Bölüm 5
[5:1] 5'E 4A
Pendik tren istasyonundan Ankara'ya doğru hareket ederken, bana el sallayan bir avuç insan vardı. Ankara'da amcamı, halamı, kuzenlerimi, dedem ve babaannemi görecek, akabinde otobüsle İskenderun'a geçecektim. İskenderun'a yıllar önce babamla bir gemi yolculuğunu deneyimlemek için gelmiştim. Gemi hurda yükünü boşaltana kadar akşamları İskenderun'da gezmiştik.
O zamanki gibi yine İskenderun'u sevdim. Benim gibi birliğine teslim olmaya gelen, etrafa şaşkın ve ne yapacağını bilmez halde bakan diğer askerleri tespit etmek çok kolaydı. İki tanesi ile geceyi ucuz bir otel odasında geçirdik ve sabahında sora sora birliğin yerini bulduk. 24 Kasım 2005'ti. Askerliği bitirene kadar artık "5'e 4a" olacaktım. Yani 2005'in 4. tertibinin ilk partisi.
[5:2] İLK HAFTALAR
Bir devrimciyken açlık, yorgunluk, uykusuzluk, fiziksel acılar, psikolojik zorluklar yaşamış ve bunların üstesinden gelebilmiştim. Öyle pek çıt kırıldım sayılmazdım. Ancak mevcut askerlik sisteminde daha baştan bana çok ters gelen bir şey vardı: zorunluluk! Kimse bize orada bulunduğumuz için saygı duymuyordu. Kaçmayıp da geldik diye biz de kendimizle gurur duymuyorduk.
"Yat!" diyorlardı, yatıyorduk. "Kalk!" diyorlardı kalkıyorduk. Sık sık da bir kişinin hatasını hepimize çektiriyorlardı. "Sağa dön!" komutunda sola dönenler; "Sola dön!" komutunda sağa dönenler vardı. Üstelik "Sağ ne taraf, sol ne taraf?" diye sorulduğunda doğru da gösteriyorlardı.
Kalabalık koğuşlarda dip dibe ranzalarda yatıyorduk. Horlayanlar, gaz çıkaranlar, diş gıcırdatanlar, uykusunda konuşanlar... Belki ben de hepsini yapıyordum bilmiyorum; ama kolay uykuya dalan biri olmadığımdan tüm bu seslere maruz kalıyor, sinirimden uykum iyice kaçıyordu.
Askere gitmeden önce ben de kafasını üç numaraya vurmuşlardan biriydim. Cezaevinde bir yıl kadar, cezaevi sonrası da yaklaşık altı ay, uzayan saçlarımı banyoda sıfırladığımdan, kısa saçla bir problemim yoktu. Yine de üç beş günde bir kendimi bölükçe berberin önünde yerde taşta oturarak sıra bekler halde bulmak canımı sıkıyordu.
İlk seferinde bir asker komutana seslendi:
"Komutanım gördüğünüz gibi ben zaten kafamı üç numaraya vurdurup geldim. Ben neden berber sırasında bekliyorum?"
Komutan cevapladı:
"Merak etme aslanım! Biz de iki numaraya vurdururuz."
Böylesi bölükçe zaman öldürmelerde, cebimden askeri not defterini çıkarıyor ve karikatür çizmeye başlıyordum. Tamamı askerlikle ilgiliydi önceleri. Ama bu tip karikatürler çok çabuk yağmalandı ve asker mektuplarının malzemesi oldular. Sürrealist ve soyut çizimler yapmaya başladığımda herkes beni rahat bıraktı.
Bir yerden bir yere uygun adım yürümek günlerin ana faaliyeti gibiydi. Oldukça ilginç marşlar vardı:
Çavuş: "Sol, sağ"
Birlik: "Kızlar bizim olsa."
Çavuş: "Hangisi?"
Birlik: "Sarışın, esmer, kumral fark etmez. Çünkü bir bahriyeliyiz. Bahriyeliler affetmez. Af-fet-mez."
Bir diğer aklımda kalan marş da şöyle:
"Bir elinde el bombası
Bir elinde tabancası
Kıbrıs'a çıktık Kıbrıs'a
Yunan'ı döktük denize
Kalleş Yunan, kalleş Apo
Hoplama zıplama otur yerine
Türk askeri koyar götüne"
Her gün her çeşitten kızı affetmeyip Yunan'ı denize dökmek ve Abdullah Öcalan ile homoseksüel ilişkiye girmek beni pek motive etmiyordu. Yaygın olarak askerler arasındaki her cümle de küfürlüydü. Sürekli birbirimizi kadın yerine koyuyor, erkeklerde bulunmayan organlara zihinsel giriş çıkışlarla cümleleri tamamlıyorduk. Sonunda ben de iyice bozdum ağzımı.
Bir de sık sık molalarda, gecelerde şarkı söyletmeler vardı. "Sesi güzel olan var mı?" Muhakkak birilerinin sesi güzeldi ve o da arabesk söylüyordu. Bir hafta içinde sağlam bir arabesk repertuar edindim. Öyle ki artık eşlik bile ediyordum aralarda. Beğendiğimden değil, susup dinlemekten sıkıldığımdan…
Bir eğitim günü, eğitimin ileri bir aşamasında kilolu bir genç toprak zemine yığılıp kaldı. Bir asker de koşup yanına gitti. "Komutanım kalbi sıkışmış." diye seslendi komutana. Komutanın cevabı, "Bırak gebersin. Ben böyle asker istemiyorum." oldu.
Çavuşlar Kürtçe konuşanları taciz ederken, erler de bir Kürt erin Türkçe aksanını dalga konusu etmişti. Ağzını açıp ne dese gülmeye başlıyorlardı.
İkinci haftadan sonra usta birliğindeki sınıfımızın belirlenmesi için yeni bir mülakat aşaması başladı. Amfilerin önünde bölük bölük beklerken, başımızdaki çavuş bize, "Bakın ne biliyorsanız söyleyin. Dil biliyorsanız dil, çalgı aletiyse çalgı aleti... Sivilde elinizden ne iş geliyorduysa söyleyin. Yoksa bakın o nöbet kulelerindeki muhafız askerler gibi gün boyu elinizde silah, bir köşede yalnız başınıza dikilir durursunuz." dedi. Eliyle gösterdiği nöbet kulesine bir süre baktım ve içimden "Muhafız olmak istiyorum!" dedim. Sıra bana geldiğinde muhafız olmak için çok da çabalamam gerekmediğini anladım.
"Öğretim durumunuz?"
"Lise terk."
"Bu zamana kadar hangi işlerde çalıştınız?"
"Bir yaz gönüllü olarak bir köpek eğitim merkezinde çalıştım."
"Bildiğiniz ikinci bir dil?"
"Orta düzeyde İngilizce."
İki gün sonra tekrardan amfilere toplandık. Bir subay balıkadam sınıfı üzerine konuşma yapıp gönüllülerin isimlerini listeye yazmasını istediğinde, önümdeki sıralarda oturan askerleri yarıp koştum. Gönüllüler birkaç güne toplanacak ve denize götürülecek, burada seçmelere girecekti.
İsmimi yazdırdıktan sonra seçmelerin yapılacağı günü sabırsızlıkla beklemeye başladım. Kazanamamak diye bir ihtimal aklımın ucundan bile geçmiyordu. Sabırsızlığım nasıl da şov yapacağım üzerine bir şehvetten ibaretti. Yüzmeyi üç yaşında kendi başıma öğrenmiştim. Bir yerden dalıp uzak bir noktadan çıkmak üzerine çok iddia kazanmıştım. Nefesim güçlüydü. Ortaokulda Fenerbahçe Yüzme Kulübü’nde "Genç Yıldızlar"da yüzmüştüm. Askere geldiğimden beri kendimi çok değersiz hissediyordum ve nihayet iyi olduğum bir şeyi gösterebilecek, iyi bir balıkadam olacaktım.
Sonunda seçmelerin olacağı gün geldi. Bölük çavuşu, "İsmini okuyacaklarım denize gitmek için hazır olsun." dedi ve isimleri okumaya başladı. Çok heyecanlanmıştım. İsimleri okudu, bitirdi. Benim ismim okunmamıştı. "Komutanım beni okumadınız!" diye seslendim. "İsmin neydi senin?" diye sordu, söyledim. Listeye göz gezdirdi.
"Yok senin ismin burada."
"Nasıl olmaz komutanım?"
"Yok işte."
İsmi okunanların uzaklaşışını seyrederken içim çok acıdı. Birkaç gün sonra çavuşlar bir akşam vakti bizi topladılar ve usta birliklerimiz sınıflarımızla birlikte açıklandı: Bartın'da bir kıyı birliğinde muhafız olacaktım.
[5:3] TESTERE 2
İlk eğitim dönemimiz bittikten ve sınıfımız belli olduktan sonraki hafta sonu çarşı izni aldık. Kendisine sürü hayvanı gibi davranılanlar, komutanların bir bildiği olduğunu kanıtlamaya çalışır gibi irili ufaklı sürüler oluşturarak kente dağıldılar. Bense askerliğin başından sonuna dek “çarşı”da tek gezecek, yalnızca bazen, diğer askerler ile birkaç saatimi paylaşacaktım.
İskenderun merkezinin sokaklarında rastgele yürüdüm. Yol ayrımlarında içimden nereye sapmak gelirse oraya saptım. Bunu İstanbul'da ortaokuldayken de yapardım. Kaybolmak ve bir şekilde tekrardan yolumu bulmak eğlenceli bir oyundu. Bunu kendi ilçemde yapamayacağım için, banliyö treniyle bilmediğim bir ilçeye gitmem gerekirdi. Yine de yön duygumu kaybetmek kolay olmazdı.
Yönsüz bir şekilde yürümekten yorulduğum bir vakit bir sinemanın önüne çıktım. Film izlemek fena fikir gelmedi. Afişlerden birinde kopuk iki parmak, birincisinden haberdar olmadığım bir filmin ikincisi olduğunu gösteriyordu. "Kan çıkacak." gibi de bir alt başlığı vardı.
Korku-gerilim filmlerini özel kanalların kurulduğu yedi yaşımdan beri seyrediyordum. O zaman yaş belirten televizyon uyarı işaretleri de yoktu. Işıkları, kapıyı kapatıp tek başına filmi izliyor, sonra tuvalete korkumdan zor gidiyordum. Annem de, "Madem korkuyorsun, neden izliyorsun?" diye soruyordu. Bu bir insana "Madem sarhoş oluyorsun, neden içki içiyorsun?" diye sormak gidiydi. Korkmak için izliyordum! Sonuçta bu da bir duyguydu.
Sinemaya girip “Testere 2” için bilet istedim. Filmin başlamasına beş dakika vardı. Yaşlı bir adam, "Bir tek sen varsın. Filmi oynatırım ama ara vermem." dedi. "Verme daha iyi." dedim ve hiç de küçük olmayan salonda hayatımın en rahat sinema deneyimini yaşadım. Ne konuşan, ne gülen, ne bir şeyler yiyen, ne sonradan içeri giren vardı. Filme tam kendimi kaptırmışken, ışıkların açılıp "Hadi biraz gezip gelin." dendiği bir durum da yoktu.
Film kapalı, karanlık bir mekanda, ölümcül bir tuzağa düşmüş bir kişinin ayılmasıyla başladı. Kafasına geçirilmiş kapan, süresi dolduğunda kapanacak ve kişi eğer bir bisturi yardımıyla tuzağın anahtarını gözünü feda ederek yerleştirilmiş olduğu göz çukurundan çıkarmazsa ölecekti.
Filmin ana karakteri olan John Kramer'e kanser teşhisi konmuştu. İntihar etme niyetiyle arabasını uçuruma sürdüğünde, arabası devrilmiş ama o ölmeyi başaramamıştı. Kaza sonrasında araba enkazından çıkıp hayatta kalmak için gösterdiği çaba Kramer’e bir fikir vermişti: insan doğasını incelemek.
Film boyunca Kramer'in planı doğrultusunda kaçırılmış bir grup insanın, tuzaklarla örülü bir mekanda, hayatla ölüm arasında gidip gelen mücadelelerini izledim. Ancak filmin özü, Kramer'in oğlunu kaçırdığı polise felsefesini anlattığı kısımdı.
"Darwin'in Galapagos'a kısa ziyaretleriyle elde ettiği evrim ve en uygun olanın hayatta kalması teorisinin artık dünyada geçerliliği yok. Sınır noktaya gelmeyen ya da hayatta kalma içgüdüsüne sahip olmayan bir insan ırkımız var." (...) "Ben hayatımda kimseyi öldürmedim. Karar onlara ait." (...) "Görünüşe göre oğlunun gelmekte olan ölümünün bilinci seni eyleme zorluyor. Neden sadece hep hayat sallantıdayken böyleyiz?" (...) "Ölümün bilinci her şeyi değiştirir. Eğer biri sana kendi ölümünün tam olarak zamanını söyleseydi, bu dünyanı tamamen değiştirirdi. Birinin seni oturtup sana ölüyor olduğunu söylediğini düşünebiliyor musun? Bunun ağırlığını? (...) Her şeye daha farklı bakardın, daha farklı koklardın. İçtiğin suyun ya da parkta bir yürüyüşün tadını çıkarırdın. Ama çoğu insan sürenin ne zaman kendileri için dolacağının farkında değil ve ironik olarak tam da bu onları gerçek bir yaşam yaşamaktan alıkoyuyor. (...) Hayatın değerini bilmeyenler, yaşamayı hak etmezler."
Felsefi bir ders alacağımı ummadan, vakit öldürmek için gittiğim sinemadan, vaktin bizi öldürdüğünü bir kez daha hissederek çıktım. Acılar içinde hayatta kalanları ve acılar içinde ölenleri izledikten sonra, İskenderun çarşısı, yüzüme vuran gün ışığı, hayatta oluşum bana çok değerli göründü. Film bana bir terapi gibi gelmişti. Bireyselliğimin birkaç haftalık katlinin yarattığı can sıkıntısı, yerini metanete bıraktı.
[5:4] MUHAFIZ EĞİTİMİ
Muhafız olacağı belli olanlar, tekrardan yeni bölüklere ayrılarak eğitimlerine devam etti. Artık silah atışı üzerine teorik ve pratik dersler de alıyorduk. Bir yerden bir yere Yunanları denize döküp küfrederek, sarışın, esmer kız fark etmeyerek "çok uygun" adım gidip gelmeye devam ettik. Gün içinde birkaç kez mıntıka temizliği de yapıyor, yere düşen dalları, yaprakları topluyorduk.
Bir süre sonra "konser" adı altında "aç aç" adı verilen bir hadisenin biletleri satışa çıktı. Biletler, "Kadınlar gelecek; 'aç aç' diye bağırınca soyunacaklar." denilerek pazarlanıyordu. Yüzlerce erkeğin aç hayvanlar gibi kadın etine duyduğu bu iştah midemi bulandırdı. Bilet almadığım gibi, üste para verseler gitmezdim. Ahlakçı olduğum için değil; bu durum erkeklik gururuma dokunduğu için...
Eğitim sahasında yine koşup süründüğümüz bir gün, bir grup eğitim çavuşu yanımıza yaklaşıp "Yazısı güzel olan var mı?" diye sorduğunda direkt elimi kaldırdım. Beni ve birkaç kişiyi alıp bir yere götürdüler. Yüzlerce insanın dağıtım izinlerini biz yazacaktık. Oturup yazmaya başladığımda, "Hakikaten de güzelmiş yazın." diyecekti bir tanesi. İsteyince güzel de yazabiliyordum sadece. İki gün boyunca uykusuz yazıp durduk. Bitirdiğimde ise yorgun argın ranzama gittim. Kaç saat uyuyabildim bilmiyorum, çavuş beni sarsarak uyandırdı.
"Kalk, baştan yazacaksın. İki nokta üst üsteden hemen sonra yazmayıp biraz boşluk bırakarak yazmışsınız. Komutan kızdı."
Yazdığımda ne bir eksik ne bir fazla vardı. Boşluğu ortalayarak yazdığım için tekrar yazmalıydım. İki nokta üst üstenin dibinden başlayarak yüzlerce izni tekrar yazınca herkes mutlu oldu.
Yemin törenleri için hazırlıklar başlarken, bölüğümüzden sorumlu astsubay üzülerek tören alanının herkesi alamayacağını söylediğinde, elimi kaldırıp söz istedim.
"Komutanım ben katılmak istemiyorum. Benim hakkımı bir başkası kullansın."
Suratını asıp,
"Sen neden istemiyorsun?"
"Başkaları benden daha çok istiyor."
Fazla uzatmak istemedi.
"Tamam katılmayacaksın."
Yemin etsek de etmesek de askerliği yapacaktık ve ben uygun adım yürüyüşe de, komuta da doymuştum. Çoğunluk tören sahasında prova yaparken, ben kafama göre yolları süpürüyordum.
Eğitim çavuşlarından biri psikoloji mezunuymuş. Son gün bana, "Ben insanları çözmekte çok iyiyimdir ama seni çözemedim bir türlü!" dediğinde bir cevap vermedim; ama bunu bir iltifat kabul etmiştim.
Kendi yazdığım dağıtım iznimi ve eşyalarımı alıp, evin yolunu tuttum.
[5:5] USTA BİRLİĞİNDE "KABAK"LIK
Dedemin vefatından sonra, annem yılların hayalini gerçekleştirmiş ve doğup büyüdüğü İstanbul'a veda ederek Muğla'nın deniz ve orman kenarı bir beldesine yerleşmişti. Dağıtım iznini yanında geçirdikten sonra, usta birliğime katılmak üzere Bartın'a hareket ettim.
Benim varışımdan bir hafta önce bir genç gece nöbetinde kendini vurmuş. İnsanlarda genel bir moral bozukluğu vardı.
Kısa sürede 5'e 4a olmanın ne demek olduğunu yeni birliğimde anladım. Yıl içerisinde bir tek dördüncü tertibin a'sı b'si vardı. Diğer tertipler tek seferde otuz kişi kadar bu birliğe gelmişken, biz 5'e 4a'lar yalnızca on iki kişiydik. Üç ay boyunca birliğin tüm ayak işlerini yapıp ezilmiş 5'e 3 tertip, sanki bizim gelişimizi bekleyerek sabretmişti. Bizler onların kurtuluş bileti gibiydik. Vardığımızın ertesi onların otuz kişi yaptığı iş, biz on iki kişinin üzerine yıkıldı. Bir buçuk ay sonra 5'e 4b'ler geldiğinde de biz aynı işleri yapmaya devam edecektik; sadece yükümüz hafifleyecekti.
Sabah herkesten erken kalkıyor, karacıların “mıntıka temizliği” dediği, denizcilerinse “neta batarya” olarak adlandırdığı temizlik işlerini yapıyorduk. Bahçede ellerimizle yaprak, dal, izmarit topluyor, karargahı baştan aşağı yıkayıp siliyor, süpürüyorduk. Üç öğün yüzlerce kişinin bulaşığı yine bizdeydi. Mutfakta patates soğan soyan da yine biz 5'e 4a'lardık. Bir de karargah komutanının değişimi bizim döneme denk geldi. Askeri alan içerisinde ne kadar ambar, yüklük varsa, tüm eşyaları dışarı çıkartıp, sayıp, tekrar yerine yerleştirme işini de biz yaptık. Birliğe gelen gıda erzakını araçlardan çıkarıp dolaplara kaldıran da bizdik. Kısacası sabahtan akşama kadar sadece yemek yerken dinlenebiliyorduk. Her gün yüzlerce tabldot tabağı, çatal-bıçak, kazan yıkamaktan ellerim morarmış, derisi pullanıp dökülmeye başlamıştı. Koğuşta başkaları ile birlikte uyumakta hâlâ zorlanıyordum. Kollarımla iki taraftan yastığı büküp kulaklarımı kapatıyor, ellerimi ortada bağlayarak açık olan ışığın etkisini azaltıyordum. Işık ise ancak gece on ikiye doğru kapanıyordu
[5:6] "BAK ARKANDA KİM VAR?"
Akşam bulaşıklarını yıkamakta olduğum bir gün, hava muhalefeti nedeniyle akşam içtiması bina içinde yapıldı. Bu nedenle bulaşık yıkadığımız yere koridordan ses geliyordu. İstiklal marşı söylenmeye başlandı. Ben tabldot tabaklarını köpüklerken yanımda durulayan Diyarbakırlı "kuri"m İstiklal marşı ile dalga geçmeye başlayınca, köpüklü bir tabldot tabağını gelişi güzel geçiriverdim. Karşılıklı bir bağırış çağırış başladı. Çavuşlardan biri ne olduğunu öğrenmeye gelince, "Bir şey yok." dedik ve geri gönderdik. Ardından homurdanarak bulaşığa devam ettik. Zira daha yıkanmayı bekleyen bir yığın şey vardı.
Birkaç gün sonra kısa adı PDRM olan Psikolojik Danışma ve Rehberlik Merkezi doldurmamız için bize bir form dağıttı. O formda "Hiç intihar etmeyi düşündüğünüz oldu mu?" diye bir soru da yer alıyordu. "Evet" olarak işaretledim. Ertesi gün altı kişi karargah komutanının odasına çağrıldık. "Neden çağrıldık acaba?" diye kendi aramızda konuşurken, hepimizin intihar etmeyi bir şekilde düşünmüş olduğumuz ortaya çıktı. On iki kişilik bir kura için yüzde ellilik oran hiç de fena değildi. Tek tek odaya alınıyor, yüzbaşı ve astsubay başçavuşun sorgusundan geçiyorduk. Sorgudan çıkan bir kişi intiharı düşünmesini beklemekte olanlara şu şekilde açıkladı:
"Yani öyle bir an aklıma geldi."
Sıra bana geldiğinde, ilk soru nerede, ne zaman intiharı düşündüğümdü. Devrimci mücadelemden, tutuklandığımdan kısaca bahsettim. İntihar etmeyi de cezaevinde düşündüğümü söyledim. Çekingenlik göstermeden öylece, alelade bir şeymiş gibi anlatmam karşı tarafta bir bocalama yarattı. Yüzbaşı, "Bak arkanda kim var!" dediğinde arkamı döndüm ve Atatürk'ün bir portresi ile karşılaştım. Acaba yüzbaşı bu hamle ile ne ummuştu? Atatürk’ü görünce çığlıklar atmaya başlayıp gözlerimden dumanlar çıkmasını mı? Neyse ki bir cevap vermem gerekmiyordu. Oluşan sessizlikte sözü başçavuş aldı:
"İntihar etmek dinen caiz değil."
Cevabım tereddütsüz ve kendinden emindi.
"Tanrıya inanmam."
Yine birkaç saniye sessizlik olduktan sonra başçavuş,
"Benim bildiğim komünistler hayata bağlıdır."
Bu söze de cevabım pek düşünmeden oldu:
"Ben komünist değilim."
Son soru:
"Peki neden intihar etmeyi düşündün?"
"Yaşamak için geçerli bir sebep bulamadım."
Başka da bir şey sormadılar. Odadan çıktığımda arkamdan ne konuştular bilmiyorum ama, muhafız sınıfı er olduğum halde, hiç nöbet tutturmadılar. Aksine ben iki defa "Nöbet tutmak istiyorum." diyerek dilekçe yazdım. Hatta bir keresinde resmen astsubaya yalvardım. Bana dediği şu oldu:
"Herkes nöbetten yırtmak için türlü türlü bahaneler uyduruyor. Sen ise nöbete gitmek için bu kadar ısrarcısın. Nöbete gitmeni uygun bulmuyoruz."
[5:7] İKİNCİ ÇAYCI
5'e 4b'ler geldiğinde çok sevindim. Yaptığımız işlerden kurtulmadık ama, beklenildiği üzere işlerimiz bir nebze olsun azaldı. Askerlerin zaman geçirmek için televizyondan başka bir şeyi yoktu. Er gazinosunda çaylarını alıp televizyonun karşısına geçiyorlardı. İzledikleri şeyler de bana pek hitap eder cinsten değildi. Etrafta bir tane olsun kitap yoktu. Ailemle görüşüp duruma el atmaya karar verdik. Bağış olarak koli koli kitap postalandı. Bununla yetinmeyerek çarşı izninde birkaç satranç seti aldım. Artık er gazinosunun kitaplığı vardı ve insanlar satranç oynuyor, bilmeyenler ise öğrenmek istiyordu. Ailemin bu yüklü kitap bağışına karşılık olarak, beni ikinci çaycı ve kütüphaneci olarak atadılar. Bu atama, faaliyet merkezimi erlerin kendilerini rahat ettiği bir yere konumlandırması itibariyle beni de rahat ettirmişti. Sıkı bir kahve bağımlısı olarak, düzenli çay içmeye de burada başlayacaktım.
Gelen kitaplardan da en çok ben istifade ediyor görünüyordum. Çayı demledikten sonra sandalyemi çekiyor, birileri gelene kadar kitaba gömülüyordum. Askerde okuduğum ilk kitaplardan biri de Nihal Atsız'ın "Ruh Adam" kitabı oldu. Bu kitap ile Atsız'da salt Türkçülükten öte şeyler bulmuş, ezber bozmalarına hayran kalmıştım.
Diğer yandan er gazinosunda bir gün bir grup Kürt asker kendi aralarında Kürtçe konuşurken durduğum yerde Kürtçe şarkı söylemeye başladım. Dikkatleri bana yöneldi. Biri bitince diğerine başladım. Şaşkınlıkları daha da arttı ve içlerinden biri şarkımı bitirdiğimde merak ve şüpheyle sordu:
"Sen Kürt müsün yoksa?"
[5:8] DENGESİZLİK
Bedensel yüküm usta birliğinde ikinci ayımla birlikte azalmaya başladıysa da, psikolojik olarak her gün biraz daha yıpranıyordum. Üniforma giymek, emir almak, hoşlanmadığım bir yerde pek hoşlanmadığım insanlar arasında bulunmak beni yoruyordu. Kendimi tükenmiş, mutsuz ve hüzünlü hissediyordum. Pek kimseyle konuşasım gelmiyordu. Ama ne zaman gülmeye başlasam, kendimi enerjik hissetsem, fazla geçmeden kavga başlatıyordum. Bu kavgalar da çok saçma bir gerekçeyle başlayabiliyordu. Bir keresinde yemek sırasındayken, arkasına dönüp de ikinci kez benimle göz göze geldi diye birisiyle kavga çıkardım.
Sabah içtiması sonrasında askerler günün ilk çaylarını içmek üzere çay ocağına geliyordu. Biz de bardakları öncesinde hazırlıyor, içlerine orta miktarda şekerini koyup, askerler akın ettiklerinde bekletmeden çaylarını verip yolluyorduk.
Bir gün bir teskereci, parasını verip çayını aldıktan sonra,
"Buna iki şeker daha atar mısın?"
"Var onun içinde şeker."
"Ben şekerli içiyorum. İki şeker daha at."
"Bas git lan! Senle mi uğraşıcam."
"Ne diyorsun sen ya! Versene iki şeker daha."
"Bana bak yürü yoksa fena olacak!"
Sonunda ters bir kelime söyledi ve bende o saniye şalter attı. Suratına peş peşe birkaç yumruk attıktan sonra, zıplayıp (nasıl olduysa) aramızdaki mermer setin üzerine çıktım ve oradan da üzerine atladım. Yerde de suratına var gücümle darbeler indirmeye devam ediyordum ki beni üzerinden aldılar. En alt kuranın en üst kuraya bu hareketi kabul edilemezdi. Dahası haklı bile değildim. O teskereci de “kötü” bir kişi değildi ama ben sağlıklı davranamıyordum.
Muvazzaf albay bir amcaya sahip olmak, onun haberi bile yokken bu tip durumlarda işime yarıyordu. İki asker birbirinin giysisini bozsa cezalandırılırken, ben teskereci bir askerin surat şeklini değiştirmiştim ve komutanın tavrı "Uzatmayın hadi, barışın." demek oldu.
Bulunduğum birlikte çeteci tipli askerler de vardı. Bu tip insanlar birbirinin cinsini hemen tanıyor ve yan yana gelip tehlikeli bir sürü oluşturuyordu. Ben ise her şeye parlayan bir vaziyetteydim. Hiçbir ayarım kalmamıştı. Öfkem o kadar ani ve kontrol edilemez bir şekilde ortaya çıkıyordu ki, hiçbir şeyi gözüm görmüyordu. Bu belalı askerlerden bir tanesi de bana "trip" yaptığında, yemekhanenin boş olduğu bir vakit birbirimize girdik. Dövüşme şeklim nedeniyle bana “kungfucu” diye ad taktı. O bunu güya alay etme maksadıyla söylemişti ama, yayıldığında yine bana yaradı ve diğer askerler benden daha da çekinir oldu. Ama artık komutanlar irili ufaklı olaylarımdan sıkılmıştı ve daha fazla tolare etmek istemiyorlardı. Başçavuşun onayı ile erken izne gönderildim ve tekrar Muğla'nın yolunu tuttum.
Annem ben varmadan sağdan soldan duyumlarla “iyi bir psikiatrist” arayışına girmiş. Falan filancanın tavsiyesi ile Milas’ta bir psikiatristin yolunu tuttuk. Anlattıklarım sonucunda anti-depresan ve duygu dengeleyici ilaçlar yazıldı. Anneme söylenen ise sadece, “Merak etmeyin, oğlunuza askerliği bitirteceğiz.” oldu.
Depresyon ilacının faydasını hemen görmediysem de, duygu dengeleyici ilaç ani öfkelenmelerimi yatıştırdı. Birliğe döndüğümde, artık sinirlenmeye başladığımı anlıyor, patlama noktasına gelmeden ortamdan uzaklaşarak kendimi sakinleştirmeye çalışabiliyordum.
İlaçlarım bittiğinde birliğin doktoru beni Bartın Devlet Hastanesi'ne sevk ediyordu. İlaçlarımın bitmesi, hastaneye hafta içi yollanmam da benim için iyi bir kaytarma yoluydu. Çarşıda geze dolaşa hastaneye gidip geliyordum. İlaçların dozları ise gittikçe arttı. Yarım doz anti-depresan bire, sonra bir buçuğa, ardından iki tam doza dönüştü. Daha fazlasına ise müsaade yoktu.
Kullandığım ilaçlar sonucu artık sağa sola saldırmaz olmuştum ancak depresif durumum gittikçe daha ileri bir noktaya vardı. Kimseyle konuşmuyor, kimsenin yanına gitmiyordum. Sanki Atlas gibi dünyayı sırtımda taşıyor, ayaklarımı sürüyordum.
Kendim de dahil olmak üzere tüm insanlardan nefret etmeye başladım. Özellikle gülen, mutlu görünen askerlerden neredeyse tiksiniyordum. Mutlu olan insan bana dünyanın en iğrenç mahluku gibi görünüyordu. Hayat ruhumuzu kirleten bir şeydi ve dünyanın en onurlu insanlarının canına kıyanlar olduğunu düşünüyordum.