top of page

Bölüm 4

[4:1] ÖZGÜRLÜĞÜN İLK SAATLERİ

çatal bıçak.png
Annem ve babam beni askerlik şubesinden teslim aldıktan sonra birlikte İstanbul'a doğru yola çıktık. Yol üzerinde annemin ziyarete geliş gidişleri sırasında gözüne çarpan bir restoran varmış; orada mola verip birlikte yemek yedik. Üç yıldan fazladır görmediğim çatal ve bıçağı elime alıp yemeğimi yerken, annem de meğer usulca beni izliyormuş.

Daha beş aylıkken mama sandalyeme beni oturtur, önüme servis yapar ve beni kaşıkla yemek yerken izlermiş. Sekiz aylıkken çatal kullanarak yemeğimi kendim yiyor, misafirlerin şaşkın bakışları arasında köpüklü bezle sık sık ağzımı siliyormuşum. Bıçak kullanmaya tam olarak ne zaman başladığım bilinmiyor ancak, çatal bıçak kullanarak yemek yemek benim için kendimi bildim bileli çok doğal bir şeydi. Elle yenmesi "icap eden" tavuk ve balığı bile çatal ve bıçak ile yiyor, bu masa başı cerrahlık oyunundan keyif alıyordum. Cezaevinde yalnızca kaşığımız vardı ve ben özgürlüğümün ilk saatlerinde eski yemek yeme alışkanlığıma geri dönmenin tadını çıkarıyordum.

Kartal'a vardığımızda dedem, babaannem ve halam beni bekliyordu. Coşkulu bir karşılama oldu. Herkes çok mutluydu. Sanki sınırsız bir açık görüşteydik, ama birbirimize ne söyleyeceğimizi bilemiyor, yüzümüzden düşmeyen bir gülümsemeyle, oturduğumuz yerden karşılıklı birbirimizi seyrediyorduk.

[4:2] MİLLİYETÇİ FAALİYETLER

milliyetçi faaliyetler.png
Yıllar sonra özel tim tarafından gözaltına alındığım Pendik’teki eve döndüğümde, vakit kaybetmeden balkona bir Türk bayrağı astım. Eve gelen misafirler sık sık, "Bayram mı bugün? Niye Türk bayrağı asılı?" diye soruyordu. "Ülke İslamcılar ve Kürtçüler tarafından ele geçirilmeye çalışılıyor! Ben bu bayrağı ülkeme sahip çıktığımı göstermek için asıyorum." diyerek cevap veriyordum.

Bir gün bir duyuruyu değerlendirip Türk Ocağı'nın Pendik'teki bir konferansına katıldım. Bir başka gün aynı semtin Ülkü Ocakları'na çat kapı ziyarette bulundum. İzmir’de kurulan Türkçü Toplumcu Budun Derneği de dikkatimi oldukça çekmişti. “Türkün bedeninde Arap ruhuna karşı” harekete geçmişlerdi ve Türkçü düşünceyi Şamanist bir zemine oturtmaya çalışıyorlardı. İstanbul sorumlularından biriyle temasa geçtim ve Şişli’de bir tanışma buluşmamız oldu.

İnternet araştırmalarımın beni Nihal Atsız'a ulaştırması da çok sürmedi. Atsız 1905 Kadıköy doğumluydu ve Türkçü düşüncenin en ünlü simasıydı. Nazi Almanyası'nın yenileceğinin anlaşıldığı vakit ırkçılıktan yargılanmıştı. Günlerim bir noktada, ağırlıklı olarak onun makalelerini ve şiirlerini okuyarak geçmeye başladı. Henüz o dönemde sosyal medya bugünkü gibi gelişkin değildi. Daha çok insanlar birbirleriyle düşüncelerini “forum"lar üzerinden paylaşıyordu ve ben "Atsızcı" düşüncenin merkezi olmuş bir forumda, UZAK mahlasıyla yazdığım yazılarla farkında olmadığım kadar sivrilecektim.

[4:3] SOY ARAŞTIRMALARIM

soy araştırmaları.png
Evet, Kubilay’a da yazdığım gibi, Türk olmak demek saf Türk olmayı gerektirmiyordu; ama milliyeti ele alış tarzım biyolojiye dayandığından, aile üyelerimin kökenlerini incelemeli, orada başat unsur olarak Türklüğü bulmalı ve onların Türklüğü üzerinden kendi Türklüğümü temellendirmeliydim. Bu niyetle yaşayan aile büyüklerimi sorgulamaya karar verdim. İlk durak da babamın babası oldu.

Anlattığına göre dedesi Makedonya’nın kuzeyinde, Kumanova’da bir köyün ağasıydı. Babası erken yaşta Osmanlı’nın askeri mektebine gönderilmişti ve bu kişi daha sonra Anadolu’da verdiği askeri hizmetlerden dolayı İstiklal Madalyası ile ödüllendirilecekti. Dedem ise 1980’de emekli bir subay olarak, köklerini bulmak arzusuyla Makedonya’ya gidip akrabalarını bulduğunda, onlarla Türkçe konuşamadığını anlatıyordu. Babasının Makedonya’da kalan kız kardeşlerinin soyundan geliyorlardı ve kendilerini Arnavut olarak tanımlıyorlardı. Dedem de onlarla bir tercüman aracılığıyla konuşmuş, dahası Makedonya’da geçirdiği süre içinde Arnavutça öğrenmeye başlamıştı. Ona, “Ne yani biz Arnavut muyuz?” diye sorduğumda, bizi kenardan dinlemekte olan emekli ilkokul öğretmeni halam gür bir sesle sorguya dahil oldu:

"Hayır Türküz! O akrabalarımız Arnavutlarla evlendikleri için çocukları Türklüklerini yitirmiş."

Sıra babaannemdeydi. Sorgu koltuğuna oturup anlatmaya başladığında dedeme yaptığım gibi, elimde kağıt kalem notlar alıyor, sorular soruyordum. Hem anne hem babası Girit göçmeniydi. Kendisi de Darıca’da, bir Girit göçmenleri mahallesinde dünyaya gelmişti. Girit’te çıkan bir iç savaştan bahsediyordu. Hristiyanların aile üyelerini nasıl öldürdüğünden ve hayatta kalanların Anadolu’ya nasıl kaçtığından bahsediyordu. Bu hikayeler de ona zamanında büyükleri tarafından anlatılmıştı. Türkçeyi ancak Hanya’dan Anadolu’ya göç ettiklerinde öğrenmişlerdi. Babaannem de “Giritçe” dediği Yunancayı iyi biliyor ve akrabalarıyla karşılaştığında beni hayretler içinde bırakarak onlarla Yunanca konuşmaya başlayabiliyordu. Ona, “Yunan kökenli olmayalım?” diye şüpheyle sorduğumda yine halam imdada yetişti:

 

"Hayır olmuyoruz. Türküz biz! Onlar oraya Anadolu’dan giden Türklerdi, geri döndüler."

Üçüncü sırada annemin babası vardı. Bandırma’nın Manyas sınırında, Kuş Gölü’ne oldukça yakın bir köyde doğmuştu ve oraya çocukken yazları giderdim. Dedem için “muhacir aga” derlerdi. Ona aile tarihini sorduğumda ailesinin Bulgaristan’ın Plovdiv (eski adıyla Filibe) şehrinden göç ettiklerini anlattı. Lafı dolandırmadan sordum:

"Türk müsünüz?"

"Türküz."

Dördüncü sırada anneannem vardı. 60 yaşında kalp krizi geçirerek vefat ettiğinden, onunla aile tarihi üzerine sohbet etmem mümkün değildi; ama çocukluğumdan itibaren en çok da onun aile tarihi üzerine bilgilendirilmiştim. Anneannem sağ iken beni doğup büyüdüğü konağı gezdirmeye götürmüştü. Dedesi Tuzla’nın Aydınlı köyünün ağasıydı. Un tüccarlığından büyük servet edinmiş ve Kartal, Pendik, Tuzla’da büyük topraklar toplamıştı. Anneannemin anne tarafı ise Sultanahmetliydi. Osmanlı darphanesinin baş kimyageri anneannemin dedesiydi ve anneannemin annesi, anlattıklarına göre Osmanlı’nın ilk kız voleybol takımının oyuncularındandı. Anneannemin de gençliğinde tango yaptığı söyleniyordu. İçkiye ve kumara düşkün aile üyelerinin renkli hikayeleri anlatılageliyordu. Tüm bu bilgiler bir araya geldiğinde, anneannem için ancak “eski İstanbullu” diyebiliyordum. Nereden ve ne zaman İstanbul’a geldikleri belli değildi. Madem ortada bir belirsizlik vardı, bunu da bir şekilde gidermek lazımdı. Ortada anneannemin Türk olmayan bir soya mensubiyetine dair somut bir kanıt olmadığına göre, o halde anneannem de bir İstanbul Türküydü!

Böylece soy araştırmalarım “başarıyla” tamamlandı. “Anlaşıldı ki” bir “Makedonya Türkü”, bir “Girit Türkü”, bir “Bulgaristan Türkü” ve bir de “İstanbul Türkü” bir araya gelmiş, beni oluşturan anne ve babamı oluşturmuşlardı. Dolayısıyla Türkçü mücadeleme gönül rahatlığıyla devam edebilirdim.

[4:4] TÜRKSOLU'NA ZİYARET

Türk Solu.png
Türksolu dergisinin bürosuna ziyarette bulunduğum gün büroda bir hareketlilik vardı. Yeni bir binaya geçmeye hazırlanıyorlardı. Yazarlardan Ali Özsoy ile kısa bir sohbetim oldu. Bana yeni dergi bürolarının açılış kokteyli için bir davetiye verdi.

Babama dergiden bahsedip açılış kokteyline davet edildiğimi söylediğimde oldukça sevindi, "O zaman hemen alışverişe çıkalım ve sana o davetiyeye uygun kıyafetler bakalım." dedi. O zamana kadar okul hariç, hiç ceket giyip bir yere gitmemiştim. Hep “kılıksız” bir vaziyette dolaşıyordum ve bunda bir sorun da görmüyordum. Ortada bir sorun varsa bu daha çok kılıklılara ait olmalıydı. Sonunda beni "adam yerine konur" giysilerle donattıktan sonra, iç huzuruyla Türksolu kokteyline gönderdi.

Yeni binada uygun saatte yerimi aldım ve insanları gözlemleyerek vakit geçirdim. Dergi yazarlarından ressam Bedri Baykam da oradaydı. Bir kız bana dergi bürosunu gezdirdi. Birkaç kattan oluşuyordu. Oldukça donanımlı bir "büro"ydu ve binayı gezdirmek sanki bir güç gösterisi gibiydi. Partileşme sürecinde olduklarından da bahsetti. 2010’a gelindiğinde öyle de olacaktı. Gökçe Fırat Çulhaoğlu'nu ise göremedim. Kimseyi tanımıyordum ve yeni insanlarla tanışmak, sohbet geliştirmek gibi bir girişimde de bulunmadım. Biraz daha gezinip etrafa baktıktan sonra, kitap standından birkaç kitap satın alıp geri döndüm.

[4:5] "NE GEREK VAR!"

ne gerek.png
Babam, eşi ve kardeşimle birlikte tatil yapmak üzere Antalya'ya, Adrasan'a gittik. Yüzmeye, doğaya hasret kalmıştım.

Kaldığımız süre içinde otel çalışanları arasından da bir arkadaş edindim. Akşamları birlikte kafa buluyor, karşılıklı iki gitarla doğaçlama yapıyorduk. O ritmi veriyordu, ben de solo bir şeyler uyduruyordum.

Sohbet siyasi konulara vardığında bana babasının eski devrimcilerden olduğunu anlattı. Ben de ona kendi devrimci geçmişimden bahsettim. Sonraki günlerde babamla sohbetlerimden birinde şöyle bir diyalog yaşandı:

 

"Biliyor musun arkadaş olduğum o otel çalışanının da babası eski devrimcilerdenmiş."

"İçerde yattığını söylemedin umarım."

"Söyledim."

"Neden söylüyorsun böyle şeyleri? Ne gerek var! Şimdi o da gidip başkalarına anlatsa insanlar bizim hakkımızda ne düşünecek?"

O vakit karnıma bir yumruk yemiş gibi oldum. Geçmişimi bir sır gibi içime hapsetmem gerekiyordu. İnsanlar hoş karşılamaz, anlayış göstermez, kim bilir hakkımızda neler düşünürlerdi? Bunu öyle "gereksiz yere" sağda solda söyleyerek ailemi utandırmamalıydım.

[4:6] (RAŞİT) DEDEMİN VEFATI 

raşit dedem.png
Anneannemin kaybından sonra sıra annemin babasına geldi. 2 Ağustos 2005 sabahında annem beni korkuyla uyandırdı:

"Oğlum uyan! Dedene sesleniyorum ama beni duymuyor, tepki vermiyor."

Koşarak yattığı odaya gittim. "Dede! Dede!" diye bağırarak vücudunu sarsmaya başladım. Yan yatmıştı ve onu ittiğimde kan oturup morarmış yüzünün diğer yarısıyla karşılaştık. Daha fazla seslenmeye gerek kalmadı. Annem gördüğü manzara karşısında dizlerini dövüp ağlamaya başladı.

Annemin babasıyla iyi birer arkadaştık. Henüz altı yaşındayken, Pendik’te beni teknesiyle balığa götürmeye başlamıştı. Zamanla Pendik’ten Tatlısu’ya aktarılan bu balık avcılığı, ben on altı yaşına gelene kadar devam etti. Elimizde olta, balık beklerken sıkıldığımızda fıkra yarışına giriyorduk. Asker olan Kemal dedemin aksine çok matrak bir adamdı. Bir fırka bittiğinde sırası gelen hemen yeni bir fıkraya başlayamıyor düşünüyorsa kaybediyordu.

Vefatının akabinde defnedilmesi için geren tüm işlemleri yürüttüm ve yıkanma işlemine nezaret ettim. Gömülme işlemi de tamamlandıktan sonra, artık kendimi biraz daha azalmış hissediyordum.

[4:7] YAKALANAN ŞİİR 

yakalanan şiir.png
Özgürlüğüme ve sevdiklerime kavuşmanın geçici coşkusu dağılırken ruh dünyamda yeniden kara bulutlar toplanmaya başladı. Günlerimi aydınlatan ışık solarken, ben içine düştüğüm karamsarlık batağının cezaevi koşullarına has olmadığını anlıyordum.

 

Kartal'da kaldığım bir günün gecesinde, saat bir iki gibi, sanırım su içmeye kalkan dedem yanan ışığımı fark edip ne yapmakta olduğumu merak etti ve odama baskın yaparak beni şiir yazarken "yakaladı". Daha yeni bir şiiri tamamlamış, başlığı hakkında düşünmekteydim; “Ol-duramayış mı yapsam, Olduramayış mı?”

Kaşları çatık, sert bir sesle sordu:

"Ne yapıyorsun? Niye uyumadın?"

"Uyuyamadım. Şiir yazıyorum."

"Ver bakayım!"

Yatağın üzerinde duran kağıdı izin almadan çekip aldı ve sanki bir yeraltı bildirisi ele geçirmiş siyasi polis gibi sesli bir şekilde okumaya başladı:

Su koyveren yalan birikintilerinde,

Kağıttan umutlar yüzdürdüm umutsuz;

Defolu beynim ve şaşı ruhumla,

Arşınlıyor düşlerim uygunsuz.

 

Derman arıyor,

   hüznüne bastığım kaldırımlarda soluklarım.

Serin rüzgarlarda eriyor,

   pırıltıya düşmüş rüyalarım.

Çözümsüz uzaklarda bilenen kavgalarım,

Çağırıyorlar da yanlarına,

Elvermiyor

   kanayan kırıklarım.

[4:8] YAZARLIK TEKLİFİ

yazarlık teklifi.png

Fikirlerimi paylaştığım Atsızcı forumun yöneticileri Ankara'da ikamet ediyordu ve işlerini haftalık toplantı yapacak kadar ciddiye alıyorlardı. Öğrendiğime göre toplantı yaptıkları yer de Ankara'da bir komutanlığın hemen karşısında bulunmaktaydı. Forumda dolaştığınızda, yöneticilerin mesajlarının satır aralarından, devletin güvenlik birimleri ile yakın irtibatlı olduklarını anlayabiliyordunuz.

 

İstanbul Beyoğlu'nda yapılacak bir panele forumun yöneticilerinden birinin de katılacağı bildirildi. Panel "ABD, Kürtler ve Ortadoğu" başlığını taşıyordu. Annemden de forumdaki yazılarıma destek görüyordum. Hatta bazen yazıyı bitirip gönderdikten hemen sonra annemi çağırıyor, "Oku bakalım beğenecek misin?" diye görüş alıyordum. Yazılarımsa çoğu kez, "Irkdaşlar..." diye başlıyordu. Forumdakiler devrimci bir komünist olarak içeride yattığımdan haberdardı. Türk olduktan ve sol hakkında genel olarak iyi düşünmedikten sonra bu durum Atsızcılar arasında hiçbir problem yaratmadığı gibi, varmış olduğum “bilinç düzeyi” açısından daha da dikkat çekiyor, takdirle karşılanıyordum. Açıkça "aşırı sağcı" bir çizgiye yönelmiş olmam da anne ve babamda endişe yaratmıyor görünüyordu. Sanırım bu onlara göre "aşırı solcu" olmamdan çok daha güvenliydi ve sık sık söylemlerime Atatürk'ten referans göstermem içlerini rahatlatıyordu.

 

Annemi de yanıma alarak Beyoğlu'na panele gittim. Toplantı sonrası forumun yöneticisiyle tanışacak, ardından da anne oğul Taksim'de gezip dolaşarak birlikte güzel bir gün geçirecektik.

Panelin bulunduğu mekana on dakika kadar önce vardık. Vardığımızda salonun önünde on beş yirmi kadar gencin Göktürk bayrağı açtığını gördüm. Önlerinde ise beyaz saçlı bir adam göze çarpıyordu. Yöneticilerden biri olan emekli albayın o olduğu belliydi. Annemle birlikte yanına gittik.

"Merhaba. Siz Dağ Bozkurdu olmalısınız. Ben forum üyelerinden biriyim. Bu da annem."

"Çok memnun oldum. Siz hangi isimle yazıyorsunuz?"

"Ben UZAK."

"UZAK! Ooo felsefeci Uzak! Hanımefendi oğlunuz grubumuz arasında çok popüler. Haftalık toplantılarımızda da adı her hafta mutlaka geçiyor."

Annem: "Hiç şaşırmam."

Tanışma faslından sonra içeri geçtik. Annemle grubun dışında, boş bulduğumuz bir yere gelişigüzel oturduk. Panelin özünde ise şu mesaj vardı: Aslında Amerika Türk askerinin Irak'a girmesini istemedi. Teskerenin çıkmaması Amerika'ya direnmek değil, aslında onun istediğini yapmaktı. Eğer Türk ordusu Saddam'a karşı savaşa katılsaydı, Kürtlerin bugün otonom bir bölgesi olmayacaktı. Dolayısıyla, Türk ordusu savaşa dahil olmak için her türlü fırsatı kullanmalıydı.

Toplantı sonrasında dışarı çıktığımızda gençlerin Türkçü bir dergi dağıttığını gördüm. Emekli albaya veda etmek için bekledik. Salondan dışarı çıktığında direkt olarak yanımıza geldi ve bana:

"Kalemin sağlam genç. Düşüncelerini de önemsiyoruz. Bak gençler bir dergi dağıtıyor. Senin de bu dergide düzenli olarak yazı yazmanı istiyoruz."

Gururlu bir şekilde anneme dönüp gülümsedim. Sonra emekli albaya dönerek, "Çok teşekkür ederim. Bu teklifiniz beni onore etti. Ben de bunu çok isterim; ancak bir sorun var. Ben birkaç haftaya askere gidiyorum. Askerlik dönüşü eğer halen bu düşüncede olursanız, seve seve derginizde görev almak isterim." dedim.

Hesaba karşı tarafın düşüncelerinin değişimini katmıştım ama, kendi düşüncelerimin değişebileceği o an hiç aklıma gelmemişti. Forumda görüşmek üzere vedalaştık ve annemle olan gezme planımızı hayata soktuk.

[4:9] DİŞLİ RAKİP

dişli rakip.png

Teyzemle şiir paylaşımlarımız, cezaevi sonrası da çok geçmeden cezaevi öncesine döndü. Buluştuğumuzda birbirimize sorduğumuz ilk sorulardan biri "Yeni şiir var mı?" oluyordu. Bu keşfedilmiş iyi bir şiir de olabilirdi, kendi yazdığımız yeni bir şiir de.

Teyzemin tiyatrocu, ressam, yazar ve çizerlerden oluşan bir çevresi vardı. Bir gün bir arkadaş grubunun teklifiyle, Taksim'de bulunan Edebiyat Kooperatifi'ne gittik. Plana göre burada bir süre şiir dinleyip, ardından da grupça yemeğe gidecektik.

Mekana vardığımızda grubun yanında sadece birkaç dakika oturabildim, çünkü hemen yan odada satranç oynamakta olan beyaz saçlı beyaz sakallı bir adam ile bir çocuk dikkatimi çekmişti. Oyunun nasıl ilerlediğini merakımdan, okunan şiirlere konsantre olamıyordum. Sonunda müsaade isteyip yanlarından ayrıldım. Ben izlemek için oyuncuların başına daha yeni dikilmiştim ki oyunları bitti.

Taşları toplarken adam,

"Sen biliyor musun oynamayı?"

"Biliyorum."

"Oynayalım mı?"

"Olur."

Siyahlar benim önümdeydi. Oyuna her seferinde beyaz başladığından, siyahlar hep bir hamle geride olur ve bu da siyahlar için bir dezavantajdır.

 

Saldırgan bir oyun tarzı ile karşı hamlelerimi sıraladım. Kendimden çok emin oynuyordum. Ancak karşı tarafın geliştirdiği savunma ummadığım kadar iyi çıktı ve hiç beklemediğim bir karşı atak sonucu filimi kaybettim. O vakit baltayı taşa vurduğumu da anladım.

Ben her yeni pozisyonda durum analizi yaparken, onun benim kadar düşünmediğini, bazen de otomatik olarak oynadığını fark ediyordum. Satrancın da bir solfeji vardı. Profesyonellerin sık tekrar eden yüzlerce kombinasyonu ezberlediği olurmuş. Böylece her benzer durumda, önceden en avantajlı hamleyi bildiklerinden, hesap işine ekstra kafa yormalarına gerek kalmıyor, zamanlarının çoğunu strateji kurmaya harcayabiliyorlardı. Bense tamamen sezgisel oynuyordum.

Oyun başında kaybettiğim filin eksikliği, oyun ilerleyip de taş değişmelerle ortalık açıldıkça beni daha da zora soktu. Bir süre sonra orta yaşlı bir adam yanımıza geldi.

"Nurettin Bey, anlaşılan rakip dişli çıktı. Kenardan izliyorum da, kırk dakika oldu hala yenemediniz!"

"Evet, fena değil."

 

Bu konuşmanın üzerinden on ya da on beş dakika kadar sonra artık daha fazla direnecek gücüm kalmadı ve mat oldum.

"Bir kez daha oynayalım mı?"

"Evet! Ancak bu sefer beyazları vermem!"

"Tamam tamam, beyazlar senin olsun."

Hemen yan salonda teyzem ve arkadaşları varmış, şiir okuyorlarmış, şiir dinliyorlarmış, şiir paylaşımı için gelmişiz vs. hiç umurumda değildi. Sonuçta satrançta tanımadığım biri beni yenmişti ve benim için en önemli şey, rövanş için bir şans verilmiş olmasıydı.

İkinci oyunda savunma ağırlıklı bir oyun kurdum. Saldırılarım dahi savunmamı destekler mahiyetteydi. Sanırım oyunun kırk-ellinci dakikalarıydı, teyzem yanıma gelip, "İçerde oyununuzun bitmesini bekliyoruz." dedi. Oyun bir yarım saat daha sürdü ve yaklaşık olarak bir saat on beşinci dakikada rakibimde yalnızca şah ve at, bende yalnızca şah ve fil kalmıştı. İki tarafın da birbirini mat edemeyeceği bir güç dengesiydi bu ve "beraberlik" anlamına geliyordu.

Nurettin Bey, "Bir daha oynayalım mı?" diye sorduğunda, teyzem ve arkadaşlarının beklediğini hatırlattım. Biz konuşmaya başlayınca oyunun bittiğini anlayan ekip soluğu bulunduğumuz yerde aldı. Nurettin Bey ise bana peş peşe adımı, nerde oturduğumu, ne işle meşgul olduğumu soruyordu.

"Ben burada satranç dersi veriyorum. Seni özel öğrencim yapmak istiyorum eğer sen de istersen."

"Çok teşekkür ederim. Ben elbette kendimi geliştirmeyi çok isterim. Sizin öğrenciniz olmayı da seve seve kabul ederim ancak yakında askere gideceğim. Bu nedenle elim kolum bağlı."

Müsaade istedik. Grup olarak dışarı çıkmaktaydık ki biri sordu:

"Ee kaç sıfır yenildin?"

"Birinci oyunda yenildim; ikinci oyunda berabere kaldık."

"Berabere mi kaldın?! Sen kiminle berabere kaldığının farkında mısın?"

"Evet, Nurettin Bey ile! Satranç öğretmeni herhalde."

"Nurettin Hiçyılmaz Milliyet gazetesinin Pazar ekinde satranç köşesi olan biri. Bireysel olarak uluslararası müsabakalara katılıyor."

"Öyle mi? İyiymiş."

[4:10] ASKERLİK ŞUBESİ

askerlik şubesi-0.png
Yirmi ikimi bitirmiştim ve artık askere gitmenin zamanıydı. İstanbul'dan uzaklaşmak, hiç bilmediğim yerlere gitmek istiyordum. Askerlik bana böylesi bir imkan veriyordu. Nereye gideceğim ise o an için hiç önemli görünmemişti.

Sabahın ilk ışıklarıyla Kartal askerlik şubesinin önünde konumlandım. Yine de sıranın bana gelmesi saatler sürdü. Daha sonra panolara asılan listelerden kendi adımı buldum. Denizci olarak tayin edilmiştim ve Hatay-İskenderun'daki Deniz Er Eğitim Alayı'na bir haftaya teslim olmam gerekiyordu.

bottom of page