş kaç?"
"Yirmi dört."
"Hımm... İlginç. Neden böyle?"
"Karışık. Boşver."
"..."
Karşı taraf doğal olarak ne soracağını bilemiyor, sohbete devam edilemiyordu. İki kişinin birbirini tanımaya başlamasının ilk evresinde yüzümü asıyor, kaçacak delik arıyordum. Adrasan tatilinden beri çok gerekmedikçe kimseye geçmişimden bahsetmiyordum. İnsanlar ise kendisini izah etmekten kaçan bir insandan şüphe duyuyor ve tanımaktan vazgeçiyordu. Yirmi dört yaşındaydım ve açık meslek lisesi ikinci sınıfta elektrik okumak benim için sosyal bir utanç vesilesiydi. İlerleyen süreçte yeni insanlarla kurduğum diyalogları daha da kısalttım:
"Öğrenci misin?"
"Karışık. Boşver."
"..."
İmdadıma yetişen de Tuzla Anadolu Teknik Lisesi kütüphanesinde imza topladığım bir gün tanıştığım, beni cezaevindeyken de mektupsuz bırakmayan Kubilay arkadaşım oldu. Muğla Üniversitesi'nde Bilgisayar ve Elektronik Öğretmenliği bölümü okuyordu. Bu çok iyi bir denk gelmeydi. En iyi mektup arkadaşım Muğla'da da tek arkadaşım haline dönüştü. Bazen dünya kahvelerinden birini denemeye, bazen de içip kafa bulmaya gidiyorduk. Bazen de buluşmalara en son yazdığımız hikaye denemesini getiriyorduk. Ben yine onu felsefeyle bıktırırken, o da sık sık bana dini, mistik bilgiler veriyordu.
[6:7] KESİNLİĞE VEDA
Kubilay'a okumak üzere yazdığım bir hikaye "Türk Gödel" başlığını taşıyordu. Bu hikaye insansevmez, şizoid bir pür matematikçiyi konu alıyordu. Kendini öldürmesinden sonra açığa çıkan çalışmaları onu 21. yüzyılın en önemli matematikçilerinden biri haline getirecek ve medya ona “Türk Gödel” yakıştırmasında bulunacaktı.
Peki ya karısının kendisine yemek hazırlayamadığı koşullarda, yemek yemeyerek açlıktan ölen orijinal Gödel nasıl bir matematikçiydi? Dünya onu 1931 yılında yayımladığı "eksiklik" ve "tutarsızlık" üzerine teoremleri ile tanıyacaktı. Benim de onu tanımam bu teoremlerin sarsıcı etkilerini keşfetmemle oldu.
Matematikçi Morris Kline tarafından bu teoremler "paramparça edici" bulunmuştu. Fizikçi Michael Guillen, Gödel'in 'mantığı matematikçinin dünyasındaki merkezinden çıkardığını' ifade ediyordu. Bir diğer matematikçi Ian Steward ise Gödel'i "bütün çalışmaların üzerine su sıkmak"la suçluyordu.
Kurt Gödel'in matematik felsefesindeki önemli yerine yakından bakmadan evvel, Bertrand Russell'ın 1902 ve 1956'da matematik üzerine ifade ettiği iki farklı duyguya dikkat çekmek istiyorum. İlk paragrafta matematiğe dair göz kamaştıran bir ışıltı bulunurken, ikinci paragrafta bir solgunluk gözden kaçmayacaktır.
* * *
"Bütün matematiğin küçük bir grup temel yasanın kaçınılmaz sonucu olarak geliştiğinin keşfedilmesi, matematiğin bütününde var olan entellektüel güzelliği ölçüsüz derecede arttırır. Çoğu çıkarım zincirlerinin, doğaları gereği, parça parça ve tamamlanmamış olmasından çok bunalmış olanlar için bu keşif, bir aydınlanmanın karşı konulmaz gücüyle birden açığa çıkar; İtalyan Alpleri'ne tırmanan bir dağcının sonbahar sisleri arasından birden ortaya çıkan bir saray görmesi gibi, matematiksel yapının haşmetli katları art arda ve her bölümünde yepyeni bir kusursuzlukla belirirler." (Bertrand Russell, 1902, Matematik Üzerine)
* * *
"İnsanların dinsel inançta buldukları kesinliği ben gençliğimde matematikte bulabileceğimi sanmıştım. Ama çok geçmeden gördüm ki, öğretmenlerimin doğru diye öğrettikleri pek çok ispat aslında yanlışlarla doluydu. Aradığım kesinliği öğretilenlerde değil, belki de matematiğin daha sağlam, daha iyi temellendirilmiş başka alanlarında bulurum umuduyla çalışmaya koyuldum. Araştırmam ilerledikçe, ünlü masaldaki fil ile kaplumbağayı düşünmekten kendimi alamadım. Matematik dünyasını üzerine oturtmak için bir fil inşa ettiğimde, filin sendelediğini gördüm. Fili boşluğa düşmekten kurtarmak için bir kaplumbağa inşa ettiğimde, kaplumbağanın daha da dayanıksız olduğu ortaya çıktı. Çeyrek yüzyıl süren aralıksız, yoğun bir çalışma sonunda anladım ki, matematiği daha sağlam bir temele oturtma yolunda yapabileceğim daha fazla bir şey yoktur." (Bertrand Russell, 1956, Hafızamdaki Portreler)
* * *
Askerlik sürecinde matematiğe tutunmam, benim de felsefe ve politikanın "çoğu çıkarım zincirlerinin, doğaları gereği, parça parça ve tamamlanmamış olmasından çok bunalmış" olmamın bir sonucuydu. Belirsizliğe karşı kesinliği ancak matematikte bulabileceğime inanıyor, matematiği kesinliğin kalesi olarak görüyordum. Ancak vardığım sonuç, matematiğin tüm yararlılığına ve güzelliğine karşın, bir fizik biliminden daha kesin olmayabileceğiydi.
Geometri, doğruluğu apaçık belli olan bir takım ön kabuller üzerinden, tanımladığı kurallarla çıkarımlarda bulunarak ilerliyordu ve bu ön kabuller, üzerine inşa edilen yapının da temellerini oluşturuyordu. Bu "apaçık belli" kabullerden birinin hatalı olduğunun ortaya çıkması ise, pekala o yapının da yeterince sağlam olmadığının ifadesi olarak görülebilirdi. İspat, ön kabullerden yola çıkarak, bir önermenin (teorem) matematiksel mantık ve bir ölçüde de doğal dil yardımıyla doğruluğunun gösterilmesiydi. Geometri yeni önermeler ve ispatlarla büyümüş, zaman içinde analitik geometri, kalkülüs ve matematiğin diğer pek çok alanı oluşmuştu.
Aynı ön kabuller ve kurallara dayanarak, on dokuzuncu yüzyıla kadar tek bir geometrik yapı vardı: Öklid geometrisi. Bilinen geometrilerin dışında geometrilerin kurulması, dahası Öklid geometrisinde "apaçık doğru" olan kabullerin Öklid-dışı geometrilerde geçerli olmaması, matematikçileri matematiğin temellerine dair kuşkuda bırakmıştı.
Matematikçiler tarafından ifade edilen bir diğer "felaket" ise, Öklid geometrisinin sezgisel ön kabullerini aşan matematiksel unsurların keşfiydi: "uzay dolduran eğriler ve sürekli ama hiçbir yerde türevlenebilir olmayan eğriler" gibi.
Dedekind, Cantor, Weierst gibi matematikçiler matematiğin üzerinde güçlü bir şekilde durabileceği yeni bir temel oluşturabilmek için geometriyi değil aritmetiği kullanmak üzere yeni yöntemler geliştirdiler ve bunun için "sonsuz kümeler"i kullandılar. Cantor 1874 - 1895 yılları arasında neredeyse tüm matematiksel nesnelerin tanımlanabilmesinde kullanılabilen "kümeler kuramı"nı geliştirdi. Modern mantığın kurucusu Frege ise kümeler kuramından istifade ederek doğal sayıların nasıl elde edilebileceğini gösteriyordu. Frege aynı zamanda matematiğin mantığa indirgenebileceğinin de ilk savunucusu oldu. Ancak bu umut dolu ilerleme Bertrand Russell'in henüz 28 yaşındayken bulduğu bir paradoks ve "antinomiler" (çatışkılar) ile yerini yeni uğraşlara bıraktı.
Matematiği temellendirme gayretleri Russell ve Whitehead'in öncülük ettiği "mantıkçılık", Hilbert'in öncülük ettiği "biçimcilik" ve Brouwer'in öncülük ettiği "sezgicilik" olarak üç ekolün etrafında toplandı. Mantıkçılar tüm matematiği sembolik mantıkla ifade edebileceklerini ve matematiğin tüm aksiyom ve teoremlerini mantıktan türetebileceklerini düşünüyordu. Biçimciler matematiği satranç gibi kuralları belli, tamamen simgelerle ifade edilebilen, tarihinden kopuk, matematiksel sezgiden yoksun, mekanik olarak denetlenebilen bir oyuna dönüştürmeye gayret ediyordu. Sezgiciler ise matematiği farklı şekillerde dizgeleştirmeye çalışan mantıkçılık ve biçimciliğe karşı bir tepki olarak ortaya çıkıp, matematiksel nesnelerin içeriğini güçlendirecek yollar aramaktaydılar. Sezgicilere göre matematiğin üzerinde sağlam bir şekilde yükseleceği yapı, sezgisel olarak kavradığımız doğal sayılar olmalı, sonsuz gibi başa çıkması zor bir unsur dışlanarak, matematiğin sonlu adımda inşası yoluna gidilmeliydi. Sezgiciler bir şeyin olmamasının yaratacağı sorunlar üzerinden onun doğruluğunu kanıtlama yöntemi olan "olmayana ergi" yöntemini de geçerli bir ispat yolu olarak görmüyordu. Bu yaklaşımları ise matematiğin büyük bölümünü devre dışı bırakmayla sonuçlanıyordu. Ben de incelediğim kadarıyla sezgiciliğe sempati duyuyordum.
Tüm bu matematiksel ekoller, çelişkilerden arınmış, kesin ve tam bir matematik yapısı ortaya koymak için uğraşır ve birbirleriyle de kıyasıya kapışırken, ortaya Gödel'in kanıtladığı teoremleri çıktı ve son sözü söyleyen de bu teoremler oldu. Basitçe bu teoremler şunu ifade etmekteydi:
1- Elementer aritmetik içeren aksiyomatik bir sistem tutarlı ise eksiktir.
2- Elementer aritmetik içeren aksiyomatik bir sistem tutarlılığını kendi içindeki formüller ve işlemler aracılığıyla ispatlayamaz.
İşte Russell gibi pek çok matematikçiyi hayal kırıklığına uğratan, matematiği kesinlik iddiasından yoksun bırakan, kimilerince de "Gödel darbesi" olarak ifade edilen bu teoremlerdir. Bu teoremler vasıtasıyla matematik kesinlik iddiasından yoksun kalmıştır, çünkü matematiğin çelişkisiz olduğunun kanıtlanamayacağı ortaya çıkmıştır.
Biçimciliğin öncüsü Hilbert ise bu duruma şöyle isyan edecektir:
"Teorimin amacı, matematiksel yöntemlerin güvenilirliğini bir daha tartışılmayacak bir kesinlikle ortaya koymaktı. ... Kanımca bizi paradokslarla karşı karşıya bırakan şu sıradaki gelişmelere göz yumup geçemeyiz. Doğruluk ve kesinliğin kalesi bilinen matematikte herkesin öğrendiği, öğrettiği ve kullandığı tanımlarla dedüktif yöntemlerin yol açtığı saçmalıklara bir bakın! Peki, matematiksel düşünme böylesine kusurluysa, doğruluk ve kesinliği nerede bulacağız?"
[6:8] DOĞAÇLAMA NAMAZ
Kubilay ile buluşup içtiğimiz bir akşam muhabbet döndü dolaştı yine mistisizme geldi. İkimizin farklı ağırlık noktaları vardı ve muhabbetler hep konuyu kendi sevdiğimiz kısma çekiştirmeye çalışmamızla geçiyordu. Cinlerden, ruh çağırmadan bahsediyordu o gün de.
"Ruh çağırıyoruz derler ama gelen ruh değildir. Gelen cindir." dedi ve üç dört arkadaş cin çağırma deneyimini anlattı. Bu yakın zamanlarda olmuş bir şeydi. Masanın ortasında duran fincan, üzerine konan parmakları bir o yana, bir bu yana çekiyor ve bir şeyler yazdırıyormuş.
"Gruptan biri parmağıyla itiyordur." dedim. "Yok öyle olsa anlaşılırdı. Fincan sanki altından kayıyormuş gibi geliyordu." Gülmeye başladım; "Ya böyle şeylere nasıl inanıyorsun, hayret ediyorum." Cevap vermedi, sessizlik oldu. Onu kırdığımı düşündüm ve o an aklıma gelen bir öneriyi ortaya attım:
"Gel seninle birlikte camiye namaz kılmaya gidelim."
"Sahiden gelir misin?"
"Gelirim tabi."
"Daha önce hiç camiye gittin mi?"
"Hayır."
"Namaz kılmayı biliyor musun peki?"
"Yoo bilmiyorum. Bildiğim tek bir tam dua bile yok.”
"Tamam tamam anlaşıldı. Bu Cuma gidiyoruz."
"Tamam gidelim."
Sonunda Cuma günü geldi çattı. Kubilay mesaj çekti:
"Yıkandın mı iyice?"
"Evet yıkandım."
"İyi görüşürüz cami yanında."
Yaşadığım beldeye de cami yeni yapılmıştı. Kubilay beni abdest alma yerinde bekliyordu. Buluşup içeri girdik. İçerde cemaat yeni yeni toplanmakta, imam ise konuşmaktaydı.
"Bu PKK'lı denen bölücü vatan hainleri geçenlerde iki erimizi şehit etti. Allah mekanlarını cennet eylesin. Dinimiz bize vatana millete sahip çıkmayı emretmiştir oysa bu dinsiz gafiller, bu din düşmanları aziz vatanımızın..."
İmam konuşmaya devam ediyordu. Bense ufak çaplı bir şok yaşıyordum. Erlerin "şehit" edilmesi elbette hoş karşılanacak bir durum değildi ama kendimi o gün siyasetten ziyade daha dini konulara hazırlamıştım. Sonra düşündüm; din ve siyaset birbirinden ayrı şeyler miydi? Hayır! Öyle görünüyordu ki ya din Tanrı'nın ya Tanrı insanın siyasetiydi. Bir yandan imamı dinliyor, diğer yandan da düşünmeye devam ediyordum. İmam konuşurken cemaat de kalabalıklaşmıştı. Sıra namaza geldi.
Kubilay:
"Ben ne yaparsam sen de onu yap."
"Tamam tamam."
Birlikte eğilip kalkmaya başladık. Bir iki dakika Kubilay'a göz ucuyla bakıp taklit etsem de, tek bir kişiyi kaynak almak canımı sıktı ve kaynakları çoğaltmaya başladım. Bazen önümde duran adamın, bazen çaprazımdakilerin yaptıklarını yapıyordum. Sağımda kimse yoktu çünkü caminin en dibine konumlanmıştık. Bir süre sonra karışık olarak kopya çekmekten de sıkıldım ve doğaçlama yapmaya başladım. Canım istediğinde secdeye varıyor, canım istediğinde rükuya eğiliyordum.
Cemaat durdu. Biz de durduk. Kubilay eğilip, "Şimdi herkes aynı anda aynı şeyleri yapmaya başlayacak. Sakın ha bozma! Herkes ne yapıyorsa aynısını yap!" diye fısıldadı. Bu sefer dediğini yaptım. Cemaat senkronize olarak devam etti ve bittiğinde Kubilay beni kolumdan tutup hızla dışarı çıkardı.
"Kalsaydık biraz daha. Bak hâlâ kılan var."
"Mecburi değil."
Cami dışına çıktıktan sonra Kubilay:
"Ya bir an çok korktum. Biri gelip sana hangi tarikattan ya da mezhepten olduğunu soracak sandım."
[6:9] TÜMEVARIM PROBLEMİ
Peki acaba cinlerin ya da diğer "doğaüstü" varlıkların olmadığına nasıl bu kadar emindim? Cinlerin varlıklarına dair hiçbir "bilimsel kanıt"a denk gelmemiş olmam, onların kesin olarak olmadığı anlamına mı geliyordu? "Kesinliğin kalesi" matematikte dahi ayakları havada olan eminlik, doğa bilimlerinde bulunabilir miydi?
Dostoyevski "Tanrı yoksa her şey serbesttir." demişti. Kesinliğin olmadığı yerde de pekala her şey mümkündü. Her şeyin mümkün olduğu bir yerde ise hiç kimse "bilmek"ten bahsedemez, ancak güçlü inançları söz konusu edebilirdi. Peki güçlü bir inancın oluşumunda, akıl bir yana, acaba akıldışılığın rolü neydi?
Bilgiyi en temelde iki şekilde üretiyorduk: tümevarım ve tümdengelim. Kabaca tek tek olaylardan, verilerden genellemelerde bulunurken tümevarımı, doğru varsaydığımız önermelerden yeni önermeler çıkarırken de tümdengelimi kullanıyorduk.
Tümdengelime dayalı matematiğin temellendirilme çalışmalarının başarısızlığı bir yana, acaba tümevarıma dayalı doğabilimlerinde durum neydi? Bir şey ne zaman genellenebilir oluyordu da tümevarılıyordu? Ya da tüme varılamıyordu da biz vardık mı sayıyorduk?
Bertrand Russell “tümevarımcı hindi” hikayesinde böyle bir yanılgının örneğini verir:
“…Mantıklı hindi çiftliğe varır varmaz her sabah saat 9′da yem verildiğini fark etti. Ama iyi bir tümevarımcı olduğu için hemen bir sonuca varmak istemedi. Bekledi ve her gün tekrar tekrar gözlemledi. Bu gözlemlerini değişik koşullarda tekrar etti: Çarşambaları, perşembeleri, sıcak ve soğuk günler, yağmurlu ve yağmursuz günler. Her gün yeni bir gözlem ekledi ve sonunda bir sonuç çıkardı: 'Her sabah saat 9′da yemek veriliyor bana'. Fakat bir yılbaşı günü kural bozuldu: Mantıklı hindi saat 9′da yemini beklerken boynu kesildi….”
Ne var ki her sabah uyandığımızda “Bugün de güneş doğmuş!” diye sevinmek ve ertesi gün doğup doğmayacağını merakla beklemek ruhsal olarak pek elverişli değildi. Bir yaşantı kurmak, plan yapmak, karar almak için büyük ölçüde düzenlenmiş bir bilgisel yapıya ihtiyaç duyuyorduk. Her şeyin her an değişebileceğini ve sandığımız gibi olmayabileceğini düşünmek, bizi ciddi tereddütlere ve paranoyalara sevk edebilirdi.
18. yüzyıl filozofu David Hume bu durumu şöyle değerlendiriyordu:
"Geçmişte olmuş olan şeylere bakarak gelecekte de böyle olacağı beklentisi içine giriyoruz. Akıl yürütme değil alışkanlıktır insanın rehberi. Eğer alışkanlık olmasaydı hiçbir şeyden emin olamazdık ve belleğimizde o an taze olanlar ve hemen o sırada algıladıklarımız dışında hiçbir şey bilemezdik. Gereklilik hissi olmasaydı insanlar ne hareket edebilirlerdi ne de düşünebilirlerdi…." (İnsan Kavrayışı adlı kitabından)
Başa dönecek olursak; o halde hiç cinle karşılaşmamış olmam, teorik olarak hiç karşılaşmayacağım anlamına da gelmiyordu.
[6:10] AGRİPPA'NIN 5 TROPOS'U
2008 başlarıydı; matematikçi Hilbert'in sözleri halen sık sık aklıma geliyordu: "... doğruluk ve kesinliği nerede bulacağız?" Ahlak ve siyaset felsefesini bir yana bırakıp matematiğe sarıldığımda, dönüp dolaşıp matematik felsefesine varmıştım ve o da beni bilim felsefesine havale etmişti. Bilim felsefesinin çekirdeği bilgi felsefesine açılan bir kapıydı ve o kapıdan geçtiğimde kendimi yine cezaevi günlerinde keşfettiğim filozoflardan birinin karşısında buluyordum.
Artık zaman benim için “doğruluğu ve kesinliği” aramayı bırakıp o filozofun tespitlerini düşünce katmanlarımın zeminine döşemekti. Böylece tüm diğer filozoflar ondan sonraki katmanlarda bir yere ilişecek ve her bir katman kendi içinde (mümkün olduğunca) tutarlıyken, katmanlar arası çelişkiler mazur görülecekti. Bu filozof ise M.S. I. yüzyılın sonu ile II. yüzyılın başı arasında yaşamış, İlkçağ Yunan filozoflarından biri olan Agrippa'ydı.
Agrippa'nın insanın ne aklına ne de duyularına güvenilemeyeceğini ifade ettiği beş diyalektik uslamlaması (tropos'u) şöyleydi:
1) Çatışma: Aynı konu üzerinde birbirinden farklı görüşler olup birbiriyle çatışma halindedir.
2) Sonsuz gerileme: Her kanıtlama ayrıca kanıtlanması gereken öncüllere dayandığından ve bu sonsuza dek devam ettiğinden, hiçbir akıl yürütme kendi kendini kanıtlayamaz.
3) Varsayım: Bu sonsuz geriye gidişin çaresi olarak, akıl yürütme kanıtlanmadan doğru kabul edilen varsayımlara dayanır.
4) Görecelilik: Hem algılar hem de algılardan doğan yargılar özneden özneye ve koşuldan koşula değişir.
5) Kısır Döngü: Sonucu kanıtladığı düşünülen varsayımlar doğruluklarını yine sonuçlardan alırsa, kısır döngüye düşülür.
Bu diyalektik uslamlamaların sonucu olarak ise Agrippa yargıda bulunmaktan kaçınmayı(epokhe) önermişti. İşte burada kendisinden ayrılacaktım. Tropos'lara “eyvallah”tı da, susup oturmak bana pek uymuyordu.
[6:11] ADES İLE İKİNCİ DENEME
"Ruhunun kokusu çok çekici." demişti; ruhumun içine çekilmişti. Günlerime bir sıcaklık, bir tatlılık getirmişti. Onunla kendimi daha iyi hissediyordum; ama uzun sürmedi. Sevgisine duyduğum ihtiyaç ve ilgisinden aldığım haz bir yana, bana önerdiği "mutlu aile" tablosu bir türlü zihnimde kendine yer bulamıyordu. Bir tarafta yalnızlığım, bireyselliğim, UZAK’lığım dururken; diğer tarafta birleşme, bütünleşme, "çift"leşmeye bir çağrı vardı. Kararsızlıkla yalpalama bir süre sonra kendini hain planlara bıraktı. İlişkimizde pürüzlere yol açacak ve bu suretle kendimden soğutarak romantik bir ilişkinin yumuşak düşüşünü hazırlayacaktım.
“Yumuşak düşüş”ün ardından geçen bir yıldan fazla zaman sonra, 2008 Ocak ayında, aramızda yeniden bir dialog başladı. Bu hızlı bir yükselişin de başlangıcı oldu. İlk seferinde o İzmir’den Bartın’a beni görmeye gelmişken, bu sefer ben onu görmeye Muğla’dan Gaziantep'e gidecektim.
İlk üç ay alışılageldiği gibi gayet güzel geçti; ama üç aydan sonra, eski hevesim yine beni terk etti. Ades benim akrabalarımla, ben onun akrabalarıyla tanışıyordum. İnsanlar bize müstakbel gelin ve damat olarak bakıyordu. "Pembe panjurlu ev" hayalleri yine devreye girmişti. Böyle hayallerin içimi okşayan bir yanı vardı; ama sanki ilişkilere dönük karamsarlığımın kavurucu güneşi altında esen kısa süreli meltem gibiydiler. Hem ilişkiyi her şey yolundaymış gibi ilerletiyordum hem de içim içimi yiyordu. Kendimi nehirde zevkle sürdüğüm bir kanoda gün gün şelaleden düşmeye yaklaşıyor hissediyordum. Karar almak, vazgeçmek, plan yapıp uymamak, yalpalamak, düşmek-kalkmak, yeni bir saçmalık denemek bana özgür olduğumu hissettirirken; evlilik bir müzakere süreci, bitmek tükenmek bilmeyen bir “orta yolu bulma”, radikallikten uzaklaşma ve varolmanın dayanılabilir hafifliğini dayanılamaz derecede ağırlaştıran bir hal olarak görünüyordu. Kalabalıklarla aynı kaygıları taşımak istemiyordum. Bir kadının şehvetle benden çocuk yapma arzusu bir erkek olarak gururumu okşuyorken, hayatta baba olmaktan "daha güzel" şeyler bulmak istiyordum.
Yine başa dönmüştüm. Üstelik bu sefer daha da ileri gitmiştim; ama bunun böyle olacağı belli değil miydi? Bir yanım kendimi zapt etmek için bir ilişkinin bağlayıcılığını yardımcı olarak görmemiş miydi? Evlilik bir kurt adamın kendisini gönüllü bir şekilde zindana hapsetmesi gibi düşünülerek hoşgörülmeye çalışılmamış mıydı? Ama bu hiç de kolay değildi; zira “vahşetin çağrısı” çok baştan çıkarıcı, kendime kurduğum tuzak çok korkutucu ve bir kızın pembe hayallerini besleyip büyütmek çok riskliydi. Belki de bir noktada hangi kararı alırsam alayım Ades’in pişmanlığı olmaktan kaçamayacaktım.
Başımı ellerimin arasına alıp düşünmeye başladım. Akıl hocalarıma danışmalıydım. Kitap sayfalarını çevirirken, Nietzsche beni yanına çağırdı ve şöyle dedi:
"Her hayvan, dolayısıyla la bete philosophie de, içgüdüsel olarak, tüm kuvvetini yayabilip, güçlülüğünü en fazla duyumsayabildiği uygun koşulların en iyisini elde etmek için çabalar. Her hayvan, (...) onu en iyiye ulaştıracak yoldan alıkoyan, alıkoyabilen her çeşit bozgunculuktan, ya da engellerden kaçınır. (...) Böylece felsefeci evlilikten, onu evliliğe götürebilecek şeylerden de kaçınır. Şimdiye kadar hangi büyük filozof evlendi ki? Herakleitos, Platon, Descartes, Spinoza, Leibniz, Kant, Schopenhauer evlenmediler. Üstelik evli olmaları düşünülemezdi bile. Evli filozof komediye aittir. Savım bu. Kuralı bozan bir Sokrates var. Sinsi Sokrates. Öyle görünüyor ki, acı mizahla yürüttü evliliğini. Bu da savımı destekliyor. Her filozof kendisine çocuğu olduğu söylendiğinde Buda'nın dediğini der: 'Rahula* doğdu bana, bir pranga vuruldu ayağıma.'" (*Buda'nın oğlu.)
Akabinde defterimi açıp şöyle yazdım:
"Seda ile evlenip çocuğum olabilirdi.
Bir geri adım atıp, evlenip çocuk yapmaya da bilirdik.
Bir geri adım daha atıp, birlikte yaşayıp evlenmeyebilirdik.
Bir geri adım daha atıp, sevgili kalabilir ama birlikte yaşamayabilirdik.
Bir geri adım daha atıp, sevgililiğimizin süresini kısıtlayabilirdik.
Ve ben bir geri adım daha atma arifesindeyim:
Bu kadar yeter! Ayrılalım!"
[6:12] SİMÜLASYONLAR VE GERÇEKLİK
Ades ile beklentilerin aksine evlenmedik ama farklı bir şey yaptık. Sims adı verilen bir yaşam simülasyonu oyununda kendimize benzer karakterler tasarladık ve onları evlendirip, kendi tasarladığımız evde birlikte yaşattık. 176 milyon kopya satarak tüm zamanların en çok satan oyunlarından biri olan bu oyunun düşünmeye kışkırttığı bir şey vardı: Ya biz de bir simülasyon içinde yaşıyorsak?
Descartes 1641'de, "İlk Felsefe üzerine Meditasyonlar"da şöyle yazmıştı:
"Sanıyorum…[ki] en yüce gücün ve kurnazlığın kötü niyetli bir şeytanı beni kandırmak için tüm enerjisini kullandı. Gökyüzünün, havanın, dünyanın, renklerin, şekillerin, seslerin ve tüm dıştan gelen şeylerin sadece benim yargımı tuzağa düşürmek için tasarladığı rüyaların hilesi olduğunu düşüneceğim."
Eğer Descartes'ın bahsettiği "tasarlanmış rüya"yı bir simülasyon ve "kötü niyetli şeytan"ı pekala bir süper-bilgisayar olarak kurgularsak, "kavanozdaki beyin" düşünce deneyine varırız:
Diyelim ki gece yatağımızda uyurken, farkına varmadan bayıltılarak kaçırıldık ve bir laboratuvara getirildik. Burada bir ameliyat ile beynimiz yerinden çıkarıldı ve içinde bir yaşam destek sıvısı bulunan özel bir kavanoza konuldu. Bir süper-bilgisayarın beynimize elektrotlarla bağlandığını ve elektrik sinyalleri göndererek duyusal yapay uyaranlar sağladığını düşünelim. Ertesi gün olmayan gözlerimizi "açarak", bizi çok iyi tanıyan bir bilgisayarın bize sağladığı yapay gerçekliğe uyandık. Her şey alıştığımız gibi ancak dijital bir doğaya sahip. Peki bu durumda kavanozdaki bir beyin olduğumuzu anlayabilecek miyiz?
Matrix filminde Neo, kendisi gibi milyarlarca insanla birlikte, özel bir sıvının içinde muhafaza edilen bir bedendir ve beyni matrix adı verilen bir programa bağlanmıştır. Bu, “kavanozdaki beyin” düşünce deneyinin sanatsal bir uyarlamasıdır. Kırmızı hapı seçerek "gerçek dünya"ya uyandığında ise Neo, bize Platon'un "mağara alegorisi"ni anımsatır. Bu alegoriye göre bir mağaranın içerisinde çocukluklarından itibaren bağlı halde tutulan insanlar, kapıya sırtları dönük oturmakta ve kapının önünden geçen nesnelerin duvara yansıyan görüntülerini izlemektedir. Dış dünyadan ya da gördükleri gölgelerin gerçek varlıklarından habersiz bu insanlardan biri bir gün zincirini kırar ve mağaranın dışına çıkar. Böylelikle o da Neo gibi, kendisine “verili gerçeğin” farkına varır.
Başa dönersek, peki ya biz bir süper-bilgisayar tarafından yönetilen bir simülasyon içinde yaşıyorsak, bir gün bunun farkına varabilir miydik? Biri bizi mavi hap ile kırmızı hap arasında bir seçime zorlasa, bu kişi nasıl biri olurdu? Bir teorik fizikçi olabilir miydi mesela?
2015 yılında fizik bilimine merak saldığımda, özellikle de S. James Gates’i tanıdığımda, bu tür soruları ve benzerlerini tekrar kendime soracaktım.
S. James Gates ABD Ulusal Bilim Madalyası'na sahip, Maryland Üniversitesi'nde bir teorik fizik profesörüydü. Süpersimetri, süperçekim ve sicim teorisi gibi alanlarda çalışmalar yürüten Gates, 2012 yılında beyan ettiğine göre, evrenin yapısını açıklayabilecek matematiksel eşitliklerde bir bilgisayar kodu bulmuştu! Söylediğine göre bu kod sıradan bir kod da değildi; 1940'larda geliştirilmiş ve bugün arama motorlarında da kullanılan Hata Düzeltim Kodu'ydu.
Peki böyle bir kodun fiziksel evreni anlama çalışmalarında belirmesi ne anlama geliyordu? Gates’in bu duruma dair değerlendirmesi şöyleydi:
"Eğer bir Matrix içinde yaşıyorsak bunu nasıl anlarız? Bir cevap şöyle olabilir: 'Fiziği tarif eden yasalarda kodların bulunduğunu saptayarak.' Bu da bizim tam da yaptığımız şey. Bu umulmadık bağlantı, bize doğada ve hatta gerçekliğin özünde çok sayıda bu kodlardan olabileceğini söylüyor. Eğer durum buysa, Matrix bilim-kurgu filmi ile ortak bazı şeylerimiz olabilir."
Descartes'a geri dönecek olursak, o içine düştüğü şüphelerden, emin olabildiği tek şey ile kurtulmaya çalışmıştı: "Cogito ergo sum." (Düşünüyorum, öyleyse varım.) "Kavanozdaki beyin" düşünce deneyinde de, Matrix filminde de, sanal gerçekliğe muhatap olan organik bir beyin söz konusudur. Peki ya gelişmiş bir program içinde düşünebilen, öz farkındalığı olan varlığımız da dijitalse ve programın bir parçasıysa?
Muğla'da ufacık bir odada, her şeyin olası olduğu belirsizlikler dünyasında sürüklenirken, bir noktada metafizik üzerine sadece matematikçilerin, fizikçilerin ya da felsefecilerin düşüncelerini incelemeyi bıraktım ve dinsel kaynaklara da, egzoterik inançlara da kapıyı araladım. Her gün cevabını hiçbir zaman bilemeyeceğim sorular soruyor, karşılığında da birbirinden renkli cevaplar buluyordum. Zamanla edindiğim cevapların farklılığı, her çeşit yiyecek ve içeceğin bulunduğu bir ziyafet sofrası gibi gelmeye başladı. Nasrettin Hoca'nın herkesi haklı bulduğu fıkra gibi, ben de okuduğum öğrendiğim her alternatif cevaba, "Haklı olabilirsin." diyordum; “Tabi neden olmasın!”. Böylece Kubilay'ın din merkezli mistik araştırmaları ve sohbetleri günden güne daha fazla ilgimi çekmeye başladı. Artık onu dalgacı bir gülümsemeyle dinlemiyor, anlattıklarında bir "ilham perisi" bulmaya çalışıyordum.
[6:13] PRAGMATİK EPİSTEMOLOJİ
ABD’de 1870 dolaylarında ortaya çıkan pragmatizm akımına göre, felsefenin görevi hayatı içinden çıkılamayacak derecede karmaşıklaştırmak yerine, birey ve toplumların hayatını kolaylaştıracak, onlara yol gösterecek işe yarar söylemler geliştirmekti. Bir teori ancak kendisine uygulama alanı bulabiliyorsa kayda değerdi.
Kuşkucu Agrippa, kesin olarak hiçbir şeyden emin olamayacağımız için yargıda bulunmaktan kaçınmamızı önermişken, pragmatiklerin önerisi farklıydı: işe yarar bir önerme, teori ya da söylem, daha çok işe yarayan alternatifi bulunmadığı sürece "doğru" sayılabilir! Ancak neyin, kime, ne kadar yararlı olduğunun da tartışmaya açık olması nedeniyle, herkesin üzerinde anlaştığı tek bir "doğru"dan bahsetmek mümkün değildi.
Gerçeğin ne olduğunu hiçbir zaman bilemediğimiz kör karanlık bir ortamda, "Peki gerçeğin ne olmasını isterdim?" sorusu, pekala karanlıkta yürümeye cesaret ettirecek cevaplar doğurabilirdi. Zaten çoğu kez "işimize geleni" doğru kabul etmiyor muyduk? Dahası, aklımız çoğu zaman “biz” farkında olmadan, inanmak istediklerimizi desteklemek üzere veriler toplayıp, argümanlar bulma işine soyunmuyor muydu?
İtalyan pragmatik düşünür Papini demiş ki:
"Pragmacılık kuramlarımızın tam orta yerinde bulunur, aynı bir otelin içindeki koridor gibi. Sayısız odaya açılır bu koridor. Tanrıtanımazlık üzerine kitap yazan bir adam bulabilirsiniz birinde; bitişik odada dizleri üzerine çökmüş imanının gereklerini yerine getiren, daha güçlü olmak için dua eden birilerini; bir üçüncüsünde beli bir cismin özelliklerini inceleyen bir kimyacı; bir dördüncüsünde kılı kırk yararcasına kurulmakta olan bir metafizik dizgeyi; beşincisindeyse metafiziğin olanaksızlığının tanıtlanmış olduğunu. Ancak bunların hepsinin bir koridoru vardır; kendi odalarına girip çıkmanın uygun bir yolu olsun istiyorlarsa hepsi de şöyle ya da böyle koridora, yani pragmacılığa açılmak zorundadırlar."
Böylece pragmatizm, şüphecilik ve bilinemezcilikten sonra, bana kör karanlıkta adım atmamı sağlayan bir eylem kılavuzu oldu. “Hakikat”i bulamıyorsam ya onu yaratacak ya da hazır yaratılmışlardan birini seçecektim.
Peki tam da bu dönemde neye inanmaya ihtiyaç duyuyordum? Yüreğim aklımdan kendisini nereye götürmesini istiyordu? Bunu sohbetlerimizden birinde Kubilay'a şöyle ifade edecektim:
"İnanmak istiyorum. Bu dünyada, bu evrende her şeyin ruhsuz, anlamsız, amaçsız bir kaos olduğunu düşünmekten çok yoruldum. Ruhum kurudu, çölleşti. İnsanın şu hayvan doğası ve iki gram aklından daha üstün bir şeyler olmalı."
[6:14] DİN TARİHİME KISA BİR BAKIŞ
İlk dini bilgilerimi aile üyelerimden değil, mahallede oynadığım çocuklardan edindim. "Öyle yapma çarpılırsın", "Böyle yapma günah," diyorlar; "Allah", "cennet", "cehennem", "cin", "melek", "şeytan"dan bahsediyorlardı. Anneme nasıl dünyaya geldimi sorduğumda, "Babanla ben birbirimizi çok sevip evlenince sen benim karnımda oluştun." cevabını vermişti. Ne leylek taşımıştı, ne de Tanrı yaratmaya karar vermişti.
Göremediğim bahsi geçen Tanrı'nın var olup olmadığından şüphe ediyordum. Belki Tanrı'nın beni elektriğin çarptığı gibi çarpması, ona dair açık bir işaret olacaktı ve sekiz dokuz yaşlarında "yapma çarpılırsın" denilen şeyleri özellikle yapmaya ve bir şeyler olmasını beklemeye başladım. Bazen beklerken bir korku sarardı ve af dilerdim. Aradan zaman geçip de cesaretimi tekrar topladığımda, göksel bir işaret için denemelerime kaldığım yerden devam ederdim. Sonuç ise hayal kırıklığı olurdu. Düşünüyordum; acaba Tanrı olmadığı için mi bir şey olmuyordu, çocuk olduğum için mi kızmıyordu, yoksa beni görmeyecek kadar meşgul müydü?
Dokuz yaşına kadar sünnet olmadım. Annem, "Biz neden sünnet ettirelim? Çok lazımsa gelin ettirir." diyormuş. Annem ve babam ikinci kez evlendiklerinde babam, "Olmaz öyle şey. Hangi toplumda yaşıyoruz?" diyerek itiraz etmiş de sünnet kaçınılmaz olmuş.
Aile içi ilk dini eğitimimi de on bir yaşına geldiğimde annemden aldım. Meraklı bir çocuktum. Araştırmayı seviyordum, ama bunun için ansiklopedilerle yetinmiyordum. Eşyaları parçalamak ve içlerine bakmak da keşfetme sürecimin bir parçasıydı. Lakin bu parçalayarak keşfetme yönteminden balıklar, kurbağalar, çekirgeler de nasibini alıyordu. Eşya parçalandığında tekrar toparlansa da, parçalanan bir hayvanı toparlamak mümkün değildi. Bir canlının ölümüne yol açmak, çok daha büyük bir gizemin kapısını aralıyordu: ölüm!
Dedem tekneyle balık avından döndüğümüz bir gün, balıkların kendi kendilerine ve dolayısıyla yavaş bir şekilde ölmelerine müsaade etmediğim için beni anneme şikayet etti. Benimle konuşması gerektiğini düşünen annem, hayatım üzerinde en etkili konuşmalarından birini yaptı. O gün annem, ana rahminden üç beş aylık bir bebeğin kürtajla alınması gibi, önce mahalle çocuklarının, ardından da öğretmenlerin aklıma yerleştirdiği ne kadar dini bilgi varsa çıkardı aldı. Hayretler içerisindeydim. "Herkes tarafından doğru kabul edilen" kabuller, hayatımdaki en önemli insan tarafından temelinden dinamitlenmişti. Çok heyecanlanmıştım. Annemin dediklerini sorgulamıyor, yalnızca daha fazla öğrenmek için sorular soruyordum.
"Peki tüm bunlar yanlışsa, doğrusu ne?"
"Bizler Tanrı'nın birer parçasıyız. Tanrı sonsuzlukta bir enerjiydi. Yayıldı ve kendisinden evreni yarattı. Biz insanlar öldüğümüzde, bir başka bedende tekrar doğuyoruz."
"Tekrar mı doğuyoruz? Neden?"
"Her bir yaşamda biraz daha tekamül ediyoruz."
"Tekamül mü?"
"Evet. Ruhsal tekamül. Yani ruhsal olarak gelişiyoruz. Geliştikçe Tanrısal özelliklerimizin daha da farkına varıyoruz. Sonunda geldiğimiz yere döneceğiz, yani Tanrı'nın bedeni olan evimize."
"Cennet cehennem yok mu sonunda?"
"Hayır yok."
"Peki ruhsal olarak nasıl tekamül edeceğiz? Sadece ölüp doğmak yeterli mi?"
"Hayır yeterli değil. Bizler severek, farkına vararak gelişiriz."
"Severek mi?"
"Evet severek. Sevmek yüksek enerjili bir duygu. Nefret etmek düşük enerjili. İnsanlara, canlılara, hatta cansız varlıklara bile, zarar verdiğimizde içsel enerjimiz azalır; ama her şeyi ve herkesi sevdiğimizde, içimizdeki ruhsal enerji artar. Biz her şeyin kutsal parçalarımız olduğunu anladıkça ve severek her şeyle bütünleştikçe Tanrısal özümüze geri döneceğiz."
Annemin anlattıkları karşısında allak bullak olmuştum; ama hissettiğim korku değil heyecandı. Annemden duyduklarımı sindirebilmem için zamana ihtiyacım vardı. Biraz zaman geçtiğinde fark ettiğim şeylerden biri, bu yeni yaklaşımın üzerimde yarattığı psikolojik etkiler oldu. Arkadaşlarımla aramda bir "yabancılık" duygusu oluşmaya başlamıştı. Onların bilmediği gizli bir hakikate vakıf biri gibi hissediyordum kendimi.
Annem bir kıvılcım doğurmuştu içimde ve meraklı bir ansiklopedi okuru olmaktan çıkıp, çocuk romanlarını bir kenara itip, ilk "ağır" kitap okumalarıma da böyle başladım. Bir yandan Turan Dursun'un "Din Bu" serisini, diğer yandan Kur'an'ın Türkçe meallerini okuyordum. Bazı çok dikkatimi çeken ayetleri, eğer bulabilirsem, farklı çevirilerden kontrol ediyordum. Böylece Kur'an meallerini on iki yaş civarımda baştan sona okumuş bulundum. Turan Dursun kitaplarını Akaşa Yayınları takip etti. Böylece teolojiden sonra “parapsikoloji” hayatımın ikinci, sonu "-oloji" ile biten ilgi alanı oldu. Acaba insanın ne gibi psişik güçleri vardı? Bu güçleri nasıl geliştirebilirdi? Hayatın amacı neydi? Anlamı neydi? Neden her şeyi sevince ruhsal olarak gelişiyorduk?
Sanırım ruhsal olarak tekamül ettiğimi sandığımdan olsa gerek, oldukça sevecen bir çocuk haline geldim. Ölsem de yine doğacağımı bilmek, ölümsüzlük ve hep daha ileri gitme fikri beni mutlu ve huzurlu kılmıştı. "Tanrı'nın parçası olmak, Tanrı olmaktır." diyordum. Özgüvenim çok yüksekti. Dünya bir deneyim alanı, bir okuldu ve herkes benim kutsal kardeşlerimdi.
Aldığım resimli bir yoga kitabından baka baka yoga yapmaya ve meditasyon kitaplarından öğrendiğim kadarıyla günlük meditasyona başladım. Gözlerim kapalı oturmaktan sıkıldığımda, karanlıkta mum ışığına uzun uzun bakarak meditasyon yapıyordum.
On üç yaşında komünist olmaya karar vermem, bir devrin kapanacağının da habercisi gibiydi. Lakin "Tanrı'nın parçası" olmaktan ve "tekrar tekrar doğma"nın tatlı güvenliğinden ancak on altı yaşında vazgeçebilecektim. Sonunda biri çıkıp, "Tanrı öldü!" diyecek ve ben elimde avucumda ölüme karşı zavallı egomu koruyabilecek her şeyi yitirdiğimden, Mozart'ın "Requiem"ini dinleyerek yas tutacaktım.
[6:15] BİRLEŞİK KRALİYET DENİZCİLİK AKADEMİSİ
İlk olarak cezaevinde ortaya çıkan kaptan olma hayali, öğrendiğinde babamı oldukça memnun etmişti. Ben de onun gibi bir uzak yol gemi kaptanı olmak istiyordum; evsiz barksız biri olmak ve okyanuslarda gezerken düşüncelere dalmak... Cezaevine okumam için denizcilik dergileri getirmeye başlayan babam bir ziyaretinde, "Türkiye'de denizcilik eğitimini pek kaliteli bulmuyorum.” dedi ve devam etti, “Etrafı denizlerle çevrili bu ülkenin denizcilik politikası da çok yetersiz. Türk armatörler de kaliteyi düşürmek için ellerinden geleni yapıyor. Eğer kaptan olacaksan, seni yurtdışına eğitime gönderirim. Örneğin Norveç... Ve sen uluslararası bir kaptan olur, kaliteli gemilerde, yüksek standartlarda çalışırsın."
Askerde babamın beni ziyarete gelip evci çıkardığı zamanlardaki sohbetlerimizle, uzak yol gemi kaptanlığı hayali değişime uğradı ve yat kaptanlığına dönüştü. Norveç'te yıllarca denizcilik okumamdan çok daha pratik ve kestirme bir yol öneriyordu: Birleşik Kraliyet Denizcilik Akademisi'nde (UKSA) yirmi üç hafta süren yelkenli/motorlu – kıyı/okyanus yat kaptanlığı eğitimi.
2008 yazında denizciliğe adım atma niyetiyle, Kalamış Marina'da, babamın yakın bir Bulgar denizci arkadaşının yelkenlisinde çalışmaya başladım. Aslında benim kafamda yaklaşık bir buçuk ay kadar yelkenlinin "havasını solumak", denizcilikle ilgili serbest gözlemler ve araştırmalar yapmak vardı; ama pek düşündüğüm gibi olmadı. Günlerimin önemli bir kısmı temizlik, tekne bakımı ve okuyup ezberlemem gereken metinlerle doldu. Böylece günlerime istemediğim kadar tempo ve vazife duygusu girdi.
Akşamları Kalamış'ta yürüyüşlere çıkıyordum. İlk kez Kalamış Rum Kilisesi'nin önünden geçtiğimde, gördüğüm yapı bana oldukça gizemli ve çekici geldi. Bir gün kilisenin girişinde yerleri süpüren görevlinin yanına yaklaşarak, "Pardon, acaba Pazar günü ayinine ben de katılabilir miyim?" diye sordum. "Tabi, ne demek. Burası Allah'ın evi. İsteyen herkes katılabilir. Ancak böyle şortla ya da kot pantolonla gelme yeter." dedi. Çok sevindim. Pazar gününün gelmesini sabırsızlıkla ve merakla beklerken, bir yandan da tekne radyosunda keşfettiğim Müjde FM adlı kanalı dinliyordum. Saat 20:00'den sonra "Family Radyo" başlıyordu ve "akıllı tasarım"dan da bahsetmekle birlikte, Protestan ilahiyatı üzerine bilgilendirmeler yapıyordu. Hristiyanlığı hiç Hristiyanlardan dinlememiştim.
Pazar günü olduğunda sabah bir güzel giyinerek tekneden kiliseye gittim. Kapıyı açıp içeri girmemle, ayinin Rumca olduğunu anlayıp çıkmam bir oldu. Radyodan protestanları Türkçe dinledikten sonra, safça Ortodoks Rum kilisesinde de ayinin Türkçe olabileceğini sanacak kadar bu işlerin cahiliydim. Rahip konuşurken onu anlayacağımın, hatta belki ayinden sonra Hristiyanlık üzerine sohbet edebileceğimin hayallerini kurmuştum. Aslında söylenenleri anlamasam da pekala bir köşede oturabilir, ayini ve kiliseyi şeklen inceleyebilirdim. Ancak o gün için kendimi fazlasıyla teolojik meraklarıma yönelik programlamıştım ve beklentilerimin karşılanmayacağını hissettiğimde başım önde tekneye döndüm.
Teknenin her gün iç ve dış temizliğinin kusursuz şekilde yapılması, sintine suyunun süngerle çekilip marinada uygun yere boşaltılması, ahşap yüzeylerin zımparalanması ve tik yağı ile boyanması, her gün yeni denizcilik terimlerinin ve gemici düğümlerinin öğrenilmesi gibi "basit" işlerim vardı. Uygulamanın ardında yatan eğitim felsefesi, bir teknenin her tür işini yaparak "başlamak"tı. Tayin edilmiş bitirme süreleri içerisinde, her günü bir yapılacaklar listesi dahilinde disiplinli olarak geçirmek ve aralarda denize açılmak, üstüne de para kazanmak pekala eşi zor bulunur bir fırsattı benim için. Bunun farkındaydım; ama gelgelelim bu “eğitim” programından hiç de memnun değildim. Kelimenin tam anlamıyla rahatımı bozmakla kalmamış; tekne, deniz ve denizcilikle duygusal bağımın gelişimini de olumsuz etkilemişti. Kendi başıma öğrenmek; tekne ile yeni tanıştığım güzel bir kız gibi, tatlı bir flört ile ağırdan alarak ilerlemek dururken, aynı angaryaları her gün tekrar etmeye zorlanmam bana askerliğimi hatırlatıyordu. Böylece günlük güneşlik günlerin aksine, içimde yağmur bulutları toplanmaya, dalgalı bir deniz oluşmaya başladı. Sadece kamarada dinlenirken öğrendiğim denizcilik terimlerini kullanarak İngilizce şiir denemeleri yapmaktan keyif alıyordum.
Bir gün tekneye ziyarete Tuzla Anadolu Teknik Lisesi'nden bir sınıf arkadaşım geldi. Marinada kalıyor olmam ve bir teknenin sorumluluğunu almam çok hoşuna gitmişti. Galiba sonunda benden "adam" olacaktı. Bir sonraki ziyaretinde ona yat kaptanı olmaktan vazgeçmeyi düşündüğümü söylediğimde ise işler değişti.
"Hayır bunu sakın aklından geçirme."
"Evet aklımdan geçiriyorum. Bana uygun olup olmadığı konusunda şüphelerim var."
"Peki kaptan olmayacaksın da ne olacaksın?"
"Matematikçi."
"Matematikçi mi!!? Ya bırak Allah'ını seversen. Yat kaptanı olma imkanını baban altın tepside sana sunarken arkanı dönüp matematikçi mi olacaksın?"
"Neden olmasın? Matematikçi olmak kötü bir şey mi?"
"Eğer yat kaptanlığından vazgeçersen sana olan tüm saygımı yitiririm!"
Bu son cümle, beni yaralayan bir cümleydi. Galiba matematikçi olmayı istemek, yatta çalışıp binlerce dolar maaş almayı arzulamak dururken, büyük bir aptallık gerektiriyordu.
Birkaç gün sonra babam beni ziyarete geldi. Birlikte yakınlardaki güzel bir restorana gittik ve açık havada yemeğimizi yiyip içkimizi içerken sohbet ettik. Ona yat kaptanı olma fikrinden soğuduğumu söylediğimde oldukça üzüldü.
"Hay Allah, kaş yapalım derken göz çıkardık demek ki! Peki aklında ne var?"
"Matematik okumak istiyorum."
"Matematik okuyup da ne yapacaksın? Hüküm giydikten sonra öğretmen de olamazsın."
"Özel ders vererek geçinmeye çalışırım."
"Pek kafama yatmadı."
Daha sonraki günlerde babamın denizci arkadaşı teknesine geldiğinde, onunla da aklımdan geçenleri paylaştım. Şaşırdı. "Dünyayı gezmek, çok para kazanmak, pek çok güzel kadınla birlikte olmak istemiyor musun?" diye sordu. Bu soruyu ben de sormuştum kendime. Dahası teknede geçirdiğim zamanda, kaptanlık fikrinin neden kafamda belirdiğini ve nasıl yat kaptanlığına dönüşmüştüğünü irdelemiştim. Kendime taktığım isim gibi UZAK olmak istiyordum. Sadece insanlardan değil, ülkelerden, kıtalardan da uzak olmak... Okyanuslar benim inziva yerim olacaktı. Bir yandan para kazanırken, hiçbir yere ve hiçbir kimseye ait olmayacaktım. İçimdeki savrukluğun bir sembolüydü kaptan olmak. Babam "şövalye meslek" derdi kaptanlık için ve bu benzetme içimi titretirdi. Dalgalarla boğuşarak, bata çıka okyanuslarda cesaretle ilerlemek fikri hoşuma gidiyordu; ama her nereye gidersem gideyim, aslında rota hep içimdeki bir limandan bir başka limana olacaktı.
Aldığım kararlarla, insanlardan uzaklaşarak elde etmek istediğim inzivayı, kaptanlığın dayattığı belki de fazla "renkli" hayata alternatif olarak, "Mutlak Düzen Projesi" adını verdiğim bir karşı planla gerçekleştirmeye yöneldim. Kant'ın ve Schopenhauer'ın yaşam tarzlarındaki ortak bir yön, zihnimi çeliyordu.
Kant 1762'den 1802'ye dek hep sabah 5'te kalkmış. Üstelik, bir gün bile yarım saat gecikmemiş olmakla övünüyormuş. Kalktığında açık çayın yanında piposunu içer, saat 7'ye kadar vereceği derslerine hazırlanırmış. 7 ile 11 arasında ders verdikten sonra, öğle yemeğine kadar kendi çalışmaları üzerinde zaman harcar, öğle yemeğinden sonra da arkadaşı Green ile yürüyüşe çıkarmış. Günü ise eve döndüğünde bazı hafif çalışmalar ve okumalarla kapatırmış.
Schopenhauer ise kırk beş yaşında Kant tipi bir düzenli hayata geçmiş ve öldüğü zamana kadar yirmi yedi yıl boyunca aynı günlük rutini korumuş. O da Kant gibi her sabah aynı saatte (saat 7'de) kalkıyor, banyoya girdikten sonra koyu bir kahve ile kahvaltı ediyormuş. Öğlene kadar masasının başında çalıştıktan sonra, yarım saat flüt çalarmış. Öğle yemeğini yemeye hep aynı yere gider, eve döndükten sonra da saat 4'e kadar okuma yaparmış. Okuma bittiğinde yürüyüş başlarmış ve bu yürüyüş hava durumu ne olursa olsun iptal olmazmış. Saat 6'da kütüphanesinde tekrar okuma yapan Schopenhauer, akşamları da bir etkinliğe katılırmış. Akşam yemeğini de dışarda yedikten sonra 9-10 gibi evine döner ve fazla uzatmadan yatağına girermiş.
Pekala ben de yıllarca hep aynı yerde, aynı şekilde, yalnız başıma yaşayabilirdim. Günlerimin öngörülebilir olması belki sıkıcı olurdu ama, bir sondaj makinası gibi bir noktaya sıkı sıkı tutunmak ve ısrarla aynı noktada derinleşmek, kayaları kırarak değerli olan bir şeye beni ulaştırabilirdi. O vakit tam da bunları düşünürken aklıma bir hikaye konusu geldi:
Hikayede yine insan sevmez, açık hava korkusu olan bir adam var. Evinden hiç çıkmıyor. Ne gerekiyorsa kapıcısına söylüyor, o yapıyor. Hastalandığında bile doktor eve geliyor. Parasını evde çalışarak kazanıyor. Yıllarca hep aynı şekilde, yalnız, kabuğundan çıkmadan yaşadıktan sonra, büyük bir depremde yaşadığı bina yıkılıyor. Şans mı, şansızlığın daniskası mı bilinmez ama, göçük altında bir yaşam üçgeninde hayatta kalıyor karakter. Sonunda göçük altından kurtarılacak mı, kurtarılmayacak mı bu belli değil. Hikaye göçük altında düzeni tamamen yıkılan bu adamın aklından geçen düşüncelere ve yüreğinden geçen duygulara odaklanıyor.
Babamla bir sonraki görüşmemizde ona alan olarak "bilişim matematiği"ne yönelmeyi düşündüğümü söyledim. Pür matematikçiliğe göre biraz elimi sağlamlaştırmayı umut ediyordum. Yeni projem üzerindeki bu "ufak" reform da babamı pek rahatlatmışa benzemiyordu, ama itiraz da etmedi. "Tamam oku bakalım." demekle yetindi. Böylece İngiltere'de yat kaptanlığı eğitimi projesi tümden rafa kalktı. Marina'da kırk günden sonra, bir miktar seyir deneyimiyle birlikte, denizlerde bir inziva fikrinin iplerini çözüp karaya çıktım.
Açık meslek lisesini bitirmeme ise henüz bir yıl daha vardı.
[6:16] “ÖZÜR DİLİYORUM” KAMPANYASI
Ermenilere soykırım yapıldı mı yapılmadı mı? Agrippa’yı dinleyecek olursam, “Yapıldı!” diyenlere de “Yapılmadı!” diyenlere de aynı şüphecilikle yaklaşmalı ve son kertede bir yargıya varmaktan kaçınmalıydım. Lakin bir yargıya varmak istediğimde, pragmatizmin bana kılavuzluk edebildiğini keşfetmiştim. Peki bu konuda bir yargıya varmayı istiyor muydum?
Aralık 2008’de bir grup “Türkiyeli” aydın “Özür Diliyorum” adlı imza kampanyasını başlattığında, imzaya sunulan metinde şöyle yazıyordu:
“1915’te Osmanlı Ermenileri’nin maruz kaldığı Büyük Felâket’e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum.”
Muğla’da bir açık meslek lisesi öğrencisiyken sıkı da bir Taraf gazetesi okuru olmuştum. Hem bir liberal hem de “aşırı sol” bir örgütün üyeliğinden yargılaması devam eden biri olarak, “Türkiye’nin demokratikleştirilmesi”nde çıkarımın büyük olduğunu düşünüyordum ve Taraf almak, okumak, hatta elimde gezdirmek bile kendimce bir siyasal mücadele yöntemine dönüşmüştü.
“Özür Diliyorum” kampanyası başladığında Taraf gazetesinde duyurusu yapılmakla kalmadı, gazetenin yazarlarının birçoğu da imzacı oldular. İşte bu noktada, konuyu “inceleme” ve bir karara vardırma istediği duydum. Kampanyaya tepkiler yağarken, içimde oluşan ilk dürtü bir an önce destek imzasını kampanya sitesine sunmak, böylece sevdiğim aydınlardan yana “Taraf” olmaktı. Epistemolojik açıdan da herhalde yargıya varmanın en kestirme yolu kendimizi bir şekilde dahil hissettiğimiz sürüyü gözlemlemekti. Konformizmin dayanağı da bu pratik yön değil miydi? Kitaplarını büyük bir zevkle okuduğum matematikçi Ali Nesin ya da Türkiye’de liberalizmin tanıtılmasında rol sahibi Atilla Yayla yanılıyorsa şayet, onlarla birlikte yanılmak isterdim. Kararımdan dolayı taşlanacaksam, Taraf yazarlarıyla birlikte taşlanmak isterdim.
Olacak iş değildi ama, biri “Neden bu metne imza attın?” diye sorsa, ona “Ee onlar atınca ben de otomatikman atmış bulundum.” diye cevap vermeyi utanç verici bulduğumdan olsa gerek, dürtüme yenilmedim ve İstanbul’da bulunduğum bir sırada aldığım ancak okumadığım Taner Akçam’ın “Ermeni Meselesi Hallolunmuştur: Osmanlı Belgelerine Göre Savaş Yıllarında Ermenilere Yönelik Politikalar” kitabını koyduğum raftan indirdim. Takip eden günlerde bir yandan kitabı okuyor, diğer yandan sitede imzacıların artan sayısını gözlemliyordum. Bir şeye kendimi kaptırdım mı, arkada durmayı hiç beceremiyordum. Ben imza atmadan geçen her saat sırtımda şaklayan bir kırbaç gibi acı veriyordu. Sonunda kitabın daha yarısına gelmemiştim ki, “Ooof tamam ya; olmuş işte!” dedim ve kitabı bir yana atıp imzamı verdim. Hiç değilse artık biri sorsa ona kararımı okuduklarım üzerinden uzun uzun gerekçelendirebileceğimi düşünüyordum. Yarım kitap “bilinçlenmek” için az mıydı yani? Bir insan tartışmalı her konu üzerine yarım kitap bitirse, ondan ala entelektüel mi olurdu?
Sonunda imzamı verip sürecin gelişimini iç rahatlığıyla izlerken fark ettim ki, imza veren herkesin içi benim kadar rahat değildi. En doğru metnin nasıl olması gerektiğine yönelik tartışmalarda çekincelerini ifade edenlerden biri de Taraf’ta köşesini takip ettiğim Murat Belge’ydi. Belge 14 Aralık tarihli yazısında şöyle yazmıştı:
“Ermeni dinleyicilerin bulunduğu yerlerde ne zaman bu konuyu konuştumsa, bir ‘Türkiye yurttaşı’ olduğum için, bu kıyımdan kişisel bir sorumluluk duygusu duymadığımı her zaman söylemişimdir. Kişisel sorumluluğum zaten fiilen mümkün değil, ama sorumlu olduğunu gördüğüm, bildiğim kişilere zaten en ufak bir yakınlık duymuyorum, hiçbir şekilde kendimi onlarla özdeşlemiyorum. Öyleyse niye özür dileyeyim. (...) burada daha genel, daha ilkesel, daha ‘teorik’ bir itiraz gerekçesi de var: toplumları, ulusları homojen, uyumlu bütünler gibi ele almak sakıncalıdır. Benim, onun, herhangi birinin ‘Türkler’ adına ‘özür dileme’si anlamlı olmadığı gibi mümkün de değil. Ayrıca, ‘özür diliyor’ ya da ne yapıyorsam bunu bütün Ermeniler karşısında yapmam da ne mümkün, ne anlamlı. Ermeni toplumunda, ‘anayurt’ta veya ‘diaspora’da, öyle kişiler vardır ki bırak özür dilemeyi, tanışmayı, selâm vermeyi istemeyebilirim. 1915 yılında bazı Türkler Ermeniler’e böyle bir şey yaptığı için ben bir Ermeni faşistinden niye özür dileyeyim.”
[6:17] İKİNCİ SINIF VATANDAŞ
Mayıs gelip çattığında, oldukça iyi ders notlarıyla birlikte açık meslek lisesinin sonuna geldim. 1999 yılında başladığım liseyi, nihayet 2009 yılında bitiriyordum! Elimde kıytırık bir lise diploması olacaktı ama ben kendimi sınıf atlamış gibi hissediyordum. Dahası, artık ÖSS'ye girebilecek, hayalini kurduğum üniversite hayatını yaşayabilecektim. Seçeceğim bölümle ilgili hayallerim de sabit kalmamış, aylar boyunca bir o yana bir bu yana uçuşup durmuştu. Hayal kurmak keyifliydi ve ruhuma taze bir yaşam sevinci veriyordu.
Bir gün YÖK Disiplin Yönetmeliğine bakmak aklıma geldi. Hafiften ağıra doğru sıralanan suç listesinde en ağır ceza, yükseköğrenim kurumundan tümüyle çıkarılma ve dahası öğrencilik hakkından ilelebet men edilmeyi getiriyordu. Bu cezayı gerektirecek haller arasında, "devletin şahsiyetine karşı işlenen cürümler sebebiyle cezalandırılmış olmak" da vardı. Yargılandığım TCK'nın 314/2 maddesi de bu tip bir suç kapsamındaydı. Tam sekiz yıldır devam eden mahkemenin yakında aleyhimde karar vermesine de babamla kesin gözüyle bakıyorduk. Bir yıl içinde mahkeme kararı hükme bağlasa, Yargıtay süreci de iki yıl sürse, pekala dört yıllık üniversitenin son sınıfında öğrencilik hayatım büyük bir çöküş ile karşılaşabilirdi.
Anaokulundan beri “sorunlu” bir öğrenci olmuştum. Şimdi ise öğrencilik kadar tatlı bir başka uğraş bulamıyordum. Normalleşmek her ne ise, ben de ondan istiyordum. Ama iyi bir üniversite öğrencisi olduğumda, mezuniyete ramak kala kelepçelenip tekrar cezaevine yollanırsam ve bir daha hiç okula dönmek mümkün olmazsa, bunu kaldırabilir miydim? Yurtdışında üniversite okumak belki bu hazin olasılığı ortadan kaldırabilir diye düşünerek pasaport başvurusunda bulunmak üzere Muğla Emniyet Müdürlüğü'ne gittiğimde, 2005'ten beri yurtdışına çıkış yasağım olduğunu öğrendim. Peki şimdi ne yapacaktım?
Üzerime bir karamsarlık çöktü. Birkaç ay öncesinin pırıltılı üniversite hayalleri yerini heyecan vermeyen geçim yolları aramaya bıraktı. Ancak ne yana yüzümü dönsem aynı engelle karşılaşıyordum: “devletin şahsiyetine karşı herhangi bir suçtan hüküm giymemiş olmak”… Meslek örgütleri, yönetmelikler, kanunlar, hepsi bir şekilde dışlayıcı düzenlemeler getiriyordu. Oysa ben yıllarca kendimi kısıtlamalara hazırlarken, sadece memur olamayacağımı düşünmüştüm. Görünen o ki, sandığımdan çok daha kısıtlıydım. Bir süre sonra şirketlere iş başvurularımda sabıka kaydım da bariz bir engel oluşturacaktı.
Bu yeni durum analiziyle hayallerimden vazgeçmek zorunda kalmak, içimde zar zor biriktirdiğim hayat enerjisini aldı götürdü ve geride kalan boşluğu yeniden yoğun bir melankoli doldurdu. O dönem tek başına kaldığım Muğla merkezin eski evlerinden birinde, karanlıkta kıpırdamadan saatlerce hüzünlü Ortodoks ilahileri dinliyordum. İnsanlardan bir ton dayak yiyip çarmıha gerilen bir Tanrı, içinde bulunduğum ruh hali içinde karşı çıkmayı değil, önünde diz çökmeyi istemediğim bir figüre dönüşüyordu. Artık Hristiyanlık aklımla kavramayı istediğim teolojik bir meraktan öte, müzik olup içime akan ve kendine orada yer bulan duygusal bir duruma dönüşüyordu. Kendimi aciz, kırık bir kul olarak düşünüyor, ellerimi göğe doğru uzatıp dua etsem, Tanrı’nın elimden tutup tutmayacağını merak ediyordum.
16 Mayıs günü duvarlar üzerime üzerime gelmeye başladı. İçimde dindiremediğim yoğun bir sıkıntı vardı. Kendimi dışarı atıp hızlı adımlarla öylesine yürümeye başladım. Bir noktada kendimi şehir merkezinin dışında buldum. Artık yürüdüğüm yollar topraktı ve ağaçların, tarlaların arasından kıvrılıyordu. Hafif bir rüzgarla buğday tarlalarının arasında dalgalanan gelincikler dikkatimi çekti. Toprak yolun engebesi, hafif rüzgarın yüzümde bıraktığı etki derken, yaşadığım anın her parçasından keyif almaya başladım. İçimdeki sıkıntı uçup gitmişti. Sonunda fark ettiğim bu rahatlama beni şaşırttı. Nasıl olmuştu bu? Yoksa huzuru doğada mı aramak gerekiyordu? Eve dönerken yine düşünceli bir halim vardı; fakat bu sefer uçuşan düşüncelerimin yönü farklıydı.
[6:18] PROJE X
Tarlaların arasında yürüdüğüm gün aklımda bir fikirle eve döndüm. Bir duvardan öbür duvara evde volta atıp dururken kendi kendime konuşuyordum: "Bana kapılarını kapatacakmış üniversiteler! Hah! Ben de okumak istediğim bölümleri tasarladığım çiftliğimde kendi kendime okurum. Politika, ekonomi, tarih, felsefe, psikoloji, sosyoloji, matematik... Aklıma ne geliyorsa! İnsanlardan uzak, yeşile yakın bir hayat… Hayvanlar daha bir güvenilir. Şehir dışı daha bir temiz. Hem ürettiğim domatese patatese kim GBT (Güvenlik Bilgi Taraması) yapacak? Enerjimi de kendim üretirim. Öyle ya, mobilyamı bile kendim yapabilirim. Ekonomik krizler bana dokunamaz. Basit ama sağlam bir yaşam tarzı. Hem o 'Mutlak Düzen' hayalimi bir çiftlikten daha iyi nerede yaşayabilirim?”
Akıl defterimi açtım ve hesaplamalara başladım. Nerede, ne büyüklükte bir toprak bana yeterdi? Evi hangi maddelerden ne kadara temin edebilirim? Bitkisel ve hayvansal üretime nereden, nasıl başlamalıydım? Bu ve bu gibi sorulara en basit cevabı verebilmek için dahi çok fazla şeyi araştırmam gerekiyordu. Tüm araştırmalarımı "Proje-X" başlığı altında bilgisayarımda topluyordum. Elimdeki bilgiler biraz çoğalınca, projeme destek turlarına başladım.
Konuştuğum kişiye bağlı olarak bazen konunun romantik yanını, bazen politik yanını, bazen de ekonomik yanını ön plana çıkartıyordum. Sonunda Proje-X bir şekilde çevremdeki büyüklerin aklına yattı. Sanırım bunda en etkili unsur, benden beklentilerinin oldukça mütevazı bir seviyeye inmiş olmasıydı. Tek itiraz, hiçbir tarım eğitimi almadan kendi başıma projeyi gerçekleştirmeye çalışacak olmama oldu. “Eğitim şart.” dedi öğretmen olan halam. Babam da halama hak verdi. Proje için aldığım destekten memnun olarak, itiraz etmedim. Nerede eğitim alabileceğimi de listeye ekleyerek araştırmalarıma devam ettim.
İki yıllık organik tarım bölümleri dikkatimi çekti. Hükmüm Yargıtay'ca onanmadan içlerinden birini bitirebilirdim. Hem böylelikle lise mezunu olmanın ötesinde, "yüksekokul mezunu" da olurdum. Bir önceki yılın üniversite tercih kitapçığını açtım ve ne kadar organik tarım bölümü varsa bir listesini çıkardım. Listede giriş puanı en yüksek olan, özel Kapadokya Meslek Yüksekokulu'nun %100 burslu tek kişilik kontenjanıydı. Okulu incelediğimde Alev Alatlı'nın da okulun kurucularından biri olduğunu fark ettim.
Muğla merkezden Muğla Üniversitesi’ne doğru sınav olmaya giderken içimden, “Bekle Kapadokya ben geliyorum!” dedim. Öyle de oldu. Sonuçlar açıklandığında %100 bursla o tek kişilik kontenjanı kazananın ben olduğum anlaşıldı.