top of page

Bölüm 5

[5:1] 5'E 4A
Pendik tren istasyonundan Ankara'ya doğru hareket ederken, bana el sallayan bir avuç insan vardı. Ankara'da amcamı, halamı, kuzenlerimi, dedem ve babaannemi görecek, akabinde otobüsle İskenderun'a geçecektim. İskenderun'a yıllar önce babamla bir gemi yolculuğunu deneyimlemek için gelmiştim. Gemi hurda yükünü boşaltana kadar akşamları İskenderun'da gezmiştik.

O zamanki gibi yine İskenderun'u sevdim. Benim gibi birliğine teslim olmaya gelen, etrafa şaşkın ve ne yapacağını bilmez halde bakan diğer askerleri tespit etmek çok kolaydı. İki tanesi ile geceyi ucuz bir otel odasında geçirdik ve sabahında sora sora birliğin yerini bulduk. 24 Kasım 2005'ti. Askerliği bitirene kadar artık "5'e 4a" olacaktım. Yani 2005'in 4. tertibinin ilk partisi.
[5:2] İLK HAFTALAR
5.2a.png
Bir devrimciyken açlık, yorgunluk, uykusuzluk, fiziksel acılar, psikolojik zorluklar yaşamış ve bunların üstesinden gelebilmiştim. Öyle pek çıt kırıldım sayılmazdım. Ancak mevcut askerlik sisteminde daha baştan bana çok ters gelen bir şey vardı: zorunluluk! Kimse bize orada bulunduğumuz için saygı duymuyordu. Kaçmayıp da geldik diye biz de kendimizle gurur duymuyorduk.

"Yat!" diyorlardı, yatıyorduk. "Kalk!" diyorlardı kalkıyorduk. Sık sık da bir kişinin hatasını hepimize çektiriyorlardı. "Sağa dön!" komutunda sola dönenler; "Sola dön!" komutunda sağa dönenler vardı. Üstelik "Sağ ne taraf, sol ne taraf?" diye sorulduğunda doğru da gösteriyorlardı.

Kalabalık koğuşlarda dip dibe ranzalarda yatıyorduk. Horlayanlar, gaz çıkaranlar, diş gıcırdatanlar, uykusunda konuşanlar... Belki ben de hepsini yapıyordum bilmiyorum; ama kolay uykuya dalan biri olmadığımdan tüm bu seslere maruz kalıyor, sinirimden uykum iyice kaçıyordu.

Askere gitmeden önce ben de kafasını üç numaraya vurmuşlardan biriydim. Cezaevinde bir yıl kadar, cezaevi sonrası da yaklaşık altı ay, uzayan saçlarımı banyoda sıfırladığımdan, kısa saçla bir problemim yoktu. Yine de üç beş günde bir kendimi bölükçe berberin önünde yerde taşta oturarak sıra bekler halde bulmak canımı sıkıyordu.

İlk seferinde bir asker komutana seslendi:
"Komutanım gördüğünüz gibi ben zaten kafamı üç numaraya vurdurup geldim. Ben neden berber sırasında bekliyorum?"

Komutan cevapladı:
"Merak etme aslanım! Biz de iki numaraya vurdururuz."

Böylesi bölükçe zaman öldürmelerde, cebimden askeri not defterini çıkarıyor ve karikatür çizmeye başlıyordum. Tamamı askerlikle ilgiliydi önceleri. Ama bu tip karikatürler çok çabuk yağmalandı ve asker mektuplarının malzemesi oldular. Sürrealist ve soyut çizimler yapmaya başladığımda herkes beni rahat bıraktı. 
5.2b.png
Bir yerden bir yere uygun adım yürümek günlerin ana faaliyeti gibiydi. Oldukça ilginç marşlar vardı:
Çavuş: "Sol, sağ"
Birlik: "Kızlar bizim olsa."
Çavuş: "Hangisi?"
Birlik: "Sarışın, esmer, kumral fark etmez. Çünkü bir bahriyeliyiz. Bahriyeliler affetmez. Af-fet-mez."

Bir diğer aklımda kalan marş da şöyle:
"Bir elinde el bombası
Bir elinde tabancası
Kıbrıs'a çıktık Kıbrıs'a
Yunan'ı döktük denize
Kalleş Yunan, kalleş Apo
Hoplama zıplama otur yerine
Türk askeri koyar götüne"

Her gün her çeşitten kızı affetmeyip Yunan'ı denize dökmek ve Abdullah Öcalan ile homoseksüel ilişkiye girmek beni pek motive etmiyordu. Yaygın olarak askerler arasındaki her cümle de küfürlüydü. Sürekli birbirimizi kadın yerine koyuyor, erkeklerde bulunmayan organlara zihinsel giriş çıkışlarla cümleleri tamamlıyorduk. Sonunda ben de iyice bozdum ağzımı.

Bir de sık sık molalarda, gecelerde şarkı söyletmeler vardı. "Sesi güzel olan var mı?" Muhakkak birilerinin sesi güzeldi ve o da arabesk söylüyordu. Bir hafta içinde sağlam bir arabesk repertuar edindim. Öyle ki artık eşlik bile ediyordum aralarda. Beğendiğimden değil, susup dinlemekten sıkıldığımdan…

Bir eğitim günü, eğitimin ileri bir aşamasında kilolu bir genç toprak zemine yığılıp kaldı. Bir asker de koşup yanına gitti. "Komutanım kalbi sıkışmış." diye seslendi komutana. Komutanın cevabı, "Bırak gebersin. Ben böyle asker istemiyorum." oldu.

Çavuşlar Kürtçe konuşanları taciz ederken, erler de bir Kürt erin Türkçe aksanını dalga konusu etmişti. Ağzını açıp ne dese gülmeye başlıyorlardı.

İkinci haftadan sonra usta birliğindeki sınıfımızın belirlenmesi için yeni bir mülakat aşaması başladı. Amfilerin önünde bölük bölük beklerken, başımızdaki çavuş bize, "Bakın ne biliyorsanız söyleyin. Dil biliyorsanız dil, çalgı aletiyse çalgı aleti... Sivilde elinizden ne iş geliyorduysa söyleyin. Yoksa bakın o nöbet kulelerindeki muhafız askerler gibi gün boyu elinizde silah, bir köşede yalnız başınıza dikilir durursunuz." dedi. Eliyle gösterdiği nöbet kulesine bir süre baktım ve içimden "Muhafız olmak istiyorum!" dedim. Sıra bana geldiğinde muhafız olmak için çok da çabalamam gerekmediğini anladım.

"Öğretim durumunuz?"
"Lise terk."
"Bu zamana kadar hangi işlerde çalıştınız?"
"Bir yaz gönüllü olarak bir köpek eğitim merkezinde çalıştım."
"Bildiğiniz ikinci bir dil?"
"Orta düzeyde İngilizce."

İki gün sonra tekrardan amfilere toplandık. Bir subay balıkadam sınıfı üzerine konuşma yapıp gönüllülerin isimlerini listeye yazmasını istediğinde, önümdeki sıralarda oturan askerleri yarıp koştum. Gönüllüler birkaç güne toplanacak ve denize götürülecek, burada seçmelere girecekti.

İsmimi yazdırdıktan sonra seçmelerin yapılacağı günü sabırsızlıkla beklemeye başladım. Kazanamamak diye bir ihtimal aklımın ucundan bile geçmiyordu. Sabırsızlığım nasıl da şov yapacağım üzerine bir şehvetten ibaretti. Yüzmeyi üç yaşında kendi başıma öğrenmiştim. Bir yerden dalıp uzak bir noktadan çıkmak üzerine çok iddia kazanmıştım. Nefesim güçlüydü. Ortaokulda Fenerbahçe Yüzme Kulübü’nde "Genç Yıldızlar"da yüzmüştüm. Askere geldiğimden beri kendimi çok değersiz hissediyordum ve nihayet iyi olduğum bir şeyi gösterebilecek, iyi bir balıkadam olacaktım.

Sonunda seçmelerin olacağı gün geldi. Bölük çavuşu, "İsmini okuyacaklarım denize gitmek için hazır olsun." dedi ve isimleri okumaya başladı. Çok heyecanlanmıştım. İsimleri okudu, bitirdi. Benim ismim okunmamıştı. "Komutanım beni okumadınız!" diye seslendim. "İsmin neydi senin?" diye sordu, söyledim. Listeye göz gezdirdi.

"Yok senin ismin burada."
"Nasıl olmaz komutanım?"
"Yok işte."

İsmi okunanların uzaklaşışını seyrederken içim çok acıdı. Birkaç gün sonra çavuşlar bir akşam vakti bizi topladılar ve usta birliklerimiz sınıflarımızla birlikte açıklandı: Bartın'da bir kıyı birliğinde muhafız olacaktım.
[5:3] TESTERE 2
5.3.png
İlk eğitim dönemimiz bittikten ve sınıfımız belli olduktan sonraki hafta sonu çarşı izni aldık. Kendisine sürü hayvanı gibi davranılanlar, komutanların bir bildiği olduğunu kanıtlamaya çalışır gibi irili ufaklı sürüler oluşturarak kente dağıldılar. Bense askerliğin başından sonuna dek “çarşı”da tek gezecek, yalnızca bazen, diğer askerler ile birkaç saatimi paylaşacaktım.

İskenderun merkezinin sokaklarında rastgele yürüdüm. Yol ayrımlarında içimden nereye sapmak gelirse oraya saptım. Bunu İstanbul'da ortaokuldayken de yapardım. Kaybolmak ve bir şekilde tekrardan yolumu bulmak eğlenceli bir oyundu. Bunu kendi ilçemde yapamayacağım için, banliyö treniyle bilmediğim bir ilçeye gitmem gerekirdi. Yine de yön duygumu kaybetmek kolay olmazdı.

Yönsüz bir şekilde yürümekten yorulduğum bir vakit bir sinemanın önüne çıktım. Film izlemek fena fikir gelmedi. Afişlerden birinde kopuk iki parmak, birincisinden haberdar olmadığım bir filmin ikincisi olduğunu gösteriyordu. "Kan çıkacak." gibi de bir alt başlığı vardı.

Korku-gerilim filmlerini özel kanalların kurulduğu yedi yaşımdan beri seyrediyordum. O zaman yaş belirten televizyon uyarı işaretleri de yoktu. Işıkları, kapıyı kapatıp tek başına filmi izliyor, sonra tuvalete korkumdan zor gidiyordum. Annem de, "Madem korkuyorsun, neden izliyorsun?" diye soruyordu. Bu bir insana "Madem sarhoş oluyorsun, neden içki içiyorsun?" diye sormak gidiydi. Korkmak için izliyordum! Sonuçta bu da bir duyguydu.

Sinemaya girip “Testere 2” için bilet istedim. Filmin başlamasına beş dakika vardı. Yaşlı bir adam, "Bir tek sen varsın. Filmi oynatırım ama ara vermem." dedi. "Verme daha iyi." dedim ve hiç de küçük olmayan salonda hayatımın en rahat sinema deneyimini yaşadım. Ne konuşan, ne gülen, ne bir şeyler yiyen, ne sonradan içeri giren vardı. Filme tam kendimi kaptırmışken, ışıkların açılıp "Hadi biraz gezip gelin." dendiği bir durum da yoktu.

Film kapalı, karanlık bir mekanda, ölümcül bir tuzağa düşmüş bir kişinin ayılmasıyla başladı. Kafasına geçirilmiş kapan, süresi dolduğunda kapanacak ve kişi eğer bir bisturi yardımıyla tuzağın anahtarını gözünü feda ederek yerleştirilmiş olduğu göz çukurundan çıkarmazsa ölecekti.

Filmin ana karakteri olan John Kramer'e kanser teşhisi konmuştu. İntihar etme niyetiyle arabasını uçuruma sürdüğünde, arabası devrilmiş ama o ölmeyi başaramamıştı. Kaza sonrasında araba enkazından çıkıp hayatta kalmak için gösterdiği çaba Kramer’e bir fikir vermişti: insan doğasını incelemek.

Film boyunca Kramer'in planı doğrultusunda kaçırılmış bir grup insanın, tuzaklarla örülü bir mekanda, hayatla ölüm arasında gidip gelen mücadelelerini izledim. Ancak filmin özü, Kramer'in oğlunu kaçırdığı polise felsefesini anlattığı kısımdı.

"Darwin'in Galapagos'a kısa ziyaretleriyle elde ettiği evrim ve en uygun olanın hayatta kalması teorisinin artık dünyada geçerliliği yok. Sınır noktaya gelmeyen ya da hayatta kalma içgüdüsüne sahip olmayan bir insan ırkımız var." (...) "Ben hayatımda kimseyi öldürmedim. Karar onlara ait." (...) "Görünüşe göre oğlunun gelmekte olan ölümünün bilinci seni eyleme zorluyor. Neden sadece hep hayat sallantıdayken böyleyiz?" (...) "Ölümün bilinci her şeyi değiştirir. Eğer biri sana kendi ölümünün tam olarak zamanını söyleseydi, bu dünyanı tamamen değiştirirdi. Birinin seni oturtup sana ölüyor olduğunu söylediğini düşünebiliyor musun? Bunun ağırlığını? (...) Her şeye daha farklı bakardın, daha farklı koklardın. İçtiğin suyun ya da parkta bir yürüyüşün tadını çıkarırdın. Ama çoğu insan sürenin ne zaman kendileri için dolacağının farkında değil ve ironik olarak tam da bu onları gerçek bir yaşam yaşamaktan alıkoyuyor. (...) Hayatın değerini bilmeyenler, yaşamayı hak etmezler."

Felsefi bir ders alacağımı ummadan, vakit öldürmek için gittiğim sinemadan, vaktin bizi öldürdüğünü bir kez daha hissederek çıktım. Acılar içinde hayatta kalanları ve acılar içinde ölenleri izledikten sonra, İskenderun çarşısı, yüzüme vuran gün ışığı, hayatta oluşum bana çok değerli göründü. Film bana bir terapi gibi gelmişti. Bireyselliğimin birkaç haftalık katlinin yarattığı can sıkıntısı, yerini metanete bıraktı. 
[5:4] MUHAFIZ EĞİTİMİ
5.4b.png
Muhafız olacağı belli olanlar, tekrardan yeni bölüklere ayrılarak eğitimlerine devam etti. Artık silah atışı üzerine teorik ve pratik dersler de alıyorduk. Bir yerden bir yere Yunanları denize döküp küfrederek, sarışın, esmer kız fark etmeyerek "çok uygun" adım gidip gelmeye devam ettik. Gün içinde birkaç kez mıntıka temizliği de yapıyor, yere düşen dalları, yaprakları topluyorduk.

Bir süre sonra "konser" adı altında "aç aç" adı verilen bir hadisenin biletleri satışa çıktı. Biletler, "Kadınlar gelecek; 'aç aç' diye bağırınca soyunacaklar." denilerek pazarlanıyordu. Yüzlerce erkeğin aç hayvanlar gibi kadın etine duyduğu bu iştah midemi bulandırdı. Bilet almadığım gibi, üste para verseler gitmezdim. Ahlakçı olduğum için değil; bu durum erkeklik gururuma dokunduğu için...

Eğitim sahasında yine koşup süründüğümüz bir gün, bir grup eğitim çavuşu yanımıza yaklaşıp "Yazısı güzel olan var mı?" diye sorduğunda direkt elimi kaldırdım. Beni ve birkaç kişiyi alıp bir yere götürdüler. Yüzlerce insanın dağıtım izinlerini biz yazacaktık. Oturup yazmaya başladığımda, "Hakikaten de güzelmiş yazın." diyecekti bir tanesi. İsteyince güzel de yazabiliyordum sadece. İki gün boyunca uykusuz yazıp durduk. Bitirdiğimde ise yorgun argın ranzama gittim. Kaç saat uyuyabildim bilmiyorum, çavuş beni sarsarak uyandırdı.

"Kalk, baştan yazacaksın. İki nokta üst üsteden hemen sonra yazmayıp biraz boşluk bırakarak yazmışsınız. Komutan kızdı."

Yazdığımda ne bir eksik ne bir fazla vardı. Boşluğu ortalayarak yazdığım için tekrar yazmalıydım. İki nokta üst üstenin dibinden başlayarak yüzlerce izni tekrar yazınca herkes mutlu oldu.

Yemin törenleri için hazırlıklar başlarken, bölüğümüzden sorumlu astsubay üzülerek tören alanının herkesi alamayacağını söylediğinde, elimi kaldırıp söz istedim.

"Komutanım ben katılmak istemiyorum. Benim hakkımı bir başkası kullansın."
Suratını asıp,
"Sen neden istemiyorsun?"
"Başkaları benden daha çok istiyor."
Fazla uzatmak istemedi.
"Tamam katılmayacaksın."

Yemin etsek de etmesek de askerliği yapacaktık ve ben uygun adım yürüyüşe de, komuta da doymuştum. Çoğunluk tören sahasında prova yaparken, ben kafama göre yolları süpürüyordum.

Eğitim çavuşlarından biri psikoloji mezunuymuş. Son gün bana, "Ben insanları çözmekte çok iyiyimdir ama seni çözemedim bir türlü!" dediğinde bir cevap vermedim; ama bunu bir iltifat kabul etmiştim.

Kendi yazdığım dağıtım iznimi ve eşyalarımı alıp, evin yolunu tuttum.
[5:5] USTA BİRLİĞİNDE "KABAK"LIK
5.5b.png
Dedemin vefatından sonra, annem yılların hayalini gerçekleştirmiş ve doğup büyüdüğü İstanbul'a veda ederek Muğla'nın deniz ve orman kenarı bir beldesine yerleşmişti. Dağıtım iznini yanında geçirdikten sonra, usta birliğime katılmak üzere Bartın'a hareket ettim.

Benim varışımdan bir hafta önce bir genç gece nöbetinde kendini vurmuş. İnsanlarda genel bir moral bozukluğu vardı.

Kısa sürede 5'e 4a olmanın ne demek olduğunu yeni birliğimde anladım. Yıl içerisinde bir tek dördüncü tertibin a'sı b'si vardı. Diğer tertipler tek seferde otuz kişi kadar bu birliğe gelmişken, biz 5'e 4a'lar yalnızca on iki kişiydik. Üç ay boyunca birliğin tüm ayak işlerini yapıp ezilmiş 5'e 3 tertip, sanki bizim gelişimizi bekleyerek sabretmişti. Bizler onların kurtuluş bileti gibiydik. Vardığımızın ertesi onların otuz kişi yaptığı iş, biz on iki kişinin üzerine yıkıldı. Bir buçuk ay sonra 5'e 4b'ler geldiğinde de biz aynı işleri yapmaya devam edecektik; sadece yükümüz hafifleyecekti.

Sabah herkesten erken kalkıyor, karacıların “mıntıka temizliği” dediği, denizcilerinse “neta batarya” olarak adlandırdığı temizlik işlerini yapıyorduk. Bahçede ellerimizle yaprak, dal, izmarit topluyor, karargahı baştan aşağı yıkayıp siliyor, süpürüyorduk. Üç öğün yüzlerce kişinin bulaşığı yine bizdeydi. Mutfakta patates soğan soyan da yine biz 5'e 4a'lardık. Bir de karargah komutanının değişimi bizim döneme denk geldi. Askeri alan içerisinde ne kadar ambar, yüklük varsa, tüm eşyaları dışarı çıkartıp, sayıp, tekrar yerine yerleştirme işini de biz yaptık. Birliğe gelen gıda erzakını araçlardan çıkarıp dolaplara kaldıran da bizdik. Kısacası sabahtan akşama kadar sadece yemek yerken dinlenebiliyorduk. Her gün yüzlerce tabldot tabağı, çatal-bıçak, kazan yıkamaktan ellerim morarmış, derisi pullanıp dökülmeye başlamıştı. Koğuşta başkaları ile birlikte uyumakta hâlâ zorlanıyordum. Kollarımla iki taraftan yastığı büküp kulaklarımı kapatıyor, ellerimi ortada bağlayarak açık olan ışığın etkisini azaltıyordum. Işık ise ancak gece on ikiye doğru kapanıyordu
[5:6] "BAK ARKANDA KİM VAR?"
5.6a.png
Akşam bulaşıklarını yıkamakta olduğum bir gün, hava muhalefeti nedeniyle akşam içtiması bina içinde yapıldı. Bu nedenle bulaşık yıkadığımız yere koridordan ses geliyordu. İstiklal marşı söylenmeye başlandı. Ben tabldot tabaklarını köpüklerken yanımda durulayan Diyarbakırlı "kuri"m İstiklal marşı ile dalga geçmeye başlayınca, köpüklü bir tabldot tabağını gelişi güzel geçiriverdim. Karşılıklı bir bağırış çağırış başladı. Çavuşlardan biri ne olduğunu öğrenmeye gelince, "Bir şey yok." dedik ve geri gönderdik. Ardından homurdanarak bulaşığa devam ettik. Zira daha yıkanmayı bekleyen bir yığın şey vardı.

Birkaç gün sonra kısa adı PDRM olan Psikolojik Danışma ve Rehberlik Merkezi doldurmamız için bize bir form dağıttı. O formda "Hiç intihar etmeyi düşündüğünüz oldu mu?" diye bir soru da yer alıyordu. "Evet" olarak işaretledim. Ertesi gün altı kişi karargah komutanının odasına çağrıldık. "Neden çağrıldık acaba?" diye kendi aramızda konuşurken, hepimizin intihar etmeyi bir şekilde düşünmüş olduğumuz ortaya çıktı. On iki kişilik bir kura için yüzde ellilik oran hiç de fena değildi. Tek tek odaya alınıyor, yüzbaşı ve astsubay başçavuşun sorgusundan geçiyorduk. Sorgudan çıkan bir kişi intiharı düşünmesini beklemekte olanlara şu şekilde açıkladı:

"Yani öyle bir an aklıma geldi."

Sıra bana geldiğinde, ilk soru nerede, ne zaman intiharı düşündüğümdü. Devrimci mücadelemden, tutuklandığımdan kısaca bahsettim. İntihar etmeyi de cezaevinde düşündüğümü söyledim. Çekingenlik göstermeden öylece, alelade bir şeymiş gibi anlatmam karşı tarafta bir bocalama yarattı. Yüzbaşı, "Bak arkanda kim var!" dediğinde arkamı döndüm ve Atatürk'ün bir portresi ile karşılaştım. Acaba yüzbaşı bu hamle ile ne ummuştu? Atatürk’ü görünce çığlıklar atmaya başlayıp gözlerimden dumanlar çıkmasını mı? Neyse ki bir cevap vermem gerekmiyordu. Oluşan sessizlikte sözü başçavuş aldı:

"İntihar etmek dinen caiz değil."
Cevabım tereddütsüz ve kendinden emindi.
"Tanrıya inanmam."
Yine birkaç saniye sessizlik olduktan sonra başçavuş,
"Benim bildiğim komünistler hayata bağlıdır."
Bu söze de cevabım pek düşünmeden oldu:
"Ben komünist değilim."
Son soru:
"Peki neden intihar etmeyi düşündün?"
"Yaşamak için geçerli bir sebep bulamadım."

Başka da bir şey sormadılar. Odadan çıktığımda arkamdan ne konuştular bilmiyorum ama, muhafız sınıfı er olduğum halde, hiç nöbet tutturmadılar. Aksine ben iki defa "Nöbet tutmak istiyorum." diyerek dilekçe yazdım. Hatta bir keresinde resmen astsubaya yalvardım. Bana dediği şu oldu:

"Herkes nöbetten yırtmak için türlü türlü bahaneler uyduruyor. Sen ise nöbete gitmek için bu kadar ısrarcısın. Nöbete gitmeni uygun bulmuyoruz."
[5:7] İKİNCİ ÇAYCI
5.7c.png
5'e 4b'ler geldiğinde çok sevindim. Yaptığımız işlerden kurtulmadık ama, beklenildiği üzere işlerimiz bir nebze olsun azaldı. Askerlerin zaman geçirmek için televizyondan başka bir şeyi yoktu. Er gazinosunda çaylarını alıp televizyonun karşısına geçiyorlardı. İzledikleri şeyler de bana pek hitap eder cinsten değildi. Etrafta bir tane olsun kitap yoktu. Ailemle görüşüp duruma el atmaya karar verdik. Bağış olarak koli koli kitap postalandı. Bununla yetinmeyerek çarşı izninde birkaç satranç seti aldım. Artık er gazinosunun kitaplığı vardı ve insanlar satranç oynuyor, bilmeyenler ise öğrenmek istiyordu. Ailemin bu yüklü kitap bağışına karşılık olarak, beni ikinci çaycı ve kütüphaneci olarak atadılar. Bu atama, faaliyet merkezimi erlerin kendilerini rahat ettiği bir yere konumlandırması itibariyle beni de rahat ettirmişti. Sıkı bir kahve bağımlısı olarak, düzenli çay içmeye de burada başlayacaktım.

Gelen kitaplardan da en çok ben istifade ediyor görünüyordum. Çayı demledikten sonra sandalyemi çekiyor, birileri gelene kadar kitaba gömülüyordum. Askerde okuduğum ilk kitaplardan biri de Nihal Atsız'ın "Ruh Adam" kitabı oldu. Bu kitap ile Atsız'da salt Türkçülükten öte şeyler bulmuş, ezber bozmalarına hayran kalmıştım.

Diğer yandan er gazinosunda bir gün bir grup Kürt asker kendi aralarında Kürtçe konuşurken durduğum yerde Kürtçe şarkı söylemeye başladım. Dikkatleri bana yöneldi. Biri bitince diğerine başladım. Şaşkınlıkları daha da arttı ve içlerinden biri şarkımı bitirdiğimde merak ve şüpheyle sordu:

"Sen Kürt müsün yoksa?"
[5:8] DENGESİZLİK
5.8.png
Bedensel yüküm usta birliğinde ikinci ayımla birlikte azalmaya başladıysa da, psikolojik olarak her gün biraz daha yıpranıyordum. Üniforma giymek, emir almak, hoşlanmadığım bir yerde pek hoşlanmadığım insanlar arasında bulunmak beni yoruyordu. Kendimi tükenmiş, mutsuz ve hüzünlü hissediyordum. Pek kimseyle konuşasım gelmiyordu. Ama ne zaman gülmeye başlasam, kendimi enerjik hissetsem, fazla geçmeden kavga başlatıyordum. Bu kavgalar da çok saçma bir gerekçeyle başlayabiliyordu. Bir keresinde yemek sırasındayken, arkasına dönüp de ikinci kez benimle göz göze geldi diye birisiyle kavga çıkardım.

Sabah içtiması sonrasında askerler günün ilk çaylarını içmek üzere çay ocağına geliyordu. Biz de bardakları öncesinde hazırlıyor, içlerine orta miktarda şekerini koyup, askerler akın ettiklerinde bekletmeden çaylarını verip yolluyorduk.

Bir gün bir teskereci, parasını verip çayını aldıktan sonra,
"Buna iki şeker daha atar mısın?"
"Var onun içinde şeker."
"Ben şekerli içiyorum. İki şeker daha at."
"Bas git lan! Senle mi uğraşıcam."
"Ne diyorsun sen ya! Versene iki şeker daha."
"Bana bak yürü yoksa fena olacak!"

Sonunda ters bir kelime söyledi ve bende o saniye şalter attı. Suratına peş peşe birkaç yumruk attıktan sonra, zıplayıp (nasıl olduysa) aramızdaki mermer setin üzerine çıktım ve oradan da üzerine atladım. Yerde de suratına var gücümle darbeler indirmeye devam ediyordum ki beni üzerinden aldılar. En alt kuranın en üst kuraya bu hareketi kabul edilemezdi. Dahası haklı bile değildim. O teskereci de “kötü” bir kişi değildi ama ben sağlıklı davranamıyordum.
5.8c.png
Muvazzaf albay bir amcaya sahip olmak, onun haberi bile yokken bu tip durumlarda işime yarıyordu. İki asker birbirinin giysisini bozsa cezalandırılırken, ben teskereci bir askerin surat şeklini değiştirmiştim ve komutanın tavrı "Uzatmayın hadi, barışın." demek oldu.
 

Bulunduğum birlikte çeteci tipli askerler de vardı. Bu tip insanlar birbirinin cinsini hemen tanıyor ve yan yana gelip tehlikeli bir sürü oluşturuyordu. Ben ise her şeye parlayan bir vaziyetteydim. Hiçbir ayarım kalmamıştı. Öfkem o kadar ani ve kontrol edilemez bir şekilde ortaya çıkıyordu ki, hiçbir şeyi gözüm görmüyordu. Bu belalı askerlerden bir tanesi de bana "trip" yaptığında, yemekhanenin boş olduğu bir vakit birbirimize girdik. Dövüşme şeklim nedeniyle bana “kungfucu” diye ad taktı. O bunu güya alay etme maksadıyla söylemişti ama, yayıldığında yine bana yaradı ve diğer askerler benden daha da çekinir oldu. Ama artık komutanlar irili ufaklı olaylarımdan sıkılmıştı ve daha fazla tolare etmek istemiyorlardı. Başçavuşun onayı ile erken izne gönderildim ve tekrar Muğla'nın yolunu tuttum.
 

Annem ben varmadan sağdan soldan duyumlarla “iyi bir psikiatrist” arayışına girmiş. Falan filancanın tavsiyesi ile Milas’ta bir psikiatristin yolunu tuttuk. Anlattıklarım sonucunda anti-depresan ve duygu dengeleyici ilaçlar yazıldı. Anneme söylenen ise sadece, “Merak etmeyin, oğlunuza askerliği bitirteceğiz.” oldu.
 

Depresyon ilacının faydasını hemen görmediysem de, duygu dengeleyici ilaç ani öfkelenmelerimi yatıştırdı. Birliğe döndüğümde, artık sinirlenmeye başladığımı anlıyor, patlama noktasına gelmeden ortamdan uzaklaşarak kendimi sakinleştirmeye çalışabiliyordum.
 

İlaçlarım bittiğinde birliğin doktoru beni Bartın Devlet Hastanesi'ne sevk ediyordu. İlaçlarımın bitmesi, hastaneye hafta içi yollanmam da benim için iyi bir kaytarma yoluydu. Çarşıda geze dolaşa hastaneye gidip geliyordum. İlaçların dozları ise gittikçe arttı. Yarım doz anti-depresan bire, sonra bir buçuğa, ardından iki tam doza dönüştü. Daha fazlasına ise müsaade yoktu.
 

Kullandığım ilaçlar sonucu artık sağa sola saldırmaz olmuştum ancak depresif durumum gittikçe daha ileri bir noktaya vardı. Kimseyle konuşmuyor, kimsenin yanına gitmiyordum. Sanki Atlas gibi dünyayı sırtımda taşıyor, ayaklarımı sürüyordum.
 

Kendim de dahil olmak üzere tüm insanlardan nefret etmeye başladım. Özellikle gülen, mutlu görünen askerlerden neredeyse tiksiniyordum. Mutlu olan insan bana dünyanın en iğrenç mahluku gibi görünüyordu. Hayat ruhumuzu kirleten bir şeydi ve dünyanın en onurlu insanlarının canına kıyanlar olduğunu düşünüyordum.

Birlik içinde askerlere en sert davranan komutanların, aynı zamanda en milliyetçi geçinenler olduğunu fark ettim. Bir asker olarak bize en ufak kıymeti vermeyenler, akşam derslerinde bize Türk milletinin yüceliğinden bahsediyordu. Gözlemlediğim her şey sinirlerimi aşırı derecede yoruyordu.

Sigaraya başladım. Yataktan kalktığım gibi sigara içmeye başlıyor, gün sonunda sigaramı söndürüp yatağa giriyordum. Günde en az bir buçuk paket sigara bitiriyordum.

Sadece kendimi ölürken düşündüğümde yüzüm gülmeye başlıyordu. Kendimi boğulurken, parçalanırken düşünüyor, cesedimin kurtlar tarafından kemirildiğini hayal ediyordum. Böylesi hayaller beni bir anlığına mutlu ediyordu. Bitmek, son bulmak istiyordum. Nöbete gidenlere özeniyordum. Eğer nöbet tutmak için izin alabilirsem, nöbet kulesinde tüfeği çenemin altına dayayacak, her gün biraz daha fazla tetiğe bastıracaktım. Bir gün elbet o tetik düşecekti ve ben farkında bile olmadan kurtulacaktım. 
[5:9] ON GÜN “DİSKO”
5.9a.png
“Er gazinosu”nun curcunasından uzakta, daha sessiz sakin bir görev yeri olduğunu düşünerek üsteğmenin “hizmet eri” olmaya talip oldum. İki binanın geçiş koridorunun bağlı bulunduğu bir salonda, camekan içinde bir odası vardı. Her sabah o gelmeden odasını temizliyor, gün içinde çay kahve servisi ve getir götür işlerini yapıyordum. Salonda bir müzik seti vardı ve ben çarşıdan J.S.Bach ve Mozart CD'leri aldım. Üsteğmenden izin alıp sesi fazla açmadan o müzik seti vasıtasıyla dinliyordum. "Bir soran olursa, benim dinlediğimi söyle." dedi. Bu benim de işime geldi. O bir yere gittiğinde de soranlara "Üsteğmen dinliyor." diyor, gerekirse "Her an gelebilir." diye de ekleyerek, müziği kesmeden dinlemeye devam ediyordum.

Cioran'ın "Tarih ve Ütopya" kitabını okuduğum bir gün salondan (bana Atatürk'ün resmini gösterip "Bak arkanda kim var!" diyen) karargah komutanı yüzbaşı geçti. Kitap okuduğumu görünce yanıma geldi ve "Ne okuyorsun?" diye sorup yanıtını beklemeden elimden kitabı aldı. Birkaç sayfa karıştırdı, biraz okudu ve hiçbir yorum yapmadan kitabı geri uzatıp yoluna devam etti. Zaten gelen her kitabım önceden inceleniyor, askeri mühür vurularak kabul ediliyordu. Cezaevi mühürlü kitaplarımın yanı sıra, böylece ordu mühürlü kitap koleksiyonum da genişliyordu.

Hizmetçisi olduğum üsteğmen kelimenin gerçek manasıyla kaprisli biriydi. Çay getirirken altlıkta bulunan bir şeker ıslanırsa "Aptal!" diyerek bağırıyor, odanın en ücra kuytu köşesinde bile toz kontrolü yapıp azarlamaya yeter toz bulabiliyordu.

Salonun pencereleri ile masaları arasındaki uzun ince boşlukta bazen yavaşça volta atıyordum. Yine bunalımda olduğum bir gün ben böyle kendi halimde volta atarken gelip bir emir verdi. Duymamazlıktan geldim ve yürümeye devam ettim. Arkamdan, "Sana diyorum, heey!" diye bağırdı. Şöyle bir başımı çevirip baktım ve kaldığım yerden voltama devam ettim. O vakit bağırmaya başladı ama bana değil; karargah astsubayının odasına doğru.

"Gelin alın bunu! Gelin! Nerden buluyorsunuz böylelerini? Alın çabuk götürün bunu!"

Başçavuş ve bir iki asker geldi. Onlarla birlikte yazı büroya gittim. Üsteğmen odaya gelip, "Görürsün sen. Birliğini değiştirteceğim senin!" dedi. Astsubay Başçavuş babacan bir kişiydi ve ona karşı sempati duyuyordum. Tüm birlikteki en kibar komutandı ve üstlerine karşı askerlerini koruyordu.

"Anlaşılan seni askeri mahkemeye verecek. Sana şimdi ceza vermeliyiz."
"Verin komutanım. Ne kadar istiyorsanız verin."
"Ancak on gün kadar disiplin koğuşu cezası verebiliyoruz. Daha fazlası için askeri cezaevine göndermek gerekir. Ben üsteğmenle senin için konuşur, on günlük ceza ile yetinmesini sağlamaya çalışırım."

Ardından DİSiplin KOğuşuna götürüldüm. Gardiyanlardan biri de kurimdi. İçeride iki ranza ve bir masa sandalye vardı. Günde yarım saat hava almaya gardiyan denetiminde çıkabiliyordum. Sigara içmek yasak olsa da, gardiyanlar bir kıyak yapıyor, günde iki üç tane sızdırıyordu içeri.

Ben diskoya geçtikten yarım saat sonra üsteğmen kapıya geldi. Gayet kibar ve yumuşak bir tonda, "Neden bana böyle şeyler yapıyorsun? Ben de hayatımda çok sıkıntı çektim. Sen benim neler yaşadığımı biliyor musun?" dedi. Başçavuş her ne anlattıysa, üsteğmenin tavrında ciddi bir değişiklik olmuştu. Ben de hemen, "Kusura bakmayın komutanım. Sizi kırmak istemezdim. Canım fazlaca sıkkındı. Yanlış yaptım." diyerek üsteğmene ayak uydurdum. Böylece askeri cezaevine gönderilmeden, birliğim değişmeden, on günlük disko süresince kafamı dinleme imkanı buldum. Ufacık, güneş görmeyen, dar bir odada rahatsız edilmeden kitap okumak, karargahta bir er için “en iyi pozisyon”dan daha iyi bir pozisyondu benim için. Cioran'ın "Var Olma Eğilimi" kitabını da burada okuyacaktım.
[5:10] SUALTI İTAATSİZLİK OPERASYONU
Askerlikte en büyük avantajım deniz kenarı bir birlikte bulunmaktı. Akşamları güneş tam deniz manzaramızın ortasından batardı. Oturup bir banka, sigaramı içip güneşin batışını izlerdim. Askere gelmeden önce, "Neresi olursa olsun fark etmez." demiştim. Oysa çok yanılıyordum. Nazı çekilen denizci bir asker olmak bile beni oldukça zorlamışken, hiç deniz görmediğim, her sabah postal giydiğim bir karacı olmak muhakkak ki çok daha zorlayıcı olacaktı.

Sıcak bir yaz günü, gruplar halinde birliğe ait bir plaja götürdüler. Başımızda komutanlar dururken, gösterilen sınırlar içerisinde yüzüp stres atacaktık. Sınır kulvar şamandırasıyla belirlenmişti ve şamandıraların ilerisinde de bir duba vardı. Denizde bir yerde durmak hiç hoşlandığım bir şey değildi. Kalabalıklardan uzakta, suyun altından üstünden, daima yüzerdim. O gün de bize izin verilen yerde, kalabalığın arasında, bir sağa bir sola yüzüp durduktan sonra sıkıldım. Baktım komutanlardan biri dubaya çıkmış yattığı yerden güneşleniyor. Sanki biz de çocuk havuzunda yüzen bir grup çocuğuz.

Aklıma acemi birliğinde balıkadam seçmelerine çağrılmayışım geldi. Çocuk havuzundan kaçan bir çocuk olmak istedim. Sınır şamandıralarına gidip daldım. Mesafe tahmin etmede de yaş tahmin etmekte olduğum kadar beceriksizimdir. Suyun altından kaç metre gittiğimi bilmiyorum. Sonunda dubanın karaltısını suyun altında fark ettim. Dubanın da altından geçerek arka tarafından çıktım. Dubanın merdivenlerinden çıkarken astsubayı ayakta, denize bakarken gördüm. Karada duran astsubay bağırdı: "Arkanda, arkanda!" Ayakta duran astsubay arkasını dönüp benimle karşılaştı. Benden de pek hoşlanan bir komutan değildi. "Ne arıyorsun sen burada!" dedi. Güldüm ve tek bir kelime bile söylemeden, dubadan koşup denize balıklama daldım. Yüzeye çıkmadan tekrar sınırı geçtim ve diğer askerlerin arasından çıktım. Bu sefer kıyıdaki astsubay bağırmaya başladı: "Çık çabuk denizden, çabuk çık!" Gülümseyerek çıktım ve bir kenara oturdum. Neyse ki emre itaatsizlikten tekrar diskoyu boylamadım. Oturduğum yerden yüzmekte olan askerleri izlemeye koyuldum. Hiç nöbete gitmeyen bir muhafız olmak yerine, balıkadam olmam gerektiğini gösterdiğimi düşünüyordum.
[5:11] MATEMATİĞE TUTUNMA
5.11a.png
Belirsizliğin hakimiyeti cana tak ettiğinde ve sözcükler iyiden iyiye güvenilmez olduğunda, sığınılacak limanlardan biri de pekala matematik olabilirdi. Felsefenin damarlarında oradan oraya akarken, sonunda bir labirentin içinde dönüp dolaştığımı ve tekrar tekrar aynı yerden geçmekte olduğumu hissettim. Bildiğimi sandığım hiçbir şeyden emin olamıyordum. Kesin ve net bir şeyler bulmak, sürüklendiğim dalgalı denizde en azından bir kütüğe tutunmak olabilirdi. Böylece felsefeye büyük oranda sırtımı dönerek, ilgi ve alakamı yoğun bir şekilde matematiğe çevirdim.

Matematiğin tarihine dair iki kitap, pi sayısına ve sıfıra dair birer kitap ve Ali Nesin'in üç matematik kitabını okuduktan sonra çıktığım bir çarşı izninden kucağımda yedi ciltlik matematik ders kitabı setiyle döndüğümde, komutanlar da askerler de şaşırdı. Bir asker kitaplara ne kadar para verdiğimle ilgilendi ve "bu kadar parayı" ne diye matematik kitaplarıyla harcadığımı sorguladı.

Göndermeden önce fotokopisini çekip bir kopyasını kendime sakladığım bir asker mektubumda matematiğe dair şöyle bir diyalog aktarmışım:

"İki gün öce, akşam, oturmuşum bir masaya gazinoda, kitap okuyorum. Tanıdıklardan birinin canı sıkılmış olacak ki, yanıma yaklaşıp beni lafa tutmaya başladı. Bana geçen sefer çarşıda kaç şişe devirdiğini, üstüne kaç bardak bir başka içkiden içtiğinden bahsetti. Anlattıkça şevklendi ve sivildeki içki maceralarına daldı. Dinledim dinledim. Ve sonra sohbete 'iştirak' ettim.

- Biliyor musun canım şu an ne yapmak istiyor?
Gözleri parladı; gülümsedi. Acaba benim canım ne içmek istemişti?
- Ne yapmak istiyor?
- Deliler gibi matematik çalışmak istiyor!
- Ya git Allah'ını seversen!
Devam ediyorum:
- Evet çok istiyorum. Kapasalar beni bir odaya. Yiyeceğimi içeceğimi getirseler ve aylarca matematik çalışsam.
- Yemişsin oğlum sen kafayı!"


Bir zaman sonra İstanbul Bilgi Üniversitesi-Matematik Bölümü'nün bir öğrencisi olma hayalleri kurmaya başladım. Hayatını pür matematiğe vakfetmiş bir matematikçi olma hayali, "fiziksel gerçek"liğin spekülatif yapısından zihnimi mümkün olduğunca kurtaracak bir yol olarak göründü. 
[5:12] "BU SENİN ACIN, BU SENİN YANIĞIN."
5.12a.png
Çarşıya çıktığımda eğer günlerden Pazarsa, muhakkak hamama gidiyordum. Buhar ve sıcak su ile acelesizce zaman geçirmek bir tür terapi gibi geliyordu. Sık sık da Bartın merkezden minibüse atlayıp Amasra'ya gidiyordum. Sokaklarında bir o yana bir bu yana yürüyor, yorulduğumda bir balık restoranında şarap ile balık keyfi yapıyordum. Bazen de yolum internet kafeye düşüyor, çeşitli forumlara üye olup yazılar yazıyordum. Bunlardan biri de engelliler sitesiydi. Hayatın o kadar da toz pembe görünmeyebileceği insanlar arasında bir çeşit acı kardeşliği edinmeye çalışıyordum. Dövüş Kulübü filminde kahramanın uykusuzluk sorununu kanserli hastaların terapilerine katılarak çözmeye çalışması gibi belki de.

Bir çarşı günü Bartın merkezde kendi başıma gezip tozduktan sonra, birliğimden bir grup askerle karşılaştım. Dere kenarına içmeye gittiklerini, istersem kendilerine katılabileceğimi söylediler. Ben de kabul ettim ve onlarla gittim. Torbalar dolusu votkalı bira ile derenin yolunu tuttuk. Votkayı severim. Birayı da severim. Ama votkalı birayı pek sevmem. Yine de daha çabuk kafa bulmayı vaat ettiği için razı oldum.

Kaçıncı kutudan ya da neden sonra hatırlamıyorum, kolumu sıvayıp bir sigarayı askerlerin gözleri önünde kolumda söndürdüm. Şaşkın halde bana bakıyorlardı. İkinci ve üçüncü sigarayı da yavaşça koluma bastıktan sonra, daha fazla devam etmemem konusunda ricacı oldular.

Ertesi günün akşamı yatakhanede üst devrelerden biri kalabalığın içinde yanıma geldi. "Dün dere kenarında içip içip koluna sigara basmışsın. Şimdi ayıksın. Sıkıyorsa şimdi yapsana!" dedi. Güldüm ve "Daha iyi bir fikrim var. Sen neden yapmıyorsun?" dedim. "Tamam, aç kolunu." dedi. Açtım. Bir sigara yaktı ve üfleyip korlaştırdığı sigaranın ucunu bileğime çaprazlamasına değdirdi. Derim erirken, herkes bir sigaraya bir yüzüme bakıyordu. Sigara sönmeye yakınken üfleyerek ateşini canlandırdı. Son derece sakin bir şekilde ben de olan biteni izliyordum. Sonunda sigara söndü. "Çok güzeldi! Bir daha yapsana." dedim. "Tamam" dedi ve ikinci sigarayı da yakıp, az önce yaktığı yerin biraz üzerinde yeni bir delik açmak üzere koluma temas ettirdi. Aslında canım çok yanıyordu. Ama o acıya kendimi tamamıyla teslim etmiş, o acıyı baştan kabullenmiştim. Bir sünger gibi acıyı içime çekiyordum. Hiçbir parçasını reddetmiyor, hiçbir parçasına direnmiyordum.

Dövüş Kulübü filminde filmin kahramanı ile Tyler Durden kaldıkları evde sabun yapmaktadırlar. Tyler kahramanın elini uzatmasını ister ve ardından tuttuğu elin üzerine sabun yapımında kullanılan sudkostik çözeltisi döker. Akabinde aralarında şöyle bir diyalog sahne alır:

- Acıyı hisset. Bundan kaçma.
- Hayır, hayır, Tanrım!
- Elini oynatma. İlk sabun kahramanların küllerinden yapılmış. Uzaya gönderilen ilk maymunlar gibi. Acı ve fedakarlık olmadan hiçbir şey yapamazsın.
Yakmak ve et sözcüklerini düşünmemeye çalışıyordum.
- Kes şunu. Bu senin acın. Bu senin yanığın tamam mı?


İkinci sigara da söndü. "Ah!" demek bir yana, yüzümü bile kasmamıştım. "Ne psikopatlar var!" dedi sigarayla derimi eriten. Ben ise onun da benim kadar psikopat olduğunu düşünüyordum.

Tyler Durden devam ediyordu:
"Lanet olsun bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor ya da beyaz yakalı köleler olmuşlar. Reklamlara kanıp araba ve kıyafet kovalıyorlar. Nefret ettiğimiz işlerde çalışıp, ihtiyaç duymadığımız şeyleri alıyoruz. Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız. Ne bir amacımız var, ne de bir yerimiz. Ne büyük savaşı yaşadık, ne de büyük buhranı. Bizim savaşımız ruhani bir savaş. En büyük buhranımız hayatımız."

Ertesi gün kollarımda su toplamış kabarcıkların sayısı iki artmıştı.
[5:13] MARTİN EDEN
5.13a.png
Hapishane hayatı babamla olan ilişkimi onarmış, daha iyi bir hale gelmesini sağlamıştı. Askerlik döneminde de Bartın'a geldiği zamanlar beni "evci" çıkarıyor, geceyi birlikte geçiriyorduk. Askerlik sürecinin soluklanabildiğim bu nadir zamanlarında birbirimizin dertlerini dinliyor, birbirimize arkadaşlık ediyorduk.

Merkezde Amasra minibüsü beklediğimiz bir gün cebimden bir sigara paketi çıkardım. "Baba biliyor musun..." dedim, paketin içinden bir sigara çektim, "ben sigaraya başladım." Ardından da sigarayı ağzıma götürdüm ve sordum: "Ateşin var mı?" Babam bir süre sessizce bana baktı; ardından da cebinden çakmağını çıkarıp yaktı. Sonra da "Üzüldüm." dedi. Başka da bir şey söylemedi.

Amasra dönüşü Bartın merkezin en işlek caddesinde yürürken bir kitapçının önünden geçiyorduk ki, durdu. Gözü dükkanın önündeki kitaplardan birine ilişmişti. Bir kitap aldı ve içeri girip ödemesini yaptıktan sonra dışarı çıktı ve kitabı bana uzattı. Babam ilk kez benim için bir kitap almıştı: Jack London'ın Martin Eden kitabı... "Bu kitabı yıllar önce okumuş ve çok beğenmiştim. Bazen korkuyorum sen de Martin Eden gibi olacaksın diye." dedi. Teşekkür edip kitabı aldım. Birliğe geri döndüğüm gibi de kitabı okumaya başladım. Kısaca şöyle özetlenebilir:

Denizci Martin Eden aşık olduğu yüksek sınıftan bir kızın karşısında kendini cahil hisseder. Onu etkilemek için kendini eğitmeye başlar ve süreç içinde öğrendikleriyle ve düşündükleriyle dünyaya bakışında radikal değişikler gerçekleşir. Sonrasında yazar olmaya niyetlenerek, öyküler yazıp yayınlatmaya çalışır. Pek çok başarısız girişimden sonra, bir noktada şeytanın bacağını kırar. Hem kendi kendini geliştirme gayretleri, hem yazarlık süreci onu varmak istediği noktanın ötesine taşır ve aşık olduğu kadın onun için eski anlamını yitirir. Artık o farklı bir çevre içine girmiştir, farklı biridir ama bu beraberinde büyük bir boşluğu ve anlamsızlığı da getirmiştir. Kimi hayallerini elde edip kimilerini de aşması, zihinsel gelişimiyle birlikte yaşadığı hayal kırıklıkları onun sonunu hazırlar. 
[5:14] ADES'İN BARTIN'A GELİŞİ 
5.14.png
Ara sıra internet kafeden yazdığım engelli forumunda, bir gün özel bir mesaj ile karşılaştım. İşitme engelli bir kızdan gelmişti ve mesajda "Ruhunun kokusu çok çekici." yazıyordu. Sarsıldım. Hayatımda ilk defa bir yabancıdan böylesi zarif bir iltifat duyuyordum. Kısa bir teşekkür mesajı yazıp gönderdim. Bir hafta sonra çarşıya çıkarken içimde bir heyecan vardı. Hiç etrafta dolanmadan tekrar internet kafenin yolunu tuttum. Umduğum gibi yeni bir cevap gelmişti. Bu da bana daha uzun yazma imkanı tanıdı. Karşılıklı yazışmalar sonucunda birbirimize yaklaştık. Ades rumuzunu kullanıyordu. Adının tersten okunuşuydu. Bense UZAK mahlasını bırakmamıştım. Benim için pek çok şeyin düğümlendiği bir anahtar kelimeydi.

2006'nın Ekim ayıydı. Ades İzmir'den çıkıp beni görmeye Bartın'a geldi. Yine bir çarşı izin günümdü, Bartın merkezin bir köşesinde karşılaştık. Kibar, eğitimli, kendine güvenen, zeki bir kızdı. Ruhsal bir harabeyken ve ölüm fikri her gün bir güneş gibi tekrar tekrar üzerime doğarken, sıcak ve anlamlı bir gülümseme beni sarıp sarmaladı. Bakışları üşüyen ruhuma girdirilmiş bir ceket gibiydi.

Bartın dönüşünde karşılıklı mektuplaşmalarımız başladı. İlk mektubunda bana şöyle yazıyordu:

08.10.2006 - "Önümde gideni tanır gibiyim. Saçlarıyla, gözleriyle, boyuyla, ruhunun kokusuyla... Farklı elbiseler giyinmiş bu kez. Daha bir alımlı; ama acı çekmemi istercesine uzak! Adını çıkaramıyorum. Belli ki bilinçaltıma hapsetmişim onu. O önümde gidiyor. Ben de parmak uçlarıma basarak takip ediyorum onu. Ama o biliyordur arkasında benim olduğumu. Neden bu kadar korkuyorum yaklaşmaya? Belki de o istemiyor. Görüyorum bir anda onun arkasındaki bir ton geçmişi. O an hissediyorum kendi geçmişimin ağırlığını. Derken bir aynanın önünde duruyor. Beni beklediğinden mi durdu acaba? Emin olamıyorum. Sonra sonra seçebiliyorum aynadan yansıyan yüzünü. Yüzündeki çizgiler ne kadar da tanıdık bana. Kendisinin atfettiği kötümser düşüncelerin arzusunu, o arzuyla tutuşan umutsuzluğunu, ve o umutsuzlukla uyanık kalan mutsuzluğunu görüyorum. Neden kendini acıtmış, kanatmış böylesine? Ben neden acıtıyorum canımı? Yaklaşıyorum ona. Omzuna, yüreğine, yüzündeki çizgilere dokunmak istiyorum. O an, onun sayesinde mesafeleri aştığımı fark ediyorum. Ona yakın oluşumla ya da olabilirliğimle, onu da kendimi de kurtarmak istiyorum. Kötümserlikten, umutsuzluktan ve mutsuzluklardan. Parmaklarımın ucuna basmaktan vazgeçmek istiyorum. Öyle ayaklarım acıdığından filan da değil. Sadece ona yakın olabilmek için. Ama o Uzak... Yüzü hala aynaya dönük. İstemiyorum artık aynaları. Çıldırtmaya bire birdir onlar insanı. O da bıraksın artık aynaları. Bıraksın, aynada kalsın onu acıtan ve ruhunu esir alan düşünceleri. Yüzünü dönsün bana, gerçek yüzünü! Bakıp görsün doğanın gözlerindeki mutluluğu. Haydi gülsün artık! Gülsün ki yıllardır acı acı kokan bu topraklarda güller açsın, salsın kokusunu. Görsün ki mutluluk saati gelmiş, mutsuzluğu es geçiyor."
[5:15] PDRM GÖREVLİSİ 
5.15.png
PDRM görevlisi kısa dönem askerin terhisiyle, yeni bir pozisyon açılmıştı. Sabah içtimasında Başçavuş gönüllü birisini istediğinde, yıldırım hızıyla elimi kaldırdım. Psikolog Asteğmen'in yanında görev yapma fikrim Başçavuş'un da aklına yatmış olacak ki fazla bekletmeden kabul etti ve yeni görev yerim karargahın gözlerden uzak bir köşesinde ufak bir ofis oldu. Bir de yanında bekleme odası vardı. Böylece askerlik dönemimin en rahat kısmı başladı.

"Komutanım" dediğim benimle birkaç yaş farkı olan uzun dönem askerden başkası değildi. Öyle pek komutan olmaya, emir vermeye de meraklı değildi. Günün önemli bir bölümünü konuşabileceğim biriyle geçirmek, kendime ait bir masada işimi yapmak, çarşıdan aldığım Zeki Müren kasetlerini odadaki müzik setinde dinlemek benim için önemli kazanımlardı. PDRM'nin kitaplığından kognitif terapi kitapları özellikle ilgimi çeken kitaplar oldu. Carl Gustav Jung'ı da bu zamanda keşfettim ve Freud'tan daha değerli buldum. Ades’in psikolog olması da psikolojiye olan ilgimi arttırıyordu. 
[5:16] SATRANÇ MAÇLARI 
5.7a.png
Sabahları bir sudoku çözerek güne başlıyordum. Çözmediğim günlere nazaran kafam gün boyu daha iyi çalışıyor gibi geliyordu. Er gazinosundaki satranç takımları da iyi iş yapmaktaydı. Sürekli oynayan birileri vardı ve izleyici de hiç eksik olmuyordu. Satranç insanlardan hırsımı çıkardığım yegane alana dönüşmüştü. Artık kimseyle kavga etmiyordum ama satrançta acımasızdım. Kimseyi sevindirmek için bilerek yenilmiyordum. Uzun dönem erler, er başlar, kısa dönem askerlerden sonra, benimle oynamaya gelen ast subaylar için de bu kural geçerliydi. En büyük iyiliğim karşıdakini bozguna uğratmadan, oyunu yayarak oynamamdı.

Bir gün bahçede sigara içerken yanıma çömezlerden biri geldi.

"Berk sen misin?"
"Evet benim. Hayırdır?"
"Satranç oynayalım mı seninle?"
"Olur oynayalım."

Sigaramı söndürdüm ve gazinoya yöneldik. Taşları dizdik ve oynamaya başladık. Bu davetin bir meydan okuma olduğu belliydi. Birliğin en iyi satranç oyuncusuna kafa tutmuştu. Ben ise tanımadığım insanlara karşı dikkatli oynamam gerektiği dersini Taksim'de Hiçyılmaz'dan almıştım.

Birinci oyunu savunma ağırlıklı oynadım. Bu bir nevi karşıdakinin boyunu ölçmeydi. Ne kısa ne uzun bir oyundan sonra maçı kazandım. "Bir daha oynayalım mı?" diye sordu, kabul ettim. İkinci oyun agresif bir oyun tarzıyla oynadım ve vezirle sol cephesine girip tümden çökerttim. Gerisi zevk vermeyecek kadar kolay oldu. Üçüncü bir oyun için teklifte bulunmadığı gibi bir daha da benimle hiç oynamadı. Aradığı cevabı net bir şekilde almış görünüyordu. Bir gün sigara içip sohbet edildiği bir ortamda Bursa Gemlik'te liseler arası satranç ikincisi olduğunu söyleyecek ve bir de not düşecekti:

“Beni yendin diye kendini Gemlik birincisi sanma sakın!” 
[5:16] “GİZLİ GİZLİ ÖZNE” 
Gizli gizli özne-3.png
Bir PDRM görevlisi olmak beni kalabalıktan uzak bir mekanda kağıt kaleme kavuşturunca, ilk ortaya çıkan sonuçlardan biri bir kısa hikaye denemesi oldu. Sohbetim olan birkaç kısa dönem askere yazdığım metni gösterdiğimde biraz okuduktan sonra kağıdı gülerek geri uzatan da oldu, sonuna kadar okuyup “Amma edebiyat kasmışsın ha!” diyen de. Baktım durum fena, açıklama yapsam belki yararı olur diye düşündüm:

"Ben bu hikayede özellikle devrik bir yapı kullandım. Hikayede geçen kişinin de dünyası bir o kadar devrik çünkü. İkinci olarak, gizli gizli özne diye bir şey uydurdum. Mesela, 'Ali okula gitti.' cümlesi... Ali özne ve açık seçik ortada. 'Okula gitti.' cümlesinde gizli özne 'o'. Peki gizli gizli özne ne olabilir? İşte o benim hikayemin kahramanı. Fark ettiniz mi, hikayede olup bitenleri hiçbir kimse yapmıyor. Eylemde bulunanlar eller, ayaklar, gözler, beyin, dil ve diğer pek çok şey ama asla bir şahıs bulamıyoruz. Ayrıca dikkat ettiniz mi, eylemler de hep edilgen yapıda." Onlarsa yine dudak büküyor, kağıdı elime tutuşturuyorlardı.

Psikolog asteğmen ise öykü içinde geçen “Tavanda patlatılan afyon sonrasında...” ibaresine takılmıştı ve “Afyon tavanda patlatılabilen bir şey midir?” diye sordu. “Eğer ‘afyonu patlamak’ ifadesi uyku sersemliğini üzerinden atmak anlamında kullanılabiliyorsa, neden yattığı yerden tavana baka baka ayılan bir kişi ‘afyonu tavanda patlatmış’ olamasın ki?” diye karşılık verdim. Dili ne kadar esnetebileceğimiz, ne kadar özgür davranabileceğimiz bir tartışma konusuydu.

- YEİS - 
Perdeden kaçan ışık tanecikleri, karanlığını huzursuz ettiği odada, güneşin yeniden musallat oluşunu fısıldıyordu şımarıkça, ağır ağır netleşen görüntüsüne gözlerin. Yeni olduğuna iman edilmiş gün, güneş ile çalıyordu borusunu kırbacıyla alnına insanlığın rutin. Kış ve kışı çevreleyen aylar bile su koy verip bazen, salıveriyorlardı bugün olduğu gibi güneşi bir hayli, kalınca perdelerin asık suratlı ciddiyetinin bile üstesinden gelemediğini üste, yüze, göze. Yine, yeniden, yeniymişçesine; içi geçmiş, bayat ve farksız aynılıklara yelken açmaya davetkar bir seçim mitingi gibi, yalancı bir enerji ve parıltıyı bastırıyordu mayhoş sabah bedenine.

Tavanda patlatılan afyon sonrasında, uzandı bacak ılık yorganın arasından. Ayaklar ezilmeye mekanını arıyordu yine terlik denilen. Üzere abanmasına hayran olunan yorgan, iki büklüm edilmişti şimdi. İstenmiyordu artık sahiplenişi, yorgunlukla yatağa düşüşlerdeki kadar.

Kalkıldı ayağa, ayaklara binildi her şeye rağmen. Pencerenin yanına yaklaşıldı, uzanılıp açıldı pencere. Yüze vuran serinlik içe sızıyordu okşayıcı. Güneş ışıkları her ne kadar kendilerini belli ediyorlarsa da, zayıflatılmış mikroplar gibi, kışın kışlığını zelil edemiyorlardı. Serinliğine de mâni olamıyordu bu; bu sarılık zâti-muhterem.

Koyu yeşil parka da son olarak üste alındıktan sonra, inildi kirli bir lambanın aydınlattığına aldattığı çamurlu merdivenlerden. Kapı ağzına dayandı omuz. Seyre daldı gözler griliğini, sokağa rengi sinmiş binaların. Giderken el cepteki sigaralığa, uzandı ayakucu son basamağına giriş kapısındaki. Dünden yağan yağmurla karışmış toz toprak, saldırıyordu ayakkabılara kabuslarda beliren aç cüzzamlılar gibi. Oysaki rahatlatıyordu denk düşümü kirin çamurun sokaktaki, düşünsel gerçekçelerine, ve belki de gerekçelerine. Nereye gittiğini bilmiyordu yine beden, yerlisi gibi tanıdığı mekanda körlemesine. Yalnızca tecrübe edilmiş ve edilmemiş olasılıkların bulanıklığı vardı.

İnsanlar vardı sokakta, sokaklıkta. Binaların içinde gezinenler vardı, gezinilen çevresinde binaların. Adımlamaya devam ediyordu, "Devam." diyordu kör irade. Bulutlar şekilden şekile giriyordu. Sigara külleşip ömrünü tüketirken, frenleyen makinelerin lastik gıcırtıları, kurutulmaya gönderilen insan yavrularının gülüşmelerine karışıyordu. Dükkanlar kepenklerini açıyordu hizmet sunmaya birbirlerine. Hizmetçileriydiler uygarlığın ve organların. Bir koşuşturma içinde ısıtırlarken arzularını ve beyin sıvılarını, ruhun közü soğutulmalıydı serinliğinde kışın, nefes almayı zorlaştıran.

Duruldu deniz karşısında. Köpüklü denizden gelen yosun kokulu rüzgara teslim oldu gözkapakları kapanarak okşayışına. Hafifte üşünmüştü bile hatta. İstenilen de buydu belki. Aradı sonrasında gözler, adımlanırken tekrardan, bir acı kahve içmek için yer. Yersiz düşünceler içindeydi beyin hücreleri. Atomları çarpışıyordu hücre kimyasallarının. Kuarkları ve parçacıkları çırpınıyordu delice. Acı çekiliyordu. Çok acı... Tüm savrulmaların gerilimleri, ruha bırakıyordu tortularını. Ne yapılacağı belirsiz, hazır yol kılavuzları tutuktu. Çaresizlik ümitsizliği ağırlıyordu. Kalabalıktan kaçarken tin, kendiliğin ağılında yenilip bitiriliyordu. Güneş grileşip içe akıyordu.

Oturuldu iyi döşenmiş lüks bir deniz kafeteryasına. İçgüdüselliğe meyil etmiş tat arayışlarıyla, sosyoekonomik gelenek motifli birkaç karma besin ögesi iç edildikten ve üste acı kahvenin acılaştırarak lezzetlenmiş dokusundan ağzı arındırıp bu "ilginç" kafa yapısını bir temizlenme hissine kaptırışından sonra, bulutlar çelerek süzülüşlerine gözleri, gönderme yapıyordu kalkılıp düşülmesine yola.

Doğruldu bitkince kemikler parasını yokladığı elbiseleri kırıştırarak. (...) Bitkince kalktıkları gibi, bitkince adımlamaya koyuldu bu kansızlaşmış iliklerinde bile yeis tutan, bu toprakta bile hüznünü çürümeye direnciyle ayakta tutan kemikler, sert beton konformistliğinde modernitenin.

Eve varıldı umulduğu üzere. Dönülmüştü yine gün gibi kokuşmuşluğa. Açılan kapı sonrasında, yatağa düştü beden çöküşüyle ruhun oracığa. Uyundu, uyundu... Uyanıldı. Karanlığa aralandı gözler. Kelimeler döktü dil iç dehlizlerinden ve kendiliğinden gelen. "Atonal ve anarmonik bir Batı müziği gibi yaşam. Kakafonik ve sağında solunda beliren sanal sayılar gibi varoluş sisteminin. Ne ciddiye alınabildi zaman, ne de alaya tarafımdan. Anası babası belirsiz evrende yitik bir fenomen her soluğum. Nasıl başa çıkacağım başa çıkamayışlarımın gerekirlikleriyle, bilmiyorum. Düşündükçe ürperiyor üşüyorum. Lanet olsun."

Sessizlik, her zamankinden...

Kalkıldı yavaşça, devama doğru. Açılan aplik ile loşlaştı oda. Arıyordu vücut nikotinini bir sigaranın ucunda. Bambu bir koltukta daldı gözler düşünceli. Nereye varacaktı bu gidişat? Bu istemeğe istemeğe sürükleniş, hangi toprağın kalacaktı kurtlarına? Hangi acizlikti bu süre gidime razı olma? Ya da hangi korkaklıktı genlerine kodlanmış eğilimlerine direnemeyecek? Cennetsiz kurtuluş hemen yanı başındayken sorgusuz sualsiz, nedendi neden hâlâ bu biçâre bekleyiş?

Göğüs sıkıştı, nefes alamaz oldu. Kıvrıldı kıvrıldı vücut kürtaj bilmez bir cenin gibi. Göz kapakları gözleri sıkıştırıyordu kapanarak sıkıca, sanki karanlığında beyni boğarcasına. Bir deve kuşu gibi safça kurtuluşu umuyordu tehlikelerinden ve hatta tehlikelerine değmezliğinden. Açıldı gözler... Her taraf bir nesne, bir form ve bir renkti. Duvarlarsa sanki havaya karışmış sıkıştırıyordu deriyi.

Çarçabuk giyilip ayakkabılar dışarı fırlandı. Sudan çıkmışta havayı yemeğe çalışan balıklar gibiyken ciğerler, yağmurla yıkanan gecede adımlanıyordu. Batılıp çıkılırken oyuklarına şehrin, ayaklarından bir film şeridi gibi akıyordu kaldırım geriye doğru. Adımlar hızlandı hızlandı, koşuşa döndü. Yön duygusundan, zaman ve mekan algısından yitik bir koşuşa. Ağlanıyordu hüngür hüngür, boğuk boğuk. Elbiseler ıslanıp üste yapıştıkça, çıkarılıp bir bir savruluyordu.

Bir köşenin yola kavuştuğu yerde geldi gözü alan ışık ile acı fren. Bacaklar yerden havalandı; havaya dönük, bir sokak lambasıyla aydınlandı yüz. Düşüldü…
[5:17] ERMENİ PİLAKİSİ 
5.16b.png
Akşam derslerinde bize yalnızca Türk olmaktan ne kadar gurur duymamız gerektiği anlatılmazdı; aynı zamanda iç ve dış düşmanlardan da sıklıkla söz edilirdi. Odalara toplanıp izlettirildiğimiz videolarda Yunanlar, Ermeniler ve hain Kürtlerin sinsi planlarından bahsedilir, suyun uyuyup düşmanın uyumadığı bir ortamda, her an tetikte olmamız öğütlenirdi. Bu pekala askere gelmeden önce vaaz ettiğim mekanizmanın bir uygulamasıydı. "Biz" olmak için "öteki"ler gerekiyordu ve propagandif tarih ve güç mücadelesine dayalı uluslararası sistem, ihtiyacımız olan her şeyi "biz"e sağlıyordu. Ben ise her gün çevreme bakıyor ve gördüğüm tablo karşısında "biz"in bir parçası olmak istemiyordum.

Birlik içinde dinlenen telefonlardan annemle konuşurdum bazen. Bir keresinde bana bir televizyon programında anneannemin fasulye pilaki yapma usulüyle karşılaştığını söyledi. Dediğine göre anneannem fasulye pilakisini kerevizli yaparmış ve annem buna başka yerde hiç denk gelmemiş. O gün karşılaştığı yemek programında ise bu kereviz faktörünün “Ermeni usulü" olduğu söylenmiş. Yemek yapmanın anneanneme doğup büyüdüğü konakta bir eğitim sonucu verildiğini ve bir kültürel aktarımı yansıttığını biliyordum. Aklıma geleni bir espri olarak dışavurdum:

"Nedenini biliyorum."
"Nedenmiş?"
"Ermenisiniz de ondan!" 
[5:18] TERTİP KAVGASI 
5.17b.png
Üst tertibim artık teskereci konumundaydı. Birliğe geldiğim ilk zamanlarda kavga ettiğim, daha sonra arkadaşlığı denediğim, sonrasında tekrar ilişkiyi kesip uzaklaştığım bir grup çeteci tipli asker, gün içinde çıktıkları çarşıdan kafaları güzel olarak dönmüştü. Birlik içinde tüm askerler bu gruptan çekiniyordu.

Er gazinosunda çaycının yanındaydım ve çayımı içiyordum. Bu gruptan bir tanesi dışardan pencereye yaklaştı ve içeri "Çıkın lan dışarı. Yürüyün. Bir tane adam görmeyeceğim burada!" diye bağırdı. Ortada askerleri er gazinosundan kovmak için bir sebep görünmüyordu. İçkiliydi ve canı sıkkındı belli ki; çatacak birilerini arıyordu. Kimse itiraz etmedi. Oyun oynayan oyunu bıraktı; televizyon izleyen televizyonu... Gazino boşalmaya yakındı ve ben hiç istifimi bozmadan aynı yerde çayımı içmeye devam ediyordum. Bana baktı ve,

"Sen de çıkıyorsun!"
"Ben senden emir almam."
"Çık lan!"
"Gel çıkar becerebiliyorsan."

Bunun üzerine hareketlendi ve içeri girmek üzere kapıya yöneldi. İçeri girip sandalyelerin arasından geçerek yanıma yaklaştığında suratına savurduğum bir yumrukla yere devrildi. Yalnızca bir yumrukla yetinmedim ve yerdeyken de üzerine saldırdım. Tam onu orada yıpratmaktaydım ki birden sağımdan aldığım bir darbe ile yana devrildim. Arkadaşlarından biri gelip bana saldırmıştı. Bu sefer ben kendimi yerde ikinci gelenden korumaya çalışırken, benim tertibimden biri de ona saldırdı. Artık sahnede dört kişi vardı ama bu kadarla kalmayacaktı. Kısa sürede yeni katılımlarla kavga 5'e 4 - 5'e 3 kavgasına dönüştü. Gazino sanki bir meydan savaşına sahne oluyordu. Bir ara ben birine sandalye fırlattım. Üzerinden birkaç saniye geçti ki bir şey gelip bana çarptı. Bir krom bardaktı bu ve kaşım açılmıştı. Yüzümden süzülen kan elbiseme damlıyordu. Bir kişi alıp beni gazinodan dışarı çıkardı.
[5:19] GÖNÜLLÜ TAŞIYICILAR 
5.18a.png
Sabah içtimasında yeni astsubaylardan biri eşyalarının geldiğini ve bunları lojman dairesine taşımak için gönüllü askerlere ihtiyaç duyduğunu söyledi. Dediğine bakılırsa "fazla eşya yok"tu ve iş bittikten sonra akşam birliğe dönüş saatine kadar çarşıda gezilebilirdi. PDRM asteğmenin gelmeyeceği bir gündü. Gün boyu birlikte zaman geçirmektense, hafta içi bir gün çarşıda gezme fikri cazip geldi. Gönüllülerden biri oldum.

Lojmanlara vardığımızda yığınla eşya dördüncü kata taşımamız için bizi bekliyordu. Başladık taşımaya. Aralarda da mola veriyor, sigara içiyorduk. Komutan da bir ara börek, kola fanta getirdi. Bir şikayetim yoktu. Kaslar çalıştıkça açılıyor, eşyaları azalttıkça bitirmek için daha da hırslanıyordum. Saatler sonra eşyaların sonu göründü. Üç dört saat kadar çarşıda yürüyebilecektim.

Akabinde komutan hepimizi şaşırtan bir talepte bulundu. Yeni gelmiş bir diğer astsubay az ötede evine yerleşiyormuş. Onun da taşınacak eşyaları varmış. Bitirdikten sonra bir de onun eşyalarına el atarsak çok iyi olurmuş. Elimi kaldırdım ve "Komutanım ben sizi tanıyorum, bahsettiğiniz komutanı tanımıyorum. Sabah gönüllü asker sorduğunuzda size yardımcı olmak için kabul ettim. Ancak tanımadığım bir komutanın eşyalarını taşımaya pek gönüllü değilim." dedim. Komutan da oldukça yumuşak ve anlayışlı bir sesle, "Tamam elbette ki zorla değil. Gönüllülük esas." diyerek karşılık verdi.

Oluşan sessizlik içinde diğer askerlerin de benim açtığım yoldan gelmesini bekledim, ama içlerinden hiçbiri buna yanaşmadı. Eşyalar bitirildi ve ben komutandan müsaade isteyip lojmanlardan ayrılırken, geride kalan askerlere el salladım. Onların mutsuz bakışları arasında çarşıya doğru yola koyuldum. Akşam birlikte karşılaştığımda iki ev taşımış ve bir saat bile çarşıda gezememiş durumdaydılar. Her tarafları da ağrıyordu.  
[5:20] HRANT DİNK CİNAYETİ 
5.19a.png
Hrant Dink 19 Ocak 2007'de sokak ortasında vurulduğu gün benim bundan haberim olmadı. Televizyonun olduğu er gazinosuna gitmeden, yatakhaneye çıkıp kitap okuduğum olurdu. Olayı ancak bir gün sonra, Cumartesi, çarşı iznine çıktığımda gazete manşetlerinden öğrendim. Birliğe döndüğümde soluğu televizyonun karşısında aldım. Haberler bu sefer diğer askerlerin de ilgisini çekmiş görünüyordu. Çok geçmeden onlarla farklı bir ruh halinde olduğum ortaya çıktı. Hrant Dink'in görüntüsü ekrana geldikçe, uzun-kısa dönem fark etmeksizin çoğu ağzını açıp küfretmeye başlıyordu. Öldürene değildi küfürler, öleneydi. "Gebermiş Ermeni!" diyordu birisi. Bir başkası, “Kalanlarını da geberteceksin." Benimse içimde politik bir öfke serpilip büyüyordu. 
[5:21] "ORDU KIŞLAYA!"
5.20d.png
Birlikte EMASYA (Emniyet Asayiş Yardımlaşma Protokolü) kapsamında, toplumsal olaylara müdahale ekibi sağlamak gayesiyle erler seçildi. Her gün düzenli olarak eğitim alanına gidip eğitim almaya başladılar. Bir ayı geçen eğitimler sonrası, Bartın çapında bütün birliklerin EMASYA birimleri toplanıp, Merkez Komutanlığı'nın gözetiminde, bizim karargahımızda bir ortak tatbikat yapma kararı aldılar. Her şey hazırdı. Geriye yalnız on beş kişilik bir eylemci grubu oluşturmak kalmıştı.

PDRM ofisinde oturmuş masamda bir şeyler ile ilgileniyordum. Başçavuş kapıyı vurup içeri girdi. Tatbikattan bahsetti ve "Berk'i alabilir miyiz eylemci olarak?" diye asteğmene sordu. Asteğmenin izni üzerine başçavuş bana döndü ve, "Hadi çabuk; sivillerini giy ve aşağı gel." diye emir verdi.

Yatakhaneye çıkıp sivillerimi giydim. Mevsim kıştı ve bere ile atkı da taktım. Bu ikisi bir korsan eylemcinin güvenlik ekipmanlarıydı. Ne kadarlık bir askerle karşı karşıya geleceğim konusunda ise hiçbir fikrim yoktu. Karargah komutanı yarısı kadarı kısa dönem askerlerden oluşan grubu alıp iki tarafı ağaçlık, yokuş bir yola konumlandırdı.

"Birazdan EMASYA ekibi gelecek ve yolu kapatacak. Sizin göreviniz onları geçmek. Eğer içinizden yolun öbür tarafına geçmeyi başaran olursa, çift çarşı ile ödüllendirilecek. Size bir tane de sopa veriyorum. Karşı taraf bundan haberdar değil."

Bizi orada bırakıp gitti. Yaklaşık on dakika kadar sonra askerlerin marşları uzaktan duyulmaya başladı. Kendileri ortada gözükmüyordu ama sesleri rahatça duyuluyordu.

"Öyle boş boş beklemeyelim. Kozalak toplayın arkadaşlar." dedim. Bir yandan da sopa olarak kullanmak üzere ağaçların kuru dallarını kırıyordum. Bir müddet sonra askerler de göründü. Zırhları, kaskları, kalkanları ve omuzlarında silahları vardı. Tahminen elli kadar asker uygun adım marşlarla geliyordu. Yanlarında bir tane de köpek getirmişlerdi. Bizim de bundan haberimiz yoktu.

Kısa dönem askerlerden biri, "Komik komik sloganlar atalım." dedi. Ben ise karşımda çevik kuvvete benzer bir kalabalık görmüş olmaktan ve onlarla birazdan çarpışacak olmaktan dolayı farklı bir psikolojiye girmiştim. Askerler gittikçe yaklaşıyordu. Karşılaşmanın olacağı yerin hemen üzerinde yüksek rütbeli subaylar bir seyirci tribünü oluşturmuştu.
5.20b.png
"Or-du, kış-la-ya!" diye slogan atmaya başladım.
O slogandan sonra,
"Hal-kız, hak-lı-yız, ka-za-na-ca-ğız!"
"Sus-ma, sus-tuk-ça, sı-ra sa-na ge-le-cek!"
"Fa-şiz-me, kar-şı, o-muz o-mu-za!"

Attığım sloganlara ekip de eşlik ediyordu, çünkü aralarında ister komik ister saçma slogan atmak isteyenler olsun, ben repertuarımdaki hazır sloganları piyasaya sürerken kimse yeni bir tanesini icat etme zahmetine girmiyordu. Biri ne de olsa liderliği üstlenmiş ve slogan attırmaya başlamıştı. Tek yapmaları gereken eşlik etmekti ve öyle de oldu. Sloganlarımıza kozalaklarımız eşlik etti. Yerlerini almış askerlerin üzerine var gücümüzle kozalakları fırlatıyorduk. Bu bizi daha da havaya sokuyordu. Ama karşı tarafa geçmek için bir stratejimizin de olması gerekiyordu. Herhangi bir müdahale anında herkesin tek bir noktaya doğru bütün gücüyle hareketlenmesi konusunda anlaştık.

Karargah komutanının işaretiyle askerleri zorlamaya başladık. Ben koşup ortalarda bir yere tekmeyle girdim. Yakalamak istediler geri çekildim. Bir yandan da kalkanlarına, kasklarına elimdeki kuru dalla vuruyorum. O da üçüncü vuruşumda kırıldı. İtelemeler ve çekiştirmelerin bir anında bir arkadaşımızı içlerine çekmeyi başardılar. O anda herkeste bir elektriklenme oldu ve tam da içeri çektikleri noktaya hücum ettik. Askerlerin içerisine üç dört kadar “eylemci” giriş yapmıştı ki, kendi arkadaşlarımdan birinin sırtını rampa olarak kullanıp üzerinden askerlerin tam orta yerine iniş yaptım. Düşünecek bir şey yoktu. Kollarımla soldakileri ittirirken, bir ayağımla da sağdakileri ittirdim ve dönerek sağa sola darbeler indirerek aralarından sıyrıldım. Askerlerin arkasından sıyrılan ikinci kişiydim. Bir arkadaş daha yanımıza gelmeyi başardı. Geride kalan on iki kişi askerler tarafından yere yatırılmıştı. Birliğimizde eğitimden sorumlu bir astsubay sinirli bir şekilde yanımıza koşarak geldi ve "Ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz!" diyerek çıkıştı. "Komutanım, bize geçmemizi karargah komutanı emretti." dedi kısa dönem er.

Yapılan anons uyarınca askerler ve eylemciler tekrar yerlerine geçti. Tatbikat tekrarlanacaktı. Karşımızdaki askerler oldukça hırslanmışlardı. İkinci denemede askerlerden biri silahının dipçiğiyle eylemcilerden birine vurunca, o da yumrukla karşılık verdi. Bir başka asker elbisesini tuttuğu bir eylemcinin çekiştirerek üzerini yırttı. Askerler ile eylemciler arasında kavga çıktı ve tam o sırada yeni bir anons geldi: "Eylemci yere yat!" Eylemciler olarak birbirimize şaşkın bir halde baktık ve sonra yere uzandık. Anons devam etti: "Asker, al!" Askerler geldi ve kollarımızdan bükerek yerden kaldırdı ve o şekilde götürdü. Tatbikat bu şekilde sonlandı. Merkez Komutanı Albay konuşma yaptı: "Güzel bir tatbikattı. Hepinizi kutluyorum. Özellikle de eylemci arkadaşları kutluyorum. Çok gerçekçi yaptılar." Aynı hafta sonu söz verildiği gibi çift çarşı iznine çıktık.
[5:22] TESKERE HORONU
5.21a.png
Her teskereci gibi bizim de kutlama yapacağımız gece sonunda geldi çattı. Nihayet "vatani görev" bitiyordu. Bu zorunlu hizmet beni sarsmış ve değiştirmişti. Bana eski bir “terörist” olarak mı yoksa bir “albay yeğeni” olarak mı davranacaklarını bilemeyen ve iki arada gidip gelen astsubaylar ile yabancılık çektiğim diğer erler arasında geçen bu süreç hiç ummadığım kadar sancılı olmuştu. İçimdeki çokluğu tekleştirmek ve devindirmek için onayladığım "öteki"likler tepe taklak olmuş, Türkçü olarak girdiğim asker ocağı Türklükten soğumama yol açmıştı. Irkçılığı "sağlığın siyaseti" olarak görürken, bireyselliğimi ezen bir mekanda tüm sağlığımı, dahası varlığımı yitirecek noktaya gelmiştim.

Tanrılar tarafından cezalandırılan Sisifos'un, o büyük kayayı tekrar tekrar tepeye taşıdığı ve pes etmeyerek kendisini cezalandıranları sevindirmediği gibi, ben de güç buldukça direnmeye çalıştım. "Cesedimi burada teslim etmeyeceğim." diyordum kendime. "Hayır, kendimle birlikte taşımalıyım günlerimin ağırlığını." Oysa çevremde güreşen, gülüşen ve boyuna resim çektirerek hatıra biriktiren askerler vardı. Belki de döndüklerinde gülerek ne çok şey anlatacaklardı sevdiklerine. "Tekrar imkanım olsa yine giderim." diyeceklerdi belki, askere gelmeden önce pek çok kişiden duyduğum gibi. Belki kimileri “adam ol”duğunu düşünecekti bu yolla. Kimileri belki daha bir “erkek” olduğunu… Ben ise mutsuzluk ateşiyle erimiş, durmak istemediğim bu ortamda durdukça, sevmediğim insanlara "Emredersiniz." dedikçe ruhsal olarak aşınmış, özsaygımı tüketmiştim. Bir “asker” olmayı başaramamıştım. İmkan da tanınmamıştı. Ben bir zorunlu bulaşıkçıydım; zorunlu paspasçı, zorunlu hizmetçi.

Acaba üniversite mezunu bir asteğmen olarak gelseydim bu ocağa, yine böyle mi olurdu? Yine böyle mi hissederdim aynı mekanizma ve aynı mekan için? Büyük ihtimal sonuç farklı olurdu. Muhtemelen ben de gün içinde emir vermenin keyfini yaşar, üstlerimle saygı çerçevesinde günlük işlerimi halleder, akşam da evime dönüp televizyonun karşısına geçerdim ve askerlik anılarım bu kadar karanlık olmazdı.

Yeni karargah komutanı, Trabzonlu yüzbaşı beni yanına çağırdı.
"Sen niye oynamıyorsun? Hadi bakalım, sen de horona dur."
"Emredersiniz komutanım." 
bottom of page