Bölüm 3
[3:1] BAYRAMPAŞA CEZAEVİ
Bindirildiğim minibüs beni Bayrampaşa cezaevine getirip bıraktı. Hangi F Tipi Cezaevi'ne gönderileceğime karar verilene kadar, geçici olarak kalacağım yer burasıydı. Eski bir binaya girdiğimizde gardiyan sordu:
"Suç ne?"
"Siyasi tutukluyum."
"He, anladım. Terörist yani."
Kaydım alındıktan sonra bir odaya götürüldüm ve çırılçıplak soyunmam istendi. Sıkıntı yok. Soyundum ve birkaç saniye sonra giyinmeme müsaade ettiler. Giyindikten sonra eski, kirli duvarların, koridorların arasından geçerek pek ışık almayan bir yere geldik. İçinde bir ranza ve bir de açık tuvalet olan ufak bir hücreye yerleştirildim. Benimle birlikte hücrede aynı dava kapsamında aynı gün tutuklanan kırklı yaşlarında, pos bıyıklı bir abi vardı. Gardiyanlar gidince koridordan seslenenler oldu. Biz de kapıdan onlara seslendik. Anladım ki aynı koridora bakan bitişik odalarda başka siyasi tutuklular vardı.
Ranzanın üst katına, yastığın hemen yanına annemin montunu koydum. Kokusu hâlen üzerindeydi. Kapının altında, yere yakın bir mazgal vardı. Yemek saati geldiğinde bir köpeğe yemeğini verir gibi alttan bir kap yemek uzattılar içeri. Yemek seçme huyum yoktu. Yemeğin kalitesine de aldırış etmiyordum.
Yemek servisinden daha sıkıntılı olan şey tuvalet kullanımıydı. Minnacık odada, ranzanın hemen yanı başında bir açık alafranga tuvalet duruyordu. Bir süre ihtiyaçlarımı bekletsem de sonunda, "Kusura bakma abi!" diyip kullanıma açtım.
Günde kırk dakika "havalanma saati" diye hücremizden çıkarıp, adli mahkumların avlusuna çıkarttılar. Orada volta atmanın kurallarını ve çeşitlerini öğrendim.
Cübbeli Ahmet Hoca da o vakit oradaydı. Dokuz kadar siyasi mahkumduk. Havalanma saatimizi geçirdiğimiz bir gün adli mahkumlar çay ikram etti. Akabinde Cübbeli Ahmet Hoca da elinde çayla yanımıza geldi.
"Selamın Aleyküm gençler. Komünist misiniz siz?"
Aramızdan bir genç, "Devrimciyiz!"
"Hee, anladım. Ülkenin çok sorunu var vallahi. Ben diyorum ki herkes bir kez tutuklanmalı, gelip görmeli buraları."
Etrafında çember olduk. O konuştu, biz dinledik. Karşısındaki kişiye göre söyleyeceklerini tartarak konuşuyor, herkese bir şekilde kendini dinletmeyi beceriyor görünüyordu.
Birlikte avluya çıktığım siyasi mahkumlardan birini dışarıdan tanıyordum. Sohbet etmeye başladık. Savcının bana “15 yılla yargılanıyorsun.” dediği suçun alt sınırının on iki buçuk yıl olduğunu, ancak çok ekstra bir durum olmadığı sürece "iyi hal indirimi"yle yatarın dokuz buçuk yıla düştüğünü söylediğinde çok sevindim. Öyle sevindim ki, sevinçten uçacaktım neredeyse: "Yaşasın 12,5 yıl değil, 9,5 yıl yatacağım!!"
İlk görüş günü ziyaretime annem geldi. Bekar olduğu için soyadı benimkinden farklı diye almayı reddetmişler önce. Yarım saat dil dökmesi sonucunda araya giren jandarma, "Eh hadi alalım bari." demiş.
Böyle bir hafta kadar geçti. Bir gün bindirip bir ring aracına götürdüler. Bundan böyle yeni adresim Tekirdağ 1 Nolu F Tipi Cezaevi olacaktı.
[3:2] F TİPİ GÜNLERİMİN BAŞLANGICI
Bayrampaşa Cezaevinde de olduğu gibi, ilk durak “karantina” adı verilen bir yerdi. Beş yatağın yan yana dizili olduğu bir odada, üç kişi üç gün geçirdik. Burada “havalanma saati” yoktu. Kapı tümden açılıyor ve yemeği tabldotla bırakıp gidiyorlardı. Yemeklerin sunum tarzı da kalitesi de bariz şekilde Bayrampaşa’dan iyiydi. Temiz ve beyaz duvarlar ile yatak örtüleri dikkat çekiyordu.
Sonunda bizi karantinadan çıkardılar. Üç kişilik odamıza doğru cezaevinin içinde ilerlemeye başladık. Eski püskü, kasvetli Bayrampaşa Cezaevi'nden sonra ortam bana oldukça ferah geldi. Devrimci mücadelemin başından beri işçiler ya da köylüler için değil de, siyasi mahkumların F tipine konulmaması için mücadele etmiştim. Sıra karşı çıktığım F tipini gezmeye gelmişti. İddiaları yerinde incelemek için bu radikal bir fırsattı.
Odaya bırakıldığımızda bir köşede beyaz plastik masa, yanında üç plastik sandalye, gıdaları yerleştirebileceğimiz bir dolap ve altında da bir lavabo gördüm. Kapalı bir bölmede ise duş alma yeri ile tuvalet bulunuyordu.
Merdivenle üst kata çıktık. Üç sabitlenmiş tekli yatak ve yanlarında birer giysi dolabı vardı. Demir parmaklıklı pencerelerden dışarı baktık. Önümüzde bir havalandırma, onu bitişikteki havalandırmadan ayıran duvar ve daha da ileride karşı koridorun odalarına ait pencerelerin bir kısmını görüyorduk.
Aşağı katta bir kapı ile havalandırmaya çıktık. Kafamızı kaldırdığımızda görebildiğimiz yalnızca kendi odamızın pencereleri, duvarlar ve gökyüzüydü. Ufak bir alandı ama gündüz zamanı istediğimizde çıkabileceğimiz bir yerdi.
Yukarı katın duvarına bitişikteki odadan vurdular. Duvardan duvara bağırarak konuşmayı öğrendik. Yan havalandırmadan biri bağırdı ve birkaç saniye sonra havalandırmaya bir şey düştü. Gidip yerden aldım. Gazete ıslatılıp yuvarlanmış, plastik çöp poşetiyle kaplanmış, ardından da su bidonunun plastiğinden kesilen bir parça ile sarılıp çakmakla eritilerek bir “top” haline getirilmişti. İçinden bir mesaj çıktı. Katlanmış bir kağıt, üzerine bir poşet eritilerek kaplanmıştı. Üzerinde odamızın blok ve kapı numarası yazılıydı. Yani top adrese ulaşmıştı.
İletişim yolları sadece duvar, pencere ve top da değildi. Havalandırmadan birinin sesini duyduk.
"Telefona bakacak mısınız, telefona!"
"Ne telefonu yahu?" diye içimden geçirdim. Bir süre sesin geldiği yeri anlamaya çalışarak bekledik. "Avludaki rögar kapağını aç!" diye uyardı biri yan havalandırmadan. Havalandırmaya çıkıp yerde ortada duran plastik mazgalı kaldırıp eğilince, telefondaki sesi tekrar duyduk:
"Hoş geldiniz, hoş geldiniz."
"Hoş bulduk, hoş bulduk."
Eski yöneticilerim, birçok tanıdığım bu cezaevindeydi. Kısa zamanda geldiğimizin haberini almışlardı. Aynı gün içinde havalandırmaya birçok top düştü. Bir yanda “hoş geldin” mesajları, diğer yanda "TEM'de ne oldu? DGM'de ne oldu?" diye soran sorgu mesajları... Neyin ne olduğu anlaşıldıktan sonra da cezaevi işleyişine dair örgütsel kurallar bildirildi. Cezaevinin en küçüğü olduğumu da o gün öğrendim.
Hava kararmaya başladığında gardiyanlar (ki onlar "İnfaz Koruma Memuru" dememizi istiyordu) sayım için odaya girdiler. Önceden örgüt tarafından tembihlenmiştik. Gardiyanlar içeri girdiğinde ayağa kalkmadık. Kalkmamızı isteseler de kalmayacak ve direnecektik. Ancak gardiyanlar pek aldırış etmediler. Öğrendiğimize göre biz gelmeden önce ayağa kalkıp kalkmama konusunda epey bir mücadele verilmiş.
Bir gardiyan üst kata çıkıp kontrol ederken diğeri havalandırma kapısını kilitledi. İki diğer gardiyan da kapının yanında bekliyordu. Ardından dışarı çıkıp tekrardan odamızın demirden kapısını tangır tungur kapattılar. İlk gün böylece bitmiş oldu.
[3:3] ÖRGÜTLÜ YAŞAM
"Kurşun ata ata, mapus yata yata biter." derler, ama bizim F tipinde günlerimiz pek de böyle geçmiyordu. En azından benim dahil olduğum örgüt için bu barizdi.
Sabah örgütün belirlediği saatte kalkıyor, örgütün belirlediği spor hareketlerini sırasıyla yaparak güne başlıyorduk. Kahvaltımızı edip çayımızı içtikten sonra top trafiği başlıyordu. Havalandırmaya düşen her top da bize gelmiyordu. Bir top düştüğünde gidip üzerindeki adrese bakıyorduk. Hangi yönde hangi numaraların olduğunu bildiğimizden, ilgili bir sonraki durağa sesleniyorduk:
"Geliyooooor!"
"Gelsiiiiiin!"
Bazen topun havalandırmaya düşmeyip çatıya takıldığı oluyordu. İşte bu sıkıntıydı. Böyle zamanlarda elimizde ipe bağlı uzunlamasına sardığımız bir gazeteyi topu düşürene kadar çatıya atıp çekmemiz gerekiyordu. Çatıya çarpıp çıkardığı sesten, çatının neresinde olduğunu tahmin etmeye çalışıyorduk. Şansımız varsa çabuk düşüyordu. Ama çatının neresine düştüğünü kestiremediğimiz ve bazen de topun çatının gerilerinde bir yerde takıldığı zamanlar oluyordu. İki saat boyunca topu düşürmek için uğraştığımız zamanları hatırlıyorum.
Herkesin ortak faaliyetler dışında, bir de uzmanlık alanı vardı. Yazısı güzel olan hapishane dergilerini yazarak çoğaltmasını yapıyordu. Çizim yeteneği olanlar karikatür çiziyor ya da kartpostal hazırlıyordu. Kimileri dergilere şiir, kimileri de teorik yazılar yazıyordu. Benim çizimin fena değildi ve önce kartpostal hazırlayan gruba dahil edildim. Bir süre sonra mesajlaşmalara eklediğim karikatürlerin beğenilmesi üzerine karikatürist gruba transfer edildim. Bu gün boyu aynı şeyi tekrar tekrar çizmekten daha iyi bir işti.
Süt kutusunun iç kısmı parlak bir kağıttır. Onu hazırladığımız dergilerin dış kapağı yapıyorduk. Diğer sayfalar da bu kapağın içine dikiliyordu. Dergi ve kitaplar da ufak mesajlar gibi hava trafiğiyle dolaşıyordu. Bu tip büyük kargolar için daha büyük silindirik toplar hazırlıyorduk. İzinsiz akan bu trafiği gardiyanlar ellerinden geldiğince kesintiye uğratmaya çalışıyordu. Ama kolay iş değildi.
Başlarda su sürekli akmıyordu. O nedenle su geldiğinde hemen koşup su bidonlarını dolduruyorduk. Sıcak suyun ise bloktan bloğa değişen günleri vardı.
Cezaevi koridorlardan ve odalardan ibaret de değildi. Berber vardı mesela. Ama örgütsel tavır sergileyerek gitmiyorduk. Kapalı spor salonunun olduğunu duymuştum. Açık hava futbol sahası da varmış dediklerine bakılırsa. Onlara da örgütsel tavır sergileyerek gitmiyorduk. Kütüphane... Gitmiyorduk. Resim atölyesi, bakır atölyesi, ağaç işleri atölyesi, çini atölyesi... Onlara da gitmiyorduk. Gitseydik nasıl "ağır tecrit koşullarında" olduğumuzu iddia edebilirdik?
Kantinde evvelden makas satılırmış. Sonrasında yönetim makas satışını bizim berberliğimizi ve bol miktarda kırtasiye üretimimizi engellemek için kaldırmış. Tıraş olacağımızı bildirdiğimizde örgüt bize havadan kör bir makas gönderiyordu. Bir süre geçince hepten kesmez oldular.
Bazı akşamlar "türkü gecesi"ydi. İkinci kata çıkıyor, pencere başında yoldaşların şarkılarını dinliyorduk. Sesin iyiymiş kötüymüş bu önemli değildi. Önemli olan katılmaktı. Er geç sıra bize gelirdi. Şarkıyı bağıra bağıra söyleyip bitirdiğimizde alkış başlıyor, çok uzaklardan, "Aağğzzııınaaa saağğlııık!" diye birilerinin tebrik ettiğini duyuyorduk. Güzeldi.
Günler hep bir yoğun tempo içinde geçiyordu, öyle ki bazen gün sonuna işleri yetiştiremediğimiz oluyordu. Derdimizi tasamızı günlük meşguliyet içinde unutuyorduk.
[3:4] DIŞARIYLA İLETİŞİM
Tutuklanmamın ardından bütün ailem seferber oldu. Dargınlıklar unutuldu, yaralar sarılmaya başlandı. Annem, halam, teyzem, hatta dedemle birlikte amcam dahi sırayla görüşmeye geldi. Zaten başkasına da izin vermiyorlardı.
Her koridorun görüş günü de ayrı oluyordu. Günü ve saati geldiğinde gardiyanlar ziyaretçisi gelen kişileri kapı önünde bir üst aramasından geçirip görüş mahalline götürüyorlardı. Ses geçirmez bir camın ayırdığı görüş kabininde, duvara asılı bir telefon aracılığıyla bir saatlik görüşme gerçekleştiriyorduk.
Babamla görüşmelerim daha rahat geçiyordu. Avukatım olması nedeniyle her seferinde açık görüş yapıyorduk ve belirli bir zaman sınırlaması da yoktu. Kopukluk yaşayan ilişkimiz bu koşullarda tekrardan güçlendi.
Dışarıya mektup yazmak ve dışarıdan mektup almak da bazen görüş kadar zevkli oluyordu. Ne yazık ki çocukluk arkadaşlarım da dahil pek çok arkadaşım, anasından babasından aldığı uyarı doğrultusunda bana bir tane bile mektup yazmadı. Benimle arkadaşlıklarını devam ettirmelerinin sicillerine işleyeceğini düşünmüşlerdi. Onları suçlayamam; ama insan yine de buruluyor.
Dedem ise ziyaretlerime gelirken her seferinde girişte sivil kimliğini değil, askeri kimliğini çıkarıp gösteriyormuş. Annem bir gün kendisine neden sivil kimliğini göstermediğini sorduğunda anneme, "Çünkü ben bir askerim ve torunumdan utanmıyorum! Bunu göstermek için askeri kimliğimi gösteriyorum." demiş. Bana da bir mektubunda askeri kimliğinin fotokopisini gönderdi. "Sakla bunu. Lazım olur belki." diye de not ediyordu mektubunda.
Dedem her ne kadar mücadelemin kısmen şahidi olsa da, terör suçuyla yargılanmamı kabullenemiyordu. Bunun için de kendince haklı sebepleri vardı. Tutukluluğumun başlarında yazdığı bir mektup şöyleydi:
“Cancağızım,
Sevgili, kıymetli TORUNUM
Berk'ciğim;
Seni ziyaret ettiğimiz günün ertesinden, yazmak istedim sana. Çeşitli nedenlerle, annenin ziyaretini beklemek, yeni görüşmüş olmamız, en doğrusu ise ihmalkarlık... Gerçekleştiremedim arzumu. Hoşgör. HOŞGÖR deyimi de böylece suistimal edilmiş oluyor galiba.
Annen ziyaretinden dönüşünün ertesi günü telefonla aradı. Allah razı olsun. Bilgi verdi görüşü ve konuşmalarınız hakkında. Bedenen ve ruhen sağlıklı olduğun hakkındaki bilgileri sevindirdi. Tutukluluğunun uzun sürebileceği olasılığı üzüntümüzü arttırdı. Ben gene de umutluyum Eylül ayına ertelenmiş olan duruşmadan aklanarak çıkacağına ve tüm AİLE'ce ferahlayacağımıza. Beni bu düşünce ve umuda yönelten nedenleri şöyle özetleyebilirim.
- Dedenin babası İSTİKLAL MADALYASI sahibi. Madalyanın BERATI'da şöyle yazıyor: "... Dersaadetten firaren Anadolu'ya gelmiş elyevm Müdafai Milliye emrinde... müstahdem olduğu tasdik olunur."
- Deden, yani ben, biliyorsun meslek hayatım boyunca başarılı oldum, çeşitli takdir belgeleri aldım.
- Baban, iki fakülteden diplomalı, Suvari olarak (Kaptan) çeşitli gemilerle dünyayı dolaştı, bayrağımızı iftiharla dalgalandırdı okyanuslarda. Avukat olarak da bugün tanınmış ve aranan bir kişi Hukuk camiasında.
- Amcan başarılı bir subay olarak çeşitli ödüller aldı, dış ülkelerde görev alarak liyakatla temsil etti ülkemizi. (Ürdün'den yeni döndü.)
- Halan da meslek hayatı boyunca (öğretmenlikte) her yıl başarı ödülü aldı ve son olarak da bir yıl (erken terfi) ile ödüllendirildi.
- Sait deden (Babaannenin babası) Dz. Subayı olarak yıllarca donanma ile dünya denizlerinde bayrak dolaştırdı.
- Ve de sen öğrencilik yıllarında devamlı başarılı oldun, değişik dallarda örnek oldun, takdir belgeleri aldın.
Sonuç olarak; senin DGM'lik bir suçun sanığı olman şaşırtıcı ve inanılması güç bir olay, haksız bir isnad. ADALET ER GEÇ LEHİNE TECELLİ EDECEKTİR.Annenin ifadesine göre bizim üzüldüğümüze üzülüyormuşsun. Yersiz ve anlamsız bir üzüntü. ZİL ÇALIP OYNAYALIM MI?
Yarın babaannenle Yalova'ya gidiyoruz. Oradan da yazarız. Bazı meyvelere yetişemedin, bazıları da geçecek sen gelinceye dek. Ama biliyorsun bahçemizde her mevsimin ürünü var, bazılarını birlikte hasad edeceğiz inşaallah. Şimdilik bu kadar.Özlemle en iyi dileklerle kucaklar, gözlerinden yanaklarından öperim. Kader arkadaşlarına da en iyi dileklerle selamlar.”
[3:5] MAHKEME GÜNLERİ
Mahkemeye gitmek üzere ring aracı denilen cezaevi araçlarına kelepçelenip bindirilene kadar her seferinde arbede çıkıyordu. X-ray kapısından geçmeden önce gardiyanlar kontrol için ayakkabımızı çıkarmamızı istiyordu. Biz de "X-ray'den geçiyoruz, daha ayakkabı çıkartmanın alemi ne? Keyfi uygulama yapıyorsunuz." diyerek ayakkabımızı çıkarmayı reddediyorduk. Ayakkabımızı çıkarmamız ikinci kez istendiğinde ve reddettiğimizde curcuna başlıyordu ve birkaç gardiyan tarafından devrilip ayakkabılarımız zorla çıkarılıyordu. Bu sırada slogan atıyor, X-ray'dan geçtikten sonra da bu sefer ayakkabıları giymeyi reddediyorduk. Mahkemeye elimizde ayakkabılarla, çoraplara basarak gidip geliyor, ayakkabıları ayağında biri görürsek pek iyi gözle bakmıyorduk.
Çoğunluğu üniversitelilerden oluşan, otuzdan fazla sanıklı bir davaydı bizimkisi. İki kişi "canlı bomba" olma iddiasıyla yargılanıyordu. Hürriyet davayı "Canlı bombalar polisi suçladı." başlığıyla verdi. Benim de adım dava sanıklarından biri olarak haber içeriğinde geçiyordu. Yargılandığımız 6 Nolu DGM'nin hakimi ise Susurluk Davası'nın da hakimi olan Metin Çetinbaş'tı ve yıllar sonra hakimliği bırakarak Ergenekon davası sanıklarının avukatına dönüşecekti.
[3:6] ÖRGÜT İÇİ ANKET
Bir gün oda oda dolaşan bir anket önüme geldi. Defter olarak hazırlanan ankette, herkesin cevap yazması için kişiye özel bir boş sayfa bırakılmıştı. Böylece yazdıklarımız defterin dolaştığı diğer odalarda da okunabiliyordu. Sorular şöyleydi:
"Milliyetiniz nedir?"
"İnancınız nedir?"
"Devrimci bir kültür olan Alevilik inancına bakış açınız nedir?"
Dinim olmadığı için din sorusunu tire çekerek cevapladım. Milliyetimin Türk olduğu inancındaydım ancak bir komünist olarak milli aidiyeti reddediyordum. Milliyet sorusunu da tire çekerek cevapladım. Son soru biraz canımı sıktı. Canımı sıkan, Alevilik hakkında görüşümün sorulması değil, "doğru cevabı” içinde olan bir soru olmasıydı. Ancak yine de ilk kez bu konuda düşüncelerimi ifade edebilme olanağı bulmuştum. Aşağı yukarı yazdıklarım şu şekildeydi:
"Din halkın afyonudur. Biz Marksist-Leninistler bunu böyle biliriz. Bir dini düşünce, diğerlerinin arasında ne kadar ileri gözükürse gözüksün, o geridir. Bizler iktidar mücadelemizi zafere ulaştırdığımızda, gerçekleştireceğimiz kültür devrimiyle, Alevilik de dahil, tüm hurafeleri halkın zihninden söküp atacağız. Bu görüşümü net bir şekilde bildiriyorum. Bunun yanı sıra, eğer teolojik olarak gerçekten devrimci bir inanç aranıyorsa, bu pekala Satanizm olabilir, Alevilik değil. İnsanlara neyi yapıp neyi yapmayacağını dikte eden; kendisine itaat etmeyenlere zulmeden bir Tanrı'ya direnen bir melek varsa, ve birileri o meleğin arkasından, Tanrı'nın gazabından kaçamayacaklarını bile bile gidiyorsa, Satanistler teolojik devrimciler değildir de nedir?"
Kolayca tahmin edilebileceği üzere, bu yorumum örgütü iyi çalkaladı. Tüm odaları dolaştıktan sonra, ek bir defterle birlikte top yine bizim sahamızdaydı. Bir ateist olarak Aleviliği “geri” ilan etmemden ziyade, Aleviliği düşünsel olarak Satanizm kadar “devrimci” bulmamam birçoğuna saç baş yoldurtmuştu. "Nasıl olur da, bu topraklarda binlerce yıllık kökleri olan, Anadolu insanının öz kültürü Aleviliği, emperyalist yoz kapitalist kültürün Satanizmi ile karşılaştırırsın?" diyordu bir yorum.
[3:7] ÇIKARCILIK TEORİSİ
Lise sonda dersi dinlemezken, aklıma gelenleri yazdığım bir defter vardı. Bir sayfa açar, kendime bir soru sorar ve mantık yürüterek cevabını arardım. Bunlardan bazıları şöyleydi:
"İnsan neden güler?"
"İnsanı mutlu eden bir şey niye mutlu eder?"
"İnsanların farklı sebeplerle üzüntülerinde ortak olan nedir?"
Derste bir köşede yazarak kendimle tartışırken, teneffüslerde de sınıf arkadaşlarımdan görüş alıyordum. İnsanların farklı farklı davranışlarının ve duygulanımlarının hepsinin bir şekilde bağlı bulunduğu bir mekanizma, bir merkezi çıkış noktası arıyordum. Sonunda bulgumu çevremdekilerle şu şekilde paylaşacaktım:
"İnsan her ne yaparsa kendisi için yapar. Sevinçler, hüzünler, öfkeler ve diğer duygular, hepsi bizim dışımızdaki dünyadan beklentilerimizi karşılayıp karşılayamamamızla alakalı. Çıkar dünyasında çıkarı peşinde koşuşan çıkarcılarız. Her şeyi kendimize olan etkisi ile hesaplıyoruz. Ama çıkar da iki türlü: maddi çıkarlar ve manevi çıkarlar. Birinci türün peşindekilere ‘ahlaksız’, ikinci türün peşindekilere ‘erdemli’ diyoruz. Oysa kimin hangisinin peşinden gittiği yalnızca bir anlamlandırma meselesi.”
Bu düşünce o vakit içimde bir “aydınlanma” hissine yol açmıştı. Ancak çıkarımlarımı sanki kuma yazmıştım ve ilk dalgada silinip gidecekti. Yargımın peşinden gitmeyecek, ahlak felsefesinde bencilliğin, ben-merkezciliğin filozoflarını aramaya koyulmayacaktım; zira bu ana gündemimden bir sapma olurdu.
Üç kişilik bir odaya ilk yerleştirildiğimde, oda arkadaşlarımdan biri MLKP’liydi. Kısa zamanda bağlantılarını kurarak odadan ilk o ayrıldı. Yanımdaki diğer kişi Bayrampaşa’dayken bana ne kadar yatacağımı hesaplayan kişiydi. O da bir süre sonra dışardayken daha yakın olduğu, kendine yaşça daha yakın insanların yanına geçti. Üçlü odada tek kaldığımda Fikret adında, örgütün abilerinden biri beni kendi yanına aldırttı. Benimle birlikte aynı davada, “canlı bomba olmaya hazırlık” suçlamasıyla yargılanan, tanımadığım bir “dava arkadaşım” da oradaydı.
Bir gün aşağı katın masası etrafında oturmuş bir yandan iş yapıp bir yandan sohbet ederken, Fikret abiye Lise 3'te çıkarcılık üzerine vardığım tezleri anlattım ve üstüne bu teori üzerinden içinde bulunduğumuz durumu analiz ettim.
“Bizler her ne kadar kendimizi ahlakın doruğunda gibi görüp, ölümün üzerine bile gururla yürüsek de, aslında kendi bencil arzularımıza hizmet ettiğimizi fark etmiyoruz. Kendimiz için iyi bir maaşın, evin, arabanın mücadelesini vermedik evet; ama kendimizi kahraman gibi görmek bizim için her şeyden daha önemliydi. Soylu davaların değil de, daha fazla malın mülkün mücadelesini verenleri 'aşağı' gördük ama şu bizim ‘sınıf mücadelesi’ dediğimiz şey ne için? Bir insanın şahsi çıkarları için mücadelesi 'kötü', ama bir sürü insanın ekonomik sınıf çıkarları için topluca mücadelesi 'iyi'. Oysa ikisi de özünde çıkarcılık!”
Fikret abinin ise yanıtı gecikmedi.
“Senin gidişatını iyi görmüyorum. Her şeyin dibine varmaya çalışıyorsun. Felsefenin içine fazla gömülme. Şu anda insanlar ölüyor. İnsanlar aç. Sürecin ihtiyacı felsefe ya da psikoloji değil. Şu anda bir savaş var. Buna göre hareket etmek lazım."
[3:8] 15 GÜNLÜK AÇLIK
1 Mayıs 2002 - Ölüm orucu direnişinin sekizinci ekibi ölüm orucuna başladı. Yeni bir ekip çıktığında ilk on beş gün onlara refakat ediliyordu. Bu süre içinde su, şeker ve limon suyundan başka bir şey tüketmeyecektik.
Yaklaşık üç dört gün kadar mide içerde debelenip durdu. Kıvrılıyor, kasılıyor, garip sesler çıkarıyor ve sonrasında susuyordu. Biz zaman sonra ne ses ne de kramp kaldı. Sanki içerde bayılıp yere yığılmıştı. O noktada açlığı midemizde değil beynimizde hissetmeye başladık. Günümüzün bir kısmı yemek tarifleriyle geçmeye başladı.
Fikret abi: "Üf şimdi bir iskender olacak, böyle üzerine sıcak tereyağını gezdirmişler."
Ben: "Ya evet, bir de düşünsene halka halka kızarmış palamut olacak."
28 Mayıs 2002 tarihinde cezaevindeki TKP/ML, MLKP, TKP(ML), TYKB, TDP, Direniş Hareketi, MLSPB ve TKP(K)'li mahkumlar ölüm orucunu sonlandırdıklarını duyurdu. DHKP-C ise ölüm orucuna devam edecekti.
[3:9] SOFİ'NİN DÜNYASI
Dışarıdayken aklımın ürettiği soru işaretleri, ilgilenilmek üzere hep daha sonraki bir zamana erteleniyordu. "Şimdi sırası değil bunları düşünmenin." diyordum kendime. Gözaltına alınıp tutuklandıktan sonra da, farklı bir koşuşturma modelinin içine monte edilmiştim. Durup sakin bir kafayla düşünmemiz sanki en arzu edilmeyen şeydi. Birlikte kalkacağız, birlikte spor yapacağız, birlikte yiyeceğiz, birlikte çalışıp, birlikte düşüneceğiz. "Ben diye bir şey yok; BİZ diye bir şey var." Bu sık sık duyduğum, temel ilkemizdi.
"BEN Sofi'nin Dünyası adlı kitabı okumak istiyorum." dedim bir gün Fikret abiye ve devam ettim, "Felsefe tarihi üzerine bir roman. Oldukça merak ediyorum." Bir süre sessiz kaldıktan sonra, "Peki bir soralım. Uygun bulunursa okursun." diye yanıt verdi. Ben devam ettim, "Dışarıdayken de okumak istemiştim ama uygun bulunmadığı için okuyamamıştım. Bu sefer öyle ya da böyle okuyacağım. Dahası, bu kitabı okurken, başka hiçbir şeyin dikkatimi dağıtmasını istemiyorum. O nedenle şu an için üstlenmiş olduğum bütün görevleri de bırakmak istiyorum."
Ok yaydan çıkmıştı. Düşünsel olarak farklı bir görüş ifade etmek suç değildi. "Hatalı" olan düşünce onarımdan, ayardan geçerdi. Sürekli eğitim çalışmalarının, forum defterlerinin dolaşımı da standarttan sapmış her tür düşüncenin tespit edilip, derhal üzerinde uğraşılarak aynılaştırılması çabasıydı. Ama "görevlerimi bırakmak istiyorum" demek, hele hele de daha önce uygun görülmemiş bir kitabı, "öyle ya da böyle" okuyacağım demek, ufak çaplı bir isyan hareketiydi ve bunun örgüt siciline işlemesi kaçınılmazdı. O gün, iki buçuk yıla yakın aktif mücadele sürecimde, ilk isyankarlığımdı. Kendime bireysel bir alan açmak istiyordum.
"Peki tamam, bunu da görüşürüz." dedi Fikret abi. O gün, karar açıklanana kadar iş yapmayı da bıraktım. Birkaç gün geçti ve Fikret abi bana, "Gel bakalım biraz havalandırmaya çıkalım, yürüyelim birlikte." dedi. Yavaş tempo voltaya başladık. "Sofi'nin Dünyası kitabını okuma talebin değerlendirildi ve karar verildi." diye açıklamasına başladığında, sessizce, pür dikkat onu dinliyordum. Devam etti, "Okuyabilirsin. İzin çıktı. Görevlerin de başkasına devredildi. Rahat rahat oku."
Kararın ertesinde ise kitabım geldi ve ben beş yüz seksen yedi sayfalık kitabı içer gibi okumaya başladım. Bir yandan da kitap bitecek diye ödüm patlıyordu.
[3:10] BAĞIMSIZLIĞA DOĞRU
Kitabı okuyup bitirdiğimde, odamdaki yoldaşlar başta olmak üzere, herkes benden aynı yolda eskisi gibi devam etmemi umuyordu. "Sofi'nin Dünyası'nı okuyacağım." diye çocuk gibi tutturmuş, sonunda da dilediğime kavuşmuştum. Artık kitap da bittiğine göre, hevesimi almış olmalıydım ve beni bekleyen işlere koyulmalıydım. Yıkılması gereken bir F tipi vardı. Yıkamasak da en azından F tipi içinde örneğin "3 kapı 3 kilit" gibi düzenlemelerle, dokuz kişilik yeni minyatür koğuşlar oluşturabilirdik.
"Ben hevesimi alamadım. Bir felsefe kitabı daha okuyacağım." dediğimde, umutlar suya düştü. "Aç parti şehitler tarihini oku!" dedi Fikret abi öfkeyle. Örgütün hoşgörüsü, taviz vermesi anlaşılan o ki işe yaramamıştı. Demek ki sesi yükseltmek, konuşmaların içeriğini sertleştirmek gerekiyordu. Kimsenin, hele hele de "böyle bir dönemde", "felsefeye gömülmek" gibi bir lüksü olamazdı. “İnsanlar ölürken, açken, süreç olanca ateşiyle kalplerimizi yangın yerine çevirmişken”, benim felsefeyle uğraşmam, en hafif tabiriyle "aymazlık" ya da "vurdumduymazlık" olabilirdi.
Ben ise savunma konumundaydım. İçinden çıktığım sosyolojik kalıptan beni farklılaştırarak devrimci saflara katılmamı sağlayanın tam da bu felsefi düşünüm süreci olduğunu, "sürecin ihtiyaçlarını” tek ölçüt olarak kabul edip sorularımın peşinden gitmeyi daha fazla ertelemem halinde ancak köreleceğimi ve basitleşeceğimi hissettiğimi söyledim. Ancak "derinlere dalarak" sorularıma cevaplar bulabilirsem, içimdeki kor ateşin körüklenerek güçlü kalacağını söylüyordum. Ama karşı tarafın içinde bulunduğu psikolojik atmosfer ile benimki çok farklıydı. Sonunda bir karar verdim:
"Ben tek kişilik odalara geçmek için dilekçe vereceğim!"
Bu neredeyse "Ben ayrılıyorum." ya da "Ben bırakıyorum." demek gibi bir şeydi. Sadece yönetici ve diğer üyelerle araya set çekmek değil, başından itibaren F tiplerine karşı kampanyanın ruhuyla taban tabana zıt bir hamleydi. Her koridorda üç oda varken ve gündüzleri bu odaların kapılarının açılarak, aynı koridordaki dokuz mahkumun birbirlerinin odasına rahatça gidip gelebilmesinin sağlanmasına gayret edilirken, ben tek kişilik bir odaya konulmayı talep etmekten bahsediyordum.
Beni bu karardan vazgeçirmek için uğraştılarsa da, ben dilekçemi yazıp idareye verdim. Talebim kabul edilene kadar da ya havalandırmada volta atarak ya da yatağımda uzanıp tavanı seyrederek zaman geçirdim. Birlikte yemek yerken de artık eskisi gibi muhabbet ortamı yoktu. Bir nevi ilişkiler dondurulmuş ya da askıya alınmıştı.
Birkaç gün sonra gardiyanlar kapıya gelip, "Toparlan, teklilere geçiyorsun." dediler. Eşyalarım bir iki kitap, defter, kalem ve az miktarda elbiseden ibaretti. Odadan herhangi bir gerilim olmadan çıktım. Pek sıcak olmasa da vedalaştık ve ben yeni bir düzen kurma arzusuyla, eşyalarımla dolu poşeti omzuma atıp, A-Tek 8'e doğru adımlamaya başladım.
[3:11] TEKLİ ODA ve DOĞAMA DÖNÜŞ
Boyu yedi, eni üç buçuk adım olan; kapalı bir tuvalet, yatak, dolap ve bir de plastik masa sandalyeden ibaret bir odadaydım artık. Havalandırmanın boyu geldiğim üçlü odanın havalandırması ile aynı ölçüdeydi çünkü sağımdaki tekli oda ile solumdaki tekli oda da aynı havalandırmaya açılıyordu. Aslında bu da üç kişinin birbiri ile temas kurabildiği bir sistemdi; ancak her mahkumun kendine ait bir yaşam alanı vardı. Koridordan direkt havalandırmaya açılan bir kapıdan havalandırmaya giren gardiyanlar, hava kararmaya yakın bir saatte gelip odanın havalandırma kapısını kapatıyor; ertesi sabah da sayımda tekrar açıyordu. Ama henüz ne sağımdaki ne de solumdaki odada kimse vardı. Yalnız başımaydım ve bu bana büyük ilham veriyordu. Kısa bir süre sonra gardiyanlarla gün içinde karşılaşmak bile fazla gelmeye başladı. Issız bir çölde ya da bir adada yaşamak istiyordum. İçimde öylesine büyük bir kaybolma ihtiyacı vardı.
Tek çocuk olarak büyümek, içe dönük bir doğaya sahip olmak, sanki F tipi için daha baştan beni bağışık hale getirmişti. Annemin anlattığına göre küçük bir çocukken saatlerce legolarımla oynar ya da resim çizer, hiçbir arkadaşa ihtiyaç duymadan saatlerce kendimi oyalayabilirmişim. Ne zaman “sosyalleşmem için” beni dışarı çıkarıp diğer çocukların arasına soksa, anti-sosyal davranışlar sergiliyor ve kavga başlatıyormuşum.
Beni asosyal olmaktan çıkararak insanlarla arama koyduğum mesafeyi kaldırmamı sağlayan, devrimci mücadelenin ta kendisi olmuştu. "Artık ben bir devrimciyim. Arkadaşları kendim için edinmiyorum." diyerek, kimle tanışsam sohbet etmeye, bütün ilişkilere pozitif yaklaşmaya, sosyal etkinliklere katılmaya başlamıştım. Bu bana istediğim zaman pekala da sosyalleşebildiğimi göstermişti. Sosyalleşmek isteyip de sosyalleşememek değildi mesele; yalnız olmaktan hoşlanmak ve çok az insanla, az miktarda ilişkinin yeterli gelmesiydi.
Çocukluğumda kapalı alanlara girmekten de tuhaf bir keyif alıyordum. Geniş mekanlardan ziyade, basık, dar alanlar, sıkışık yapılar tuhaf bir şekilde kendimi rahat hissettiğim mekanlara dönüşüyordu. Yaşadığım evin içinde bile sık sık yastık ve çarşaflardan evler yapıyor, gün boyu içinde oturuyordum. Sekiz dokuz yaşları arasında “tankçı ya da denizaltıcı” olmak istememin de sanıyorum ki bu dar mekanlara düşkünlüğümle bir alakası vardı.
Artık daracık bir odada tek başımaydım. Tecrit içinde tecrit yaşıyordum; ve acayip mutluydum!
[3:12] KOPUŞ
Tekli odalara geçmek örgütlü yapıdan uzaklaşmış olmaktı ancak kopmuş olmak demek değildi. Dışarıdan tanıdığım bir üniversite öğrencisini benim kontrolcüm olarak tayin ettiler. En az iki günde bir bana mesaj atıyor, halimi hatırımı soruyor, nelerle uğraştığımı “merak” ediyordu. Havalandırmama yine dergiler, forum defterleri gelmeye devam etti. Bir bakıma, üyelikten sempatizanlık seviyesine gerilemiştim.
Hiç zaman kaybetmeden felsefi meraklarımın üzerine eğildim. Nietzsche'nin "Böyle Buyurdu Zerdüşt" kitabı ilk duraktı. “Yaratıcının Yolu Üstüne” başlığı altında Zerdüş bana şöyle sesleniyordu: “Yalnızlığa çekilmek mi istersin kardeşim? Kendine varan yolu aramak mı istersin? Biraz dur da beni dinle. 'Arayan kolay yiter. Her türlü yalnızlık suçtur.' Böyle der sürü. Ve sen sürüdendin uzun bir süre. Sürünün sesi daha sende çınlayacak."
Kantini kullanmaya başladım. Bir de kendime ufak bir radyo aldım. Bir ara sıkça bir GSM şirketinin reklamını duyuyordum. Bakkala gidip ekmek, peynir ve bir de falanca sim kartın kontörünü almak üzerineydi. Belki de faturalı hatlardan sonra kontörlü hatların yeni yeni yaygınlaştığı zamanlardı.
Havalandırmaya bir top düştü. İçinde yeni bir forumun defteri vardı. Soru bu sefer şuydu: "Bedel ödemekten ne anlıyorsunuz?"
Oraya ne yazmamın istendiğini gayet iyi biliyordum. Ama istenilen cevabı yazmak yerine, "Bakkala gidersin; ekmek, peynir, bir de falanca karttan alırsın; ardından da çıkarıp parasını verirsin. İşte bu bedel ödemenin bir örneğidir." yazdım, gönderdim.
Saatler sonra hiç tanımadığım birisinden epey ağır bir azar mektubu geldi. "İnsanlarımız gün gün ölürken, süreç bize olanca yakıcılığıyla ağır bedeller ödetirken, senin bedel ödemekten anladığın basit bir ticari işlem mi?" ve ardından birkaç hakaret!
Bunun üzerine yeni bir mesaj yazıp gönderdim:
"Şimdi ben size bir soru sorayım. Siz bu defterleri, gerçekten neyi nasıl anladığımızı merak ettiğiniz için mi gönderiyorsunuz, yoksa düşünmemiz zorunlu olan şeyi, en güzel kim ifade edecek, en güzel kompozisyonu kim yazacak öğrenmek için mi gönderiyorsunuz?"
Bir cevap gelmedi. Dahası kontrolcüm de halimi hatırımı sormayı bıraktı. İşte bu kopuştu.
[3:13] SESSİZLİK
Benim çapkın eski yöneticim, tutuklanıp Tekirdağ 1 Nolu F Tipi'ne benden önce getirilmişti. Örgütten dövülerek atıldığı gün olduğu gibi, aynı cezaevine geldiğimde de onu hakkımda polise ayrıntılı bir ifade vermesinden ötürü yargılamadım. Ondan direnmesini beklemiyordum. Benim için şaşırtıcı olan, cezaevine geldikten sonra örgütle arayı tekrar düzeltmiş görünmesiydi.
Ben teklilere geçtikten sonraki ilk mahkeme gidişi, x-ray cihazından geçiş sonrasında, onu ve beni ring araçlarına bindirene kadar aynı odaya koydular. Bomboş odada sadece ikimiz vardık ve yaklaşık on dakika kadar karşılıklı sustuk. Aslında o kadar söylenebilecek şey vardı ki, belki de bundandı susmak. Şimdi o "çemberin içinde"ydi, ben ise dışında. Dava dosyasında benim yöneticim olarak gözüküyordu, ama o gün o tahliye edilecek, bense onun altı olarak, yıllarca tutuklu yargılanmak üzere cezaevine geri gönderilecektim.
[3:14] BÜTÜN DEĞERLERİ DEĞİŞTİRİŞ DENEMESİ
Peş peşe okuduğum Nietzsche kitaplarından "Güç İstenci" adını taşıyan kitabın, bir de alt başlığı vardı: "Bütün Değerleri Değiştiriş Denemesi". Nietzsche "çekiçle yaptığı" felsefesiyle beni değiştiriyor, ufacık odam, onun yol göstericiliğinde bir kozaya dönüşüyordu.
Daha önce hiç kimsenin bu kadar çok kitabını okumamıştım. Artık günlerim Nietzsche ile başlayıp Nietzsche ile bitiyordu. Odamda kitabını okuyor; defterime kitabı üzerine yazılar yazıyor; havalandırmada volta atarken yine onun felsefesi üzerine düşünüyordum. Zerdüşt'ün bir talebesiydim artık.
Lise 3'te insanların motivasyonunu “maddi ve manevi çıkarlar” olarak ikiye bölüp kendime açıklarken, şimdi Nietzsche bana bu ikisinin aslında tek bir şeye yöneldiğini söylüyordu: "Güç istenci”. Böylelikle Nietzsche’nin de desteğiyle, "özgecilik" ya da "diğerkamlık" denen, "kendini düşünmeyip başkasını düşünme" ya da "başkasının iyiliği için çabalama" anlamına gelen ahlaki edimin sahteliğine daha da bir emin oluyordum. "Kutsal bir şey" için kendini feda etme dahi, zamanın varlığı parçalayan yapısına karşı, (“tarihe geçerek”) bir "ölümsüzleşme" denemesiydi. “Hayırsever”lerde de bir gurur, bir kibir görmeye başlamıştım. “Veren el, alan elden üstün”dü.
Nietzsche'den öğrendiğim ikinci büyük şey, güç istenciyle yakından ilişkili olan “efendi ahlakı” ile “köle ahlakı” ayrımı oldu. Güçlü insanların “iyi insan”dan anladıkları ile güçsüz insanların “iyi insan”dan anladıkları birbirinden çok farklıydı. Değer yargıları “köle ahlakı”nca belirlenmiş insanlara göre “iyi insan” zararsız, sempatik, yumuşak başlı, alçakgönüllü, içi dışı bir insanken, “efendi ahlakı” tarafından tanımlanan “iyi insan” güçlü, sert, buyurgan, soylu ve gururluydu. "İnsanca, Pek İnsanca" kitabının 45. bölümünde bunu şöyle örnekliyordu Nietzsche: "Homeros'ta hem Troyalılar hem de Yunanlar iyidir. Kötü olarak değerlendirilen kişi, bize zarar veren kişi değil, daha ziyade alçak olan kişidir."
Yine Nietzsche'ye göre köle ahlakının günümüzün hakim ahlakı haline gelmesi, kölelerin efendilere karşı ayaklanması, isyan etmesiyle mümkün olmuştu. Bu ayaklanmalar dini ayaklanmalardı. Yahudilik, İbrani kölelerin arzularını ifade ediyordu ve İsa bir İbrani olarak, Yahudi kültürünü reforme ediyor, köle ahlakını evrensel bir boyuta taşıyordu.
Modern çağa gelindiğindeyse, sosyalizmin ahlaki boyutu, sekülerleşmiş bir köle ahlakından başka bir şey değildi. Sosyalizmin “insanın doğası”ndan anladığı bizatihi köle tabiatlı insanın doğasıydı. Sosyalistler "İnsan özünde iyidir ancak onu bencil, saldırgan, kurnaz hale getiren 'sistem'dir." diyordu. Oysa Nietzsche’ye göre doğuştan rekabetçi, saldırgan, bencil bir doğaya sahip insanlar ‘sistem’ tarafından baskılanarak evcilleştirilmekteydi. Özgürce dışarı çıkamayan saldırganlık ve bastırılmış cinsellik uygar toplumda kişinin kendisine uyguladığı şiddete dönüşmüş, kötümserlik, melankoli ve başka türde hayatı olumsuzlayan duygu ve düşünce durumlarına yol açmıştı.
Nietzsche felsefesinin dikkat çeken bir diğer unsuru da "üstinsan"ı var etmeyi, tarihin insanlara verdiği bir görev olarak değerlendirmesiydi. Dünyanın görüp görebileceği en üst biyolojik form, bugünkü insan formu ile mi sınırlı kalmalıydı? Hayır. Nietzsche'ye göre insan aşılmalıydı.
“Bütün varlıklar şimdiye dek kendilerinden öte bir şey yaratmışlardı: peki siz bu yükselişin inişi olmak ve insanı alt edecek yerde hayvanlara dönmek mi istiyorsunuz? İnsana göre maymun nedir? Gülünecek bir şey, ya da acı bir utanç. İnsan da tıpkı böyle olacaktır. Üstinsana göre gülünecek bir şey, ya da acı bir utanç.” (Böyle Buyurdu Zerdüşt, Zerdüşt’ün Öndeyişi)
[3:15] CHP'YE OY VERMEK
2002 Kasım seçimleri yaklaşıyordu. Kantinden televizyon almıştım ve odamda bir süredir televizyon izleyebiliyordum. Çoğunlukla izlediğim AKP ile CHP arasındaki seçim yarışıydı. Peki bana ne lazımdı? İşçi değildim, köylü değildim, memur değildim; siyasi mahkumdum, bir “terör suçlusu”. Bana yargı reformları, hukuk reformları lazımdı; bana AB üyeliğine dönük demokratikleşme paketleri lazımdı. Muhafazakar, “ılımlı İslamcı” bir partiden bu tip beklentiler pek kafama yatmıyordu. Diğer yanda CHP vardı ve Kemal Derviş de adaylar arasındaydı. Dar bir ulusalcı bakış açısından çok AB yanlısı, dışa dönük bir CHP imajı çiziyordu. Salt AB yanlılığı da değildi mesele, “ılımlı” bile olsa “İslamcı” bir partinin iktidara gelmesi fikri pek hoşuma gitmiyordu.
On dokuz yaşıma ramak kala, beni odamdan alıp ana koridordaki sandıkların olduğu yere götürdüler. Ana koridora bakan bir havalandırma penceresinde, dava arkadaşlarımdan birini koridoru keserken gördüm. Seçimlere, “burjuva demokrasisine”, elbette bir devrimci olarak karşıydılar.
CHP ambleminin altına "evet" mührünü basıp odama dönerken tekrar dava arkadaşımla göz göze geldim; gülümseyip ilerledim. Ancak seçim sonuçları açıklandığında son gülen AKP olacak, geçerli oyların %34,63'ünü alarak tek başına iktidar olacaktı.
[3:16] ORTAK ALANLAR
Örgütün kullanmayı reddettiği alanlar: kütüphane, kapalı spor salonu, açık futbol sahası, çini atölyesi, bakır atölyesi, resim atölyesi, ahşap atölyesi, sohbet alanı, berber... Artık bu alanları kullanmamak için hiçbir nedenim yoktu.
Açık futbol sahası sadece yaz ayları kullanıma açıktı. Kapalı spor salonuna ise on kişilik gruplar halinde haftada iki kez düzenli olarak çıkarılıyorduk. Bazen futbol maçı, bazen de basket maçı yapılıyordu. Çok nadiren voleybol oynandığı da oldu. Hep birlikte bir şey yapmak da zorunlu değildi. Bazen iki kişi pinpon oynarken birkaç kişi de basket oynuyor ve diğer bazı kimseler de bir kenarda volta atıp sohbet ediyordu. İyi bir sosyalleşme ve eğlence imkanı sağlıyordu spor salonu. Futbolda çok beceriksizdim. Basketbolda fena değildim. Pinponda ise iyi sayılırdım.
Bir süre sonra çini atölyesine çıkmaya başladım. Annemin profesyonel İznik çinisi çalışmaları nedeniyle fikir sahibiydim. Ancak çini atölyesini seçmemdeki asıl neden, ortamın çok iyi olduğunu duymuş olmamdı. Katılınca ortamı kendim de deneyimleyebildim. Uzun bir masa etrafında çini eğitmeni gardiyanlar ile mahkumlar iç içe oturuyor ve birlikte çay kahve içerken, nitelikli bir sohbet eşliğinde çalışıyorlardı.
Masada neredeyse her sol örgütten bir kimse vardı; ancak bunlar kararlarını örgütlere sormadan alan “bağımsızlar”dı. Bense bireyler demeyi tercih ediyordum. DHKP-C dışındaki örgütler ölüm orucunu bırakmış olsalar da, (onlar da DHKP-C gibi) ortak alanları reddedip sosyalleşmemek suretiyle, bir hapishanede olmanın maruz bıraktığı zorunlu tecrit miktarını kat ve kat arttırarak “tecrite karşı mücadele”lerine devam ediyorlardı.
Çini tabaklarında bir süre boyamacı oldum; sonra çizgici. Yine grubun en küçüğüydüm. Yıllanmış devrimcilerin anılarını dinlemeye bayılıyordum. Koğuş sisteminin olumsuz yanlarını; "Hayata Dönüş Operasyonu" sırasında üzerlerine dökülen kimyasal sıvıları, sinir bombalarını, insanların çığlık ve haykırışlarını anlatıyorlardı. Sadece devlete karşı olan mücadelelerini değil, örgüt içindeki hayal kırıklıklarını ve örgüte karşı verdikleri mücadeleleri de dinliyordum. Perdenin arka yüzüydü bu alan ve tecrübenin konuştuğu yerde, ben sessiz, iyi bir dinleyici oluyordum.
Yapılan tabaklar sergilerde, fuarlarda satışa çıkarılıyor ve her satış mahkumun hesabına para olarak dönüyordu. Parasal hiçbir yardım almayan, ailesi tarafından terk edilmiş insanlar vardı. Hesaplarında tıraş bıçağı alacak paraları dahi olmayan insanlar, farklı atölyelerde çalışmak suretiyle “kantinin” (ki aslında market denmeliydi) sunduğu çeşitli ürünlere ulaşım imkanı sağlıyorlardı.
Çini yapmaktan sıkıldığımda çini atölyesini bırakıp resim atölyesine gitmeye başladım. Dışarıdan yağlı boyalar, çeşitli tipte fırçalar, resim yapmayı öğreten kitaplar sipariş ettim. Burada da başımızda duran gardiyan, resim konusunda eğitim almış bir kişiydi. Zaten bütün gardiyanlar ya da daha olumlu bir hava ile "infaz koruma memurları”, üniversite mezunlarından seçilmişti. Biz iki-üç mahkum resim yaparken başımızdaki gardiyan da arkamızda kendi resim çalışmasıyla meşguldü. Beni Crispin Sartwell’in “Edepsizlik, Anarşi ve Gerçeklik” kitabıyla tanıştıran da, yanımda resim çizen yine bir başka “bağımsız” mahkum oldu.
Yaz gelip de açık futbol sahası kullanıma açıldığında, F tipi benim için daha da katlanılır bir hale geldi. Çoğu zaman ilk iş, çorapları çıkarıp toprakta yalın ayak yürümek oluyordu. Yer yer sahada ot bürümüş olurdu. Otların üzerine yayılıp yatardık. Gökyüzünü en geniş haliyle gördüğümüz yer de burasıydı. Soğuk duvarlardan ve demirlerden sonra açık hava, güneş ve toprak iyi gelirdi. Sonra da giyip ayakkabıları, bir o kale bir bu kale, topun peşinden koşturup kan ter içinde dolduruyorduk bize ayrılan süreyi.
Kütüphaneye çıkıyorduk haftanın iki günü. Hiç de fena kitaplar yoktu. Klasik romanlar, felsefe ansiklopedisi, psikoloji, kişisel gelişim, tarih kitapları... Ama zaten kitabı listeden seçip istediğimizde odamıza getirildiğinden, kütüphanede ayrıca oturup kitap okumanın bir anlamı yoktu. Burayı da daha çok sohbet amacıyla kullanıyorduk. Aslında spor salonunda, kütüphanede, atölyelerde, farklı farklı insanlarla o kadar fazla sohbet etme imkanı vardı ki, ayrıca sohbet etmek için sohbet alanına gitmeye ihtiyaç duymuyordum. Ama o hakkını kullanan insanlar da vardı.
Bir gün cezaevi idaresine bir dilekçe yazdım ve hesabımdan para çekilerek üç-dört satranç takımı alınmasını ve bağış olarak kütüphaneye bırakılmasını talep ettim. Bir sonraki kütüphane günü kütüphanede dört takım satranç takımı buldum. Üstelik parama da dokunulmamış olduğunu öğrendim. Böylece kütüphanede satranç müsabakaları başladı. Gayrı-ciddi oynadığım zamanlarda yenildiğim oluyordu, ama yine de üstünlük bendeydi. Rakibim biraz avantajlı konuma geçse, kütüphanedeki diğerlerine sesleniyordu: "Gelin gelin, yeniyorum."
Daha sonra idareye bir başka dilekçe yazdım ve ailemin getireceği volkmenin (odada bulundurulmasına izin verilmiyordu) kütüphanede özel bir yere konulmasını, İngilizce ders kitaplarımın kasetlerini kütüphane günlerimde bu volkmen vasıtasıyla dinleyeceğimi, böylece daha aktif bir İngilizce çalışması yapabileceğimi yazdım. Hiçbir itiraz olmaksızın talebim uygulamaya konuldu. Haftanın iki günü olan kütüphane saatlerime İngilizce kitaplarımla gidiyor, bir köşede dinleme egzersizlerimi volkmenimle yapıp odama dönüyordum.
Ağa adlı, çok zeki ve kültürlü bulduğum bir mahkum vardı. Felsefe tartışmaya bayılırdık. Benim kütüphanede volkmen ile İngilizce çalışmamdan ilham alarak idareye daha farklı bir talepte bulundu: "Ailemin temin edeceği volkmenin ve klasik müzik kasetlerinin kütüphanede özel bir yerde muhafaza edilmesini talep ediyorum. Bunlarla kütüphane saatlerimde kütüphanede istediğim klasik müziği dinlemek istiyorum.” İdare bu talebe de hay hay dedi ve kütüphane günleri ben bir köşede İngilizce çalışırken, o bir başka köşede Beethoven dinliyordu.
Peki madem F tipi bu imkanlara sahipti, neden örgütler olanca güçleriyle F tipine direnmiş, onca insanı ölüme göndermişti? Mesele mahkumların insanî haklarını mı korumaktı yoksa örgütlerin koğuş sisteminde (mahkumlar üzerinde) tesis ettiği “haklarını” mı korumaktı? Dışarıda onca zaman F tiplerine karşı propaganda yaparken, kaynağım hep başka F tipi karşıtı propagandalar olmuştu. Sonunda kendimi F tipinde bulduğumda, ben de ilkin Platon’un mağara alegorisindeki gibi, konu hakkında duvardaki gölgelere bakan insanlardan biriydim. Gölgelerden bıkıp mağaranın dışına çıktığımda ise, gördüğüm, örgütlerin görülmesini istemediği bir manzaraydı.
[3:17] (ESKİ) PKK'LILARLA AYNI ODADA
Ortak alanlarda pek çok farklı kesimden politik tutuklu ve mahkumla tanışıyordum. Onların arasında felsefeye ilgi duyanlar benim yakın arkadaşıma dönüşüyordu. Bunlardan biri de PKK militanı olarak dağda çatışmada yakalanan, müebbetten mahkum olmuş bir gençti. Adı Ercan’dı ve o zamanlar sanıyorum yirmi yedisindeydi. Adı Şerafettin olan bir başka müebbetlik eski PKK'lı ile aynı odada kalmaktaydı. O da öğrendiğime göre ellilerindeydi. Kendi aralarında konuşup beni odalarına davet etmeye karar vermişler. Ben de uygun gördüm ve teklilerden yanlarına taşındım.
Şerafettin abi beş vakit namazını aksatmadan kılan, kendini “Barzanici” olarak ifade eden ufak tefek biriydi ve satrançta cezaevinde tanıdığım en iyi oyuncuydu. Beni oynadığımız ilk oyunlarda peş peşe yendi. Oyun tarzına kendimi adapte edip dengeyi sağlamak hiç de kolay olmadı. “Ben satrancı medresede öğrenmiş.” diyordu gururla.
Ercan’la ise her gün havalandırmada spor yapıyorduk. Sanki Kandil'de kamp eğitimi alırmış gibi, saatler sürüyordu. Birkaç hafta sonra görenler zayıfladığımı hemen fark ettiler. Benim eski gerilla arkadaşım açık sahada futbol oynandığında, bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjiyle oynuyordu. Benimle dağda geçirdiği yıllara ait anılarını paylaşıyordu. Havalandırmada volta atarken Nietzsche'nin felsefesini tartışıyorduk.
İki ay kadar birlikte aynı odayı paylaştıktan sonra, basit bireysel farklılıklar büyüyüp anlaşmazlık halini aldığında, tekrar teklilerime dönme zamanının geldiğini düşündüm. Daha Şerafettin abiye satraçta üstünlük sağlamayı planlıyordum ama, anlaşılan kısmet değildi.
[3:18] BARIŞ'IN AKLINI YİTİRMESİ
A-Tek 8'de geçen süremin bir buçuk yılı, sağımdaki odada Savaş ve solumdaki odada Barış ile geçti. "Savaş ve Barış"ın ortasında, kendi iç huzurumu arıyordum.
Savaş'la havalandırmada volta attığımız bir gündü. Havalandırmanın üçüncü odasından tangır tungur sesler gelmeye başladı. Her zamanki kapı sesiydi bu. Boş olan odaya yeni bir kişinin geldiğini anladık. Bir dakika sonra gardiyan gelip havalandırma kapısını da açtığında karşımda gördüğüm kişiyi hemen tanıdım. İstiklal’deki eylemde Tarlabaşı'nın oralarda, "Karakola yürüyoruz arkadaşlar!" diye bağıran kişinin ta kendisiydi. Onu gördüğümde hem sevindim hem de üzüldüm. Bursalıydı Barış. Kıvırcık siyah saçları vardı. Bilgisayar mühendisliği bölümünü üçüncü sınıftan terk etmişti.
Savaş, ben, Barış iyi anlaşıyorduk. Hep birlikte havalandırmada sohbet ediyor, benim odamda satranç oynuyor, Savaş'ın odasında saz dinliyorduk. Derken, zamanla kendini bizden geri çekmeye başladı Barış. Daha az konuşmaya, daha az yanımıza gelmeye başladı. Sosyal alanlara da pek çıkmıyordu. Bizimle havalandırmada egzersiz yaptığı da yoktu. Aylar sonra, tek başına attığı voltaların birinde, sol elinin işaret parmağını ara ara salladığı dikkatimizi çekti. Bu sallantının sıklığı günden güne arttı. Parmak sallamalarını, titremelerini bir süre sonra yüksek sesli kahkahalar takip etti.
Onun için endişeleniyorduk. İlgili bir ailesi vardı. Düzenli olarak ziyaretine geliyor, parasını eksik etmiyorlardı. Çok sigara içiyordu. Sigarası bitince yan havalandırmalardan istiyor, havadan uçarak gelen sigaralar kantin günü gelene kadar onu idare ediyordu. Kantin siparişleri geldiğinde de kendisine borç verilmiş düşük kalite sigaraları, aynı paket miktarında kalite sigara ile ödüyordu.
Barış'ın oda kapısı kapalı olmayıp onu dışarıdan görebildiğimiz bir gün duvarının karşısına sandalyesini koymuş duvarla konuşurken gördüm. Savaş’ı da çağırıp durumu ona da gösterdim. O ise duvarla sohbetine o kadar kendini kaptırmıştı ki, havalandırmadan şaşkınlıkla onu izlediğimi fark etmiyordu.
Bizi o gün şaşırtan kendi kendine konuşmalarını zamanla kanıksar hale geldik. Gece de odasında kendi kendine konuşması ve kahkahaları duyulabiliyordu. Hapishanenin psikoloğu ile buluşup Barış'ın durumu hakkında onu bilgilendirsem de, harekete geçip pek bir şey yaptıklarını görmedim.
Sabah sayımlarında içeri gardiyanlar girdiğinde Barış uyanmamaya başladı sonra. Uyandırmaya çalıştıklarında zor uyanıyor, gözlerini açtığında karşısında gardiyanları görünce de korkuyla bağırıyordu. Peş peşe böyle birkaç hadiseden sonra onu uyandırması için gelip benden rica ettiler. Ben uyandırdığımda ise tepkisi çok daha az oluyordu. Sonra uyandırmakla uğraşmamaya başladılar ve bu hepimizin işine geldi. Yatağındaysa tamamdır. Ufacık odası da korku tüneline dönüşmüştü. Olmadık yerlerden yiyecek parçaları çıkıyordu ve her şey her yerdeydi.
Bir ara da her gün odama gelip "Şekerin var mı?" diye sormaya başladı. "Var." diyordum ben de ve küp şeker kutusunu uzatıyordum. İki avucuyla kutudan bir seferde alabileceği en fazla miktarda şekeri avuçlayıp götürüyordu. “Misafirliğe geldim" diyerek odasına ziyarette bulunduğum bir gün şekerleri nasıl kullandığını fark ettim. Bir bardak çay içine belki de on adet küp şekeri bırakıveriyordu. Bir karınca gibi her gün benden ve Savaş'tan taşıyabildiği kadar şekeri yuvasına götürmeye başladıktan iki hafta sonra, Savaş da ben de şeker almayı kestik. O zamandan beridir de, çayı da kahveyi de şekersiz içerim.
[3:19] PİŞMANLIK
Devrimci mücadeleye katıldığım için pişman olup olmadığımı soranlar oldu. Devlet de peş peşe “pişmanlık yasaları” çıkarıyor, "suç"unu itiraf edilip, aktif iş birliğine yanaşanları hiçbir ceza vermeden salacağını ilan ediyordu. Zaman içinde düşüncelerim aşama aşama "devrimcilik"ten radikal olarak farklılaşmaktaydı ve ben de kendime ara sıra soruyordum:
"Pişman mısın?"
Kendimi yokluyor, içimde pişmanlığa dair bir duygu gözlemlemeye çalışıyordum. Hayır yoktu. Pişmanlık hissetmiyordum.
"Eğer ki bu yola girmeseydim, bu yaşadıklarım yerine ne yaşayacaktım? Babasının gösterdiği yoldan yürüyüp, iyi bir kariyer elde eden bir kişi olarak, hep düz yollarda yürümüş olmak, kalıptan çıkmış bir karakter yaratmayacak mıydı? Şu anda hayattayım; ölmedim ve önemli olan bu. Yaşadığım tüm şeyler, düşündüklerim, hissettiklerim anlamlıydı ve ben tüm negatif koşullarıma rağmen, kendimi ve kaderimi kabul ediyorum. Amor fati!"
"Amor fati" Nietzsche'den öğrendiğim bir şeydi: “Yazgını sev!” anlamına geliyordu. Yazgısını seven kişinin pişmanlığı da olamazdı. Lakin yazgımla çok bir problemim olmasa da, onu tam olarak sevmek ve kabullenmekte başarılı olduğumu söyleyemezdim; çünkü benim de bir pişmanlığım vardı.
On altı yaşındaydım ve mücadeleye daha yeni başlamak üzereydim. Bir yaz günü, yazlıkta annemin dayısı ile tartıştım. Devrimci yayınları açıp önünde okuyordum. Bir iki gün sonra bana kendisinin de bir dönemler solcu olduğunu, bir takım toplumsal arzuları olduğunu ancak hayal kırıklığına uğradığını, benim de kendimi ateşe atmadan önce biraz soğukkanlı olup iyi araştırmamı söylemişti.
Annemin dayısının hayatımda özel bir yeri vardı. Pendik’te, bahçeli müstakil bir evde geçen çocukluğumun bir kısmında, annemle birlikte anneannem, dedem ve annemin dayısı (“Şakoli”) ile birlikte yaşamıştım. Benim de kendisine “dayı” dediğim bu mavi gözlü centilmen, babam okyanuslarda gezerken bana babalık edenlerden biriydi. Baba tarafımda Kemal dedem, anne tarafımda Şakoli dayı…
O gün o yazlıkta bana akla yatkın öğütler verdiğinde, bu öğütleri değerlendirmeyi düşünmek yerine, onu suçlama yoluna gitmiştim. "Siz mücadelenizden döndünüz. Zoru görünce vazgeçtiniz. Sonuna kadar gitmediniz. Ne bedel ödediniz ki bu zamana kadar? Mücadeleyi bırakan bir kişi bana öğüt veremez!" demiştim ve onu gözle görülür şekilde kırmış, incitmiştim. Bu söylediklerim karşısında susmuştu. Ben ise, haklı olduğumdan çok emin bir şekilde kaşlarım çatık evin içinde gezindim durdum. Birkaç gün sonra da yazlıktan gönlünü almadan çekip gittim.
Cezaevindeydim artık. Benim de hayal kırıklıklarım olduğu gibi, düşünsel olarak da gittikçe mücadele fikrinden uzaklaşıyordum; uzağa ve daha uzağa.
Bir gün annemden Şakoli dayımın akciğer kanseri olduğuna dair haber aldım. Hastalığı ilerlemiş durumdayken tespit edilmişti. Kemoterapi görebilmesi için kan değerlerinin uygun olması gerekiyordu ve annem Şakoli dayının kızları ile birlikte İzmir'de, kan değerlerini yükseltmek için yoğun çaba harcıyordu. En ufak şeyler bile hesaplanmaktaydı.
Annemden öğrendiğim kadarıyla, sık sık beni sormuş.
"Berk nerede? Neden beni görmeye gelmiyor?"
"Dayı Berk babasıyla Ankara'da tatilde."
Aradan biraz zaman geçiyor;
"Bitmedi mi bu çocuğun tatili? Sürgün mü bu? Tatilini yarıda bırakamıyor mu? Neden bir telefon bile açmıyor?"
"Dayı Ankara'dan çıkmışlar, başka şehre geçmişler."
Annem dayısı her sorduğunda, kısa bir cevap ile geçiştirip içeri odalara kaçıyormuş. Annemin renkten renge girdiğini gören kızları, "Yine Berk'i mi sordu?" diye soruyorlarmış.
Benim haftada bir kez, Cuma günü, on dakikalık telefon görüşmesi hakkım vardı. Önceden listelediğimiz dar kapsamlı akraba telefonlarından birine açabiliyordum telefonu yalnızca ve o listede Şakoli dayı yoktu. Annem cezaevi yönetimine telefon açmış, yalvarmış:
"Lütfen, lütfen, dayım ölüyor ve oğlum tek seferliğine buraya telefon açsın, dayısıyla konuşsun. Zaten dinliyorsunuz telefonu. Bu insani bir şey. Bir daha konuşma şansı olmayabilir."
"Maalesef olmaz. Kurallara aykırı."
Ve sonunda Şakoli dayının tekrar sesini duyamadan onu kaybettim. Karnıma bıçak saplanmış gibi bir acı çöktü. Birkaç gün o acıyı sükunetle taşıdım. Ardından, havalandırmada tek başına volta attığım bir gün, birden ağlamaya başladım ve görülmesin diye odama koştum. Odamda ne kadar süre ağladım bilmiyorum ama, bir çocuk gibi ağlıyordum. Hıçkıra hıçkıra, hüngür hüngür...
Kendime, cezaevine kızmakla yetinmiyor, anneme de kızıyordum:
"Neden söylemediniz neden!? Dayım ölüm döşeğindeyken onu umursamadığımı, telefon bile açmaya tenezzül etmediğimi düşünerek öldü! Özür dileyemedim! Onu ne kadar sevdiğimi söyleyemedim!"
"Ah oğlum sen bizim onu tedaviye sokabilmek için evde ne meşakkatli bir çalışma yürüttüğümüzü bilmiyor da konuşuyorsun. Sana o kadar düşkün bir adama, cezaevinde olduğunu söyleseydik belki de o gün kaybederdik."
[3:20] CUMALAR
Teyzem bir mektubunda bana Cuma günü gerçekleşen telefon konuşmalarımıza dair şu şiiri yazıp gönderdi:
SES
Cumalar vardır
İnsanların tatile çıktığı
Cumalar vardır
Esnafın namaza koştuğu
Cumalar vardır
Özlem sesidir
Bir zile koşarız
Koşarız biter zaman
Bir sessizlik olur ki sessizlik içinde
Konuşmaya devam ederiz içimizde
Hayallerimizde
Sessizce...
[3:21] SAÇMA ve BAŞKALDIRI
Felsefi yolculuğum Nietzsche'den sonra Sartre durağında fazla oyalanmadan Camus'ye vardı.
Nietzsche Zerdüşt'ün ağzından Tanrı’nın öldüğünü ilan etmişti. Ama artık bu hayatın amacı Tanrı'nın "yap" dediğini yapmak, "yapma" dediğini yapmamak ve ardından da sonsuza kadar cennette keyif sürmek değil idiyse, neydi o halde? “Üstinsan”ı var etmek mi? Camus pek de bu Nietzsche’sel görevden etkilenmiş görünmüyordu. Bu ve bunun gibi daha bir çok görevi “saçma” diyerek bir yana koymak için kendince haklı nedenleri vardı.
Aydınlanma felsefesine göre her şey bir düzen içinde tıkır tıkır işliyordu. İnsan aklı her şeyi bilmeye yeterliydi ve tarih düz bir çizgi üzerinde ilerledikçe hep daha iyi şeyler olacaktı. Devrimci mücadelem boyunca sıkça duyduğum ve inandığım şey de tam bu yüzden "kazanmaya mahkum" olduğumuzdu. Ancak Camus’nün bu zanna itirazı vardı. Sartre'dan farklı olarak, Nazi kamplarına olduğu kadar Sovyet Gulaglarına da karşı çıkan Camus, aydınlanma felsefesinin ürünleri olarak ırkçılığı, faşizmi, sosyalist diktatörlüğü, atom bombasını görüyordu. Tanrı'nın buyruklarına uymak için kitle katliamları yapan dinsel fanatiklerin yerini, ideolojik fanatikler almıştı ona göre ve dünya bir kez de bu Tanrısız dindarlar tarafından tarumar edilmişti.
Camus bu noktada hayatın derin anlamsızlığına dikkat çekiyordu. İnsan açık, anlamlı, mantıklı bir evrende yaşamak istiyordu ama evren tam bir kaostu ona göre. Hiçbir nedenle yaratılmamıştı ve insanın gerçeği anlamaya bile yeterince gücü yoktu. Dünya bizi tekrar tekrar hayal kırıklığına uğratan, acımasız, anlamdan yoksun "saçma" bir yerdi. Hayvanlar yiyor, uyuyor, hayatta kalmak için mücadele ediyor, ürüyor ve sonunda ölüyorlardı. Sadece insan çıkıp neden yaşadığını sorguluyor, anlaşılır bir neden ihtiyacı hissediyordu. Ona göre kendisini olduğu gibi kabul edemeyen tek canlı insandı.
Bu durum tespitinin ardından intihar düşüncesi ile mücadele etmeye başlıyordu Camus. Açıklanabilir, mantıklı bir evrenden yoksunsak, karmaşa içinde önce umutlarımızı, sonunda da varlığımızı paramparça eden bu dünyada neden yaşamaya devam etmeliydik ki?
Sisifos'u örnek gösteriyordu bize Camus. Sisifos Yunan mitolojisinde, “Ölüler Ülkesi” Tanrıları tarafından sonsuza dek büyük bir kayayı bir tepenin yukarısına taşıma cezasına çarptırılmıştı. Taş her yukarı vardığında tekrar aşağıda belirmekteydi ve Sisifos onu tekrar tekrar yukarı taşıyordu. Camus bize Sisifos'un Tanrıları ölümüyle memnun etmemek için intihar etmediğini, hatta bu anlamsız, alçaltıcı tekrarı sürdürürken bile, Tanrılara başkaldırı sergileyerek mutlu olduğunu söylüyordu. Anlamsız ve amaçsız bir dünyada bizler de her gün uyanıp işimize gücümüze koşturarak, bir nevi bu döngüyü tekrar etmekteydik. Ne kadar saçma da olsa, Sisifos'un o kayayı taşıdığı gibi, hayatı sırtlanıp taşımalı; anlamsızlığa yaşama devam ederek başkaldırmalıydık. Sonsuza dek olmasa da, ölüm gelip bizi buluncaya dek...
Ama burada bitmiyordu Camus'nun felsefesi. Özgürlük tam da verili bir anlamın olmadığı noktada başlıyordu. Saçma bir evrende, kısıtlı süre içerisinde, her ne yapıyorsak onu tutkuyla yapmalı, saçmanın bilinçli icracılarına dönüşmeliydik. Verili bir anlam bulamıyorsak, onu kendimiz için icat etmeliydik. Üstelik bunu da insancıllıktan vazgeçmeden yapmalıydık.
[3:22] M. De SADE, S. MASOCH, E.M. CIORAN
Tekliler koridorunda bir eğitmen tek tek odalara uğruyor, tutuklu ve mahkumların eğitim durumlarıyla ilgili bilgiler alıyor, bilgilendirme yapıyordu. Komşum Savaş'la konuştuktan sonra sıra bana geldi ve kapımın mazgalını açtı. Ona lisede sorumluluk sınavlarına girmekte olduğumu, birinci sınavlara girdiğimi ancak ikincisine giremeden tutuklandığımı söyledim.
“Açık lise okumak istiyorum!”
“Maalesef okuyamazsın. Önce meslek lisesini bitirmen gerekiyor.”
“Açık meslek lisesine kaydolayım o zaman.”
“Eğer alttan uygulamalı mesleki dersin varsa ona da kayıt olamazsın.”
Benimse uygulamalı/uygulamasız ne kadar mesleki ders varsa peşimden sürükleniyordu.
“Yahu benim eğitimimi bir şekilde devam ettirmemin hiçbir koşulu yok mu? Öyle yapayım diyorum olmuyor, böyle yapayım diyorum olmuyor. Ne olacak benim halim?”
“Sen şu anda tutuklusun. Hüküm giyersen o zaman açıktan düz liseye başlaman söz konusu olabilir.”
“ … ”
Bir süre sonra Savaş'a Anadolu Üniversitesi’nden (Açık Öğretim Fakültesi) İktisat Bölümü’ne ait ders kitapları geldi. Odasına gidip kitaplarını tek tek, kıskançlıkla inceledim. Madem durum buydu, ben de kendi hazırladığım eğitim müfredatına devam ederdim o zaman.
Camus’yü sırasıyla sadizmin isim babası Marquis De Sade, mazoşizmin isim babası Leopold Von Sacher Masoch ve keşfettiğim en kötümser filozof olan Emil Michel Cioran takip etti. Sade Camus’nün insancıllığını zevkle paramparça ederken, Cioran da Sisifos’un “başkaldırış”ıyla dalga geçiyordu. Masoch’un tecrübelerinden süzüp anlattıkları da oldukça dikkat çekiciydi ve hem Nietzsche’yi hem Sade’ı tamamlayarak eğitimime katkı sağlıyordu.
[3:23] YOKLUK KAPISI
Barış üçlü bir odaya geçmek üzere aramızdan ayrıldı. Bir süre boş kalan odasına, bir zaman sonra müebbetlik bir adli ("çeteci") mahkumu yerleştirdiler. Kural gereği adli mahkumlarla siyasi mahkumlar bir arada kalamıyordu. Bu nedenle onu getirip yanımızdaki odaya bıraktıktan sonra havalandırma kapısını açmadılar. Söylediğine bakılırsa bir süre yalnız kalmak istemiş ve kapısının açılmaması koşuluyla idareyle anlaşmış. Gündüzleri biz havalandırmadayken o da penceresinden bizimle sohbet ediyordu.
Konu nereden açıldı hatırlamıyorum ama, bir sohbetimizde ona şöyle dedim:
"Özgürlük kişinin birden fazla seçeneği olmasıdır. Seçenekler ne kadar çoksa, özgürlük de o kadar çoktur. Ama tek seçeneğe sahipsek o zaman çaresizizdir. Ben çaresizliği kabul etmiyorum. Her gün cezaevinde kalmayı ben seçiyorum! Çaresiz değilim. Nasıl mı? Bir kapı düşünüyorum. İstediğim an o kapıyı açıp buradan çıkabilirim. O kapının adını 'yokluk kapısı' koydum. O kapıdan geçtiğinde, artık cezaevi diye bir şey yok. Ne zaman bu duvarlardan sıkılsam, işte tam şurada bir kapı düşünüyorum. Çekip gitmeli miyim? Her gün bu soruya 'Hayır.' diyorum ve o kapıya hayır dediğimde, cezaevinde kalmaya 'Evet' demiş oluyorum. Dolayısıyla kimse beni burada zorla tutmuş olmuyor."
[3:24] CEZAEVİ DEFTERİMDEN
02.03.2004 - Camın önünde jilet hazır duruyor. Bileklerimi kesebilirim. Duyduğum acı, belki de sadece bedenimin ihanete uğramışlığının acısı olur. Masamdan kalkarım, jileti sağ elime alır ve sol bileğimi keserim. Faça atmışlığım da var zaten; acısı ondan çok olamaz. Tek fark, sol bilekte atar damarın olması ve ölecek kadar kan akması olur.
Peki bu üç adımlık eylem, bu kolay eylem neden bir türlü yapılmıyor ya da uzak geliyor. Çünkü bu bir güç mücadelesi. Aklın gücü, ruhun ve bedenin gücüne denk değil. Ancak akıl, ruhu da kendine uydurursa, denge değişir ve intihar gerçekleşir.
03.08.2004 - İçimde bir mahkeme salonu... Savcı bir yanda, avukatlar bir yanda, bir ağız dalaşıdır gidiyor. Sanıksa hayat. Ancak işin kötüsü hakim yok. Hiçbir kelam karara bağlanamıyor.
25.09.2004 - Hazza yönelindiği zaman acılar daha yakıcı hale geliyor. Çünkü hazza yönelmek acılara daha da tahammülsüzleştiriyor insanı. Halbuki acıdan kaçmak yerine durup kendimizi acılara açmak, zaten bizi yakalayacak olan acıyı bir "avcı" değil de, buyur ettiğimiz bir "misafir" olarak algılamak daha makul olmaz mı?
28.09.2004 - Her disiplin sistemi içinde nedenler barındırır. Kişisel gelişimcilerin söylediği en sık şeylerden biriyse temel hayat hedefleri, amaçları belirlemektir. Peki bir şeyi amaç haline getirmek, "Bu benim hayat gayemdir." demek o kadar kolay mı? Şu an bir şeylere ulaşmayı, yahut bazı şeyleri deneyimlemeyi amaçlamam, gene şuana özgü bir belirleme olacaktır. Oysa yarın öbür gün yaşayabileceklerim, belirlediğim amaçları anlamsız kılabilir. Bu bağlamda disiplinli bir şekilde hangi amaca ilerlenebilir? Maymun iştahlılıktan ne bizi kurtarabilir? (...) Kısıtlamalar yoğunlaşmayı, açılımlar dağılımı sağlıyor gibi. Günümüzde ise güç uzmanlaşma ile geliyor. Bu yüzden "bir şey" olabilmek yoğunlaşmaktan, bir alanda uzmanlaşmaktan geçiyor. (...) Maddi kaygılarla sorduğumda kendime, "Hangi konumda uzmanlaşayım?" diye, içimi bir korku kaplıyor. Uzmanlaşma sanki sakatlanmak gibi geliyor.
05.10.2004 - Bir zamanlar hayat gayet anlamlı ve bir şeyler uğruna ölmeye değerdi. Sonrasında uğruna ölünecek hiçbir şey kalmadı ama yine de güç istemimce anlamlıydı. Geçmişin kompleksleri ve "birey olma" arzum beni kırbaçlıyordu. Yaşıtlarımın ardında kalışım beni "yükselmeye" özendiriyordu.
Artık bunlar benim için gittikçe değersizleşiyor. "Başarı" putum yıkılıyor. O Nietzscheci "güçlü adam" duruşum, gayretim aşınıyor. Şimdi sanki gayret alanım diğerleri ile olan rekabette değil de bizzat ben ile hayat arasında. Ona tutunabilme mücadelesinde. Başarılı olmayı artık kendimden çok babam ve dedemin hatrına istediğimi fark ettim. Yıllarca başarısız bir evlat, başarısız bir öğrenci olarak, bugün değişen "baba figürü"mün hatrına, kendi "başarısız öğrenci/evlat figürü"mü değiştirmek istiyorum. Ama ne var ki "ilerici" başarı isteğim ile kaotik duygu/düşünümlerimin hayatla olan güreşi arasında gidip gelmedeyim. Kendimi yüzeyselliğe bırakmak ve güç mücadelesi içinde beynimi sınırlamak istiyorum; ama bunu ne oranda başarabileceğimi bilmiyorum. Sanırım ben "başarılı" olma şansımı/koşulumu yitirdim. (…) Bir zamanlar güç toplamak bana Nietzschesel bir doğa kanunu olarak geliyordu. Bir bireyi de bu kanunun dışına koyan her şey zayıflık ve yalan gibi geliyordu. Bu kanuna uyabilme kudretindekilerse muhakkak ki kudretli insanlardı. "Efendi" tipli insanlardı. Ama bakıyorum ki efendilik ile kölelik çok görece şeyler. (…) İstediğimizi sandıklarımız, ne kadar istediğimiz şeyler? Ama doğru ya, biz kimiz ki? Tarih, zaman, mekan ve rastlantı neyi getiriyorsa, o biziz! Yani biz namına hiçbir şey olmayan. Böylece şekillendirilmeye çok açığız mecburen.
Dedim ya ben başarı şansımı/koşulumu yitirdim sanırım. Benim gibi karmaşık, ikircikli bir insan nasıl olur da tek bir şeyi isteyip onun ardından devamlı suretle ve disipline bir şekilde ilerleyebilir? Eskiden disiplini severdim; şimdiyse nefret ediyorum. Disiplinli bir şekilde hedefe ilerleyip onu elde etmek, isteyip almak idealimdi. Hayatımın kutsayıcısıydı. Şimdi ise "disiplinli ilerleme" bir yana, isteyecek bir şeyim bile yok.
07.11.2004 - Beni hayatta tutan içgüdü, kendimi acılarıma vermemi, çelişkilerimle yaşamamı istiyor sanki. Acılarsa kendilerinden kaçırtarak hep bir eyleme içine sokuyor insanı. Şu tatminsizlik olmasa yaşanır mı? Ne sabit acı, ne de sabit haz istenilen. Gidip gelme, duygusal turlama değil mi sonuç? Dayanmak, hayatta var olmaktır. Dayanmanın temeliyse çaresizlik. Aslında tüm bu çelişkilere son vermenin en garantili yolu, var olmamak.
(…) Savaş 15 aydır iyi-kötü pratikte bana arkadaşlık eden tek kişiydi. Onun tahliyesi bana yalnızlığımı hatırlattı. Odada yalnız kalmak ama yanında birinin olduğunu bilmek, sabahında karşılaşacağını bilmek var; bir de yanının boş oluşu. Arkadaşlık yalnızlık gerçeğinin ağrı kesicisidir. İletişimin imkansızlığı, sevmenin imkansızlığı dururken, nasıl yalnızlıktan aldanmayarak kurtulabiliriz? Kurtulmanın imkansızlığı...
(...) Bir bitkiyle, bir hayvanla dostluk daha gerçek olur herhalde. Ne de olsa onlar seni anladıklarını iddia etmez. Söylediklerin bir kulaklarından girip diğer kulaklarından çıkmaz. İnsan tüm bu şeylere inanmak ister. Anlaşıldığına, sevildiğine vs.. Bu inanma isteği insanın kendini aldanmaya bırakmasına yol açar. Öteki ise, yani bitkiyle, hayvanla diyalog-arkadaşlık, bu aldanmayı önler. Tıpkı Tom Hanks'in Yeni Hayat filminde voleybol topundan arkadaşı Wilson gibi.
17.11.2004 - Bu dünyaya lanet okuduğumda elimde bir silah olmasını isterim. Kafama sıkmayı ve öldüğümü bile anlamadan dağılmayı. Sonra da ölmeyi yaşayamadığıma hayıflanırım. Bileklerimi kesersem yahut uyku hapı alabilirsem veya çok yüksek bir yerden atlarsam, o sürecin başı ile sonunu yaşayabilirdim. Umutsuzluğun ve bitme sevincinin doruğunu yaşamak, sonra da ölmek. Hayattan, dünyadan nefret duyma, bir noktadan sonra kendine düşmanlıktır. İntihar sürecini ne kadar uzatırsan, bitmeyi o kadar çok deneyimlersin. Ölümle aramızın en açıldığı yer ise intihar etmemektir. Doğal seyir, ölüme giden en belalı yoldur. İnsanın kendine olan en büyük düşmanlığı da hayatın en ağır tokatlarını, hastalıklarını, ağrılarını, sıkıntı ve bunalımlarını üstümüze saldırtıp parçalamasına izin vermektedir.
İçimdeki bir başka yan da şöyle diyor: "Bırak bu kuru sıkı lafları. Hiç durma şimdi yap. Al jileti kes bileğini." Ve sonra, "Evet şimdi." deyip ayağa kalktığımda, aynen geri püskürtülüyor içgüdüsel bir korku ile. Demek ki bunu hafif alkol alıp, kulağa da uygun bir müzik takıp şöyle umutsuzluğun doruğunda, motorsikletle bir uçurumdan atlamak ile gerçekleştirmeli. Daha kolay, hatta istenir olması o anda ölümün, olasıdır. Kendini esirgeyen yanım, bana bunu yapma izni veriyor.
04.12.2004 - Zalim hayat. Celladımız. Öldürmeye var ettiği sadizm nesnesi miyim? Ne kadar fark var gülmekten gülmeye. Ölümü beklerken gülmek, aldanmaya gülmek, kırılan hayallere gülmek; bir de mutlu gülüş. Ne demişler, "acı tebessüm". İlginç bir ikili. Bir idam mahkumunun infaz işlemi için çıkarıldığı idam sehpasından kendisini izleyen seyirci kitlesine tebessümü gibi.
Gidecek neresi var ki cehennemden öte? Var mı başka bir şans zebanilerimizle horona durmaktan, cehennem meyvelerini tatmaktan gayrı, olmamaktan öte. Sadece bir hayatım var. Sonsuzluktaki küçük bir zaman diliminde, birkaç deste insanın adını, varlığını bildiği, unutulmaya yazgılı bir can parçası. Ne gülünç ama ne vazgeçilemeyen. İnsan hiç olmaktansa, var olup can çekişmeyi tercih ediyor. Sadece bir tadımlık, bir sıkımlık var olmak... Katlanabileceğim kadar var olabilirim.
[3:25] CANAVARLAŞMA
Üçüncü yılımın sonuna doğru "pişmanlık yasası"/ "eve dönüş yasası" gibi yasalar tekrardan gündeme geldi. Suçunu kabul eden bir tutuklu ya da teslim olan bir örgüt üyesi, devlet ile iş birliğine girdiğinde cezasını çekmiş gibi kabul görecek, içerideyse derhal salınacak, dışarıdaysa içeri bile girmeyecekti. O zaman her "bağımsız" potansiyel bir itirafçı/işbirlikçi konumuna düştü. Ben de bu zanna tepki olarak ortak alanları kullanmayı bıraktım. Artık yalnızca telefon hakkımı kullanıyordum ve saç tıraşımı da banyoda kafamı jiletle kazıyarak yapıyordum.
Ortak alanları kullanmamayı bir noktada havalandırmayı kullanmamak takip etti. Kışın havalandırma karla dolduğu zamanlarda, havalandırmaya açılan kapının izolasyonunu yapıyor ve bir iki ay boyunca açtırmıyordum. "Kendine hücre cezası vermişsin." diyordu böyle zamanlarda gardiyanlar.
Ufacık bir odada yaşadığım katmerli izolasyon ve aylardır peşimi bırakmayan depresyon zamanla tuhaf bir şeye dönüştü. İçimde kor bir halde yanan mutsuzluk ve umutsuzluk ateşi sonunda yangın olup ruh dünyamın her yanını sardı. Barış’tan sonra sıra artık bendeydi. O duvarlarla konuşmuştu; bense kapı ve duvarlarla kavga edecektim. Gürültüye gelen gardiyanları “Yok bir şey. Biraz stres attım.” diyip gönderiyordum ama bir süre sonra yine aynı şey oluyordu. Artık “oda”m gerçekten de “hücre”ye dönmüştü ve ben bir bomba gibi patlayarak kendimle birlikte ne kadar duvar varsa parçalara ayırmak istiyordum. Bir süre sonra kapılara duvarlara vurmak gardiyanlar ve diğer mahkumlar tarafından anlayışla karşılanmamaya başladığında, artık hırsımı çıkarabileceğim bir bedenim kalmıştı.
Çekpasın uzun tahta sapını kırıp kendime bir sopa yaptım. Bacaklarıma, kollarıma, bağrıma peş peşe bütün gücümle darbedeler indiriyordum ve ancak kendimi iyice dövdükten sonra biraz gevşeyip rahatlayabiliyordum. Bütün vücudum morluk içinde kalıyordu. Bazen çakmakla parmaklarımı yakıyordum. Sıcak su günlerinde banyoda sıcak sudan soğuk suya, sonra da tekrar sıcak suya geçiyordum. Elimi kesip kanımla resimler yapmaya, mektuplar yazmaya başladım.
Ruh sağlığım beni tümden terk etmişti artık. Geçmişimde hoşlanmadığım ne kadar insan varsa, dışarı çıkınca farklı şekillerde öldürmenin hayallerini kuruyordum. Bir seri katilliğin ya da hiçbir ideolojik motivasyonu olmayan gerçek bir teröristliğin hayalleri sinirlerimi yatıştırmaya yarıyordu. İlaç yardımıyla dengelenebilmem içinse askere gitmem ve orayı da dağıtmam gerekecekti.
[3:26] BEŞİKTAŞLI HÜRRİYET
Mahkemeye gidiş gelişlerimde iki kez bir adli mahkumla birlikte beni götürüp getirdiler. Sohbet ederek birbirimize yol arkadaşlığı ettik. Bana kendini "Beşiktaşlı Hürriyet" olarak tanıttı. Herkes onu böyle biliyormuş. Fanatik bir Beşiktaşlıymış. Elde satırla karşıt grubun üzerine koşarken, asla arkadan kim geliyor diye bakmamayı öğütlüyor. Bu kitlene güvenmediğin intibaı uyandırırmış.
"Bir tane müebbet aldım. Bu ikinci davam. Bundan da müebbetle yargılanıyorum." dedi bir seferinde ve devam etti, "Eğer bundan da ceza alırsam, ağırlaştırılmış müebbete dönecek."
"Hayırdır abi. Neden ceza aldın? Şimdi neden yargılanıyorsun?"
"Akrabamı öldürmekten ceza aldım ve bu şimdiki yargılama da onun devamı. Akraba öldürünce suç ağırlaşıyor."
"Sana bir soru sormak istiyorum. İstersen cevap vermeyebilirsin."
"Buyur sor."
"Allah'a inanıyor musun?"
"Evet inanıyorum."
"O zaman cennet ve cehenneme de inanıyorsundur."
"E tabi. Ona inanınca cennet ve cehenneme de inanmak gerekiyor."
"Peki abi hiç cehenneme gidebileceğin ihtimalini düşündün mü?"
"Bak güzel kardeşim, Allah yukardan izliyor ve o her şeyin farkında. Benim cehenneme gitmek gibi bir korkum yok, çünkü o hangi şerefsizin ölmeyi hak ettiğinin gayet iyi farkındadır."
[3:27] "SÖYLE O RUS'A"
İki yıldan fazla bir süre aynı koridorda kaldığım adli mahkumlardan biri de "Karagümrük Çetesi" olarak bilinen yapının liderleri Nuri Ergin'in kardeşi Vedat Ergin’di. 2008'de Ergenekon davası sırasında bir televizyon kanalı, jandarma kameralarına Nuri Ergin'in: "Bu devlet bana Mustafa Duyar'ı öldürttü, ben öldürdüm. Şimdi canlı söylüyorum." diye bağırdığını, ardından da kameralara görünen kardeşi Vedat Ergin'in: "Veli abiyi ara, Veli Küçük'ü ara. Bizi sor! Başka bir şey söylemiyorum. Allah'a emanet olun!" dediğini aktaracaktı.
Sakıp Sabancı ben Yeni Ufuklar Koleji'nde İngilizce hazırlık okurken sınıfıma geldiğinde onu yakından izlemiştim. Yıllar sonra kardeşini vuran örgütün bir üyesi olarak cezaevine kapatıldığımda, kardeşini vuranı vurdurtan kişilerden biriyle aynı koridorda kaldığımdan habersizdim.
Yan odamda müebbetlik adli mahkumun kısa süreliğine kaldığı dönemde, ona Vedat Ergin'den gelen notlardan birinde benden bahsediyormuş. Cezaevinde bir yere gidip gelirken hep onun odasının önünden geçiyordum ve o da ufak kapı camından bazen bana bakıyordu. Ben ise göz göze geldikten sonra her defasında selam vermeden başımı çeviriyor, yoluma devam ediyordum. Bu durum canını sıkıyormuş meğerse. Adli komşuma mesajında, "Söyle o Rus'a selamsız geçmesin." yazmış.
[3:28] "İNANMIYORUM!"
Mahkemeye gidiş gelişlerde dava arkadaşlarımla aynı ring aracına bindiğimde beni protesto ediyorlar ve benimle konuşmuyorlardı. Üçüncü yılın sonlarıydı. Yine böyle bir ortamda ring aracı içinde kendi aralarında şakalaşıyorlar, gülüşüyorlardı ve sanki ben hiç orada değilmişim gibi davranıyorlardı. Sofi'nin Dünyası kitabını okumak istediğim vakit, benimle aynı üçlü odada kalan dava arkadaşlarımdan biri bana dönüp halimi hatırımı sorduğunda çok şaşırdım. Sanki hiç ben örgütten ayrılmamışım gibi sıcak davranıyordu. Sohbet biraz ilerlediğinde anladım ki, "bizim" örgütten çıkıp bir diğerine geçiş yapmış ve o nedenle de bana karşı eski örgütünün dışlayıcı tavrını değil, yeni örgütünün kazanmacı tavrını sergiliyordu.
Dava arkadaşlarım arasında sessizlik olduğu bir vakit yedi kişiden oluşan gruba bir konuşma yaptım:
"Arkadaşlar, size söylemek istediğim bir şey var. Biliyorum benimle konuşmuyorsunuz ama en azından söyleyeceklerime kulak verebilirsiniz. Yeni bir pişmanlık yasası çıkıyor biliyorsunuz. Benim bu yasadan yararlanmak gibi bir düşüncem kesinlikle yoktur. Zaten birkaç aydır ortak alanları da kullanmıyorum. Bunu size söylemek istedim."
Sustuğumda kimse bir şey söylemedi. Sessizlik belirgin bir süre devam etti. Daha sonra tekrar kendi aralarında sohbetlerine, şakalaşma ve gülüşmelerine devam ettiler.
Bir sonraki mahkeme gidişinde de ring aracında benzer bir durum vardı. Yine aynı insanların konuşmama tavrı, aynı kişinin hal hatır sormaları... Ring aracından indirilip, 2004 yılında DGM'lerin kaldırılmasıyla adı Ağır Ceza Mahkemesi'ne dönmüş aynı binanın aynı mahkeme nezarethanesine götürüldük. Tutukluların bir kısmı kendi aralarında kümelenmiş dururken, kimileri de volta atıyordu. Ben de bir köşede oturuyor insanları seyrediyordum. Küçükarmutlu'da, gecekondu çatılarında birlikte sabahlara kadar nöbet tuttuğum abilerden birisi grup ile attığı voltayı bırakıp yanıma geldi ve halimi hatırımı sordu. İşte o zaman örgütün beni tekrar kazanmaya niyetlendiğini anladım.
"Nasıl, iyi misin?"
"İyiyim sağ ol. Sen nasılsın?"
"Ben de iyiyim. Ne yapıyorsun, nelerle uğraşıyorsun?"
"Bir süredir matematikle uğraşıyorum genellikle."
"Hayırdır ne yapacaksın matematiği?"
"Matematik alanında çok eksik olduğumu fark ettim. Hem felsefi bağlantıları var hem de pratik olarak bir matematiksel altyapı kazanmaya çalışıyorum. İleride üniversite sınavlarına girdiğimde de işime yarayabilir."
"Üniversite sınavına girmeyi düşünüyorsun demek. Sistem içi hayallerin mi var yoksa?"
Bu sorusu beni düşündürdü. Birkaç saniye sessiz kalıp ardından:
"Bak abi, ben senin şu anda benimle neden konuştuğunun gayet iyi farkındayım. O nedenle lafı dolandırmaya gerek görmüyorum. Açık ve net düşüncemi belirteyim ki bilinsin. Devrimin olabilirliğine inanmıyorum! Eğer olabilirse, sürdürülebilirliğine inanmıyorum! Eğer sürdürülebilirse, bunun iyi bir şey getireceğine inanmıyorum!"
Ben bunları söyleyip sustuğumda ne diyeceğini bilemedi ve bir süre suratıma biraz afallamış halde baktı. Ardından da, "Yazık yazık, çok yazık!" dedi ve yanımdan kalkıp tekrar arkadaşlarının yanına volta atmaya gitti.
Yıllar sonra dışarıda, hiç içeri düşmemiş eski yoldaşlardan biri ile karşılaşıp sohbet etmeye başladığımda, kendisinden o gün nezarethanedeki sözlerimi duyacaktım. "Sen nerden biliyorsun?" diye sorduğumdaysa bana, "Ooo çok meşhur olmuş senin bu sözlerin." cevabını verecekti.
[3:29] "KAVGAM" ve MİLLİYETÇİ YAYINLAR
Hitler'in Nietzsche'den etkilendiğine, dahası Nietzsche'nin bazı öngörülerinin Avrupa'da Hitler'in doğuşunu haber verdiğine dair yorumlar okumuştum. Sıkça Nazilerin Nietzsche'nin görüşlerini çarpıttığı da söyleniyordu. Konu üzerine bir fikir sahibi olabilmek için Kavgam'ı sipariş ettim. Nietzsche üzerine yazılmış kitaplar bir yana, Nietzsche’nin kendi yazdığı dokuz kitabı okuduktan sonra, eğer ortada bir etkileşim varsa (en azından Kavgam’da), görebileceğimi düşünüyordum. Hitler’de Nietzsche etkisini incelemek kadar, politik kötülüğün standardı kabul edilen bir kişiyi kendi kaleminden tanımak da istiyordum.
Nietzsche’nin etnik milliyetçi ya da klasik bir Yahudi düşmanı olmadığına emindim. “İnsanca, Pek İnsanca” kitabında Yahudilerin de Avrupa halkları içinde asimile olmasına olanak tanınmasını, dışlanmamaları gerektiğini söylüyor; Yahudileri de içerecek bir Avrupa karışımından bir Avrupa ulusunun ortaya çıkarılması gerektiğini savunuyordu. Nietzsche’nin düşüncelerinde kökleri antik-Yunanistan'da olan, Hristiyanlık öncesi değerlerden ilhamını alan bir Batı kültür milliyetçiliği söz konusu olabilirdi en fazla. Bu kültür milliyetçiliğine, yine antik Yunanistan menşeili öjeni uygulaması da dahildi. Diğer yanda Hitlerin millet vizyonu Nietzsche’de olduğu gibi konstrüktivist özellikler taşımıyordu. Aryan olanlar vardı bir de Aryan olmayanlar. Nietzsche Alman toplumuna küçümseyerek bakarken, Hitler Almanları Aryan ırkının en üst seviyesi olarak görüyor ya da en üst seviyede bulunmaları gerektiğine inanıyordu. Bu farklar bir yana, ikisinin sosyalizme, demokrasiye, parlamenter sisteme eleştirilerinde kayda değer benzerlikler vardı.
Her ne kadar Nietzsche Avrupalı Yahudileri Avrupa toplumları içinde asimile etmeyi önermişse de, tarihsel olarak Yahudiliğe bakışı, onu kavrayışı Naziler için kritikti. Onun için Yahudilik, Batı kültürünün temelleri olan Yunan antik kültürüne bir başkaldırıydı. "Efendi ahlakı"na karşı "köle ahlakı", iktidar mücadelesini yeni bir teoloji ve etik ile yürütmüştü. “Yahudiye karşı Roma, Roma’ya karşı Yahudi” diye yazacaktı Nietzsche “Ahlakın Soy Kütüğü Üzerine” kitabında. Hitler ise “Roma’ya karşı Yahudi” misali, hem komünizmin hem de liberalizmin enternasyonalizminde milliyetçiliğe ve ulus devletlere karşı bir Yahudi isyanı/komplosu görüyordu.
O dönem yan odamda örgütle ilişkili, örgütün saydığı bir kişi kalıyordu. Bu kişi Ortadoğu ve su konulu bir kitap yazmak üzere örgütten izin alarak teklilere geçmişti; zira tekli odalarda daha rahat konsantre olabileceğine inanmıştı. Ona bir gün bir gözlemimden bahsettim, "Birkaç yıllık gözlemlerim sonucunda diyebilirim ki, devrimci mücadele içerisindeki kişilerin belki de yüzde sekseni Kürt." Güldü ve şöyle karşılık verdi, “Ne yüzde sekseni, yüzde doksanı Kürt’tür.”
Sahi, bu neden böyleydi acaba? Sosyalizm Türkler arasında rağbet görmezken, Türklerle çekişme içindeki halkların fertlerine neden bu kadar çekici geliyordu? Peki çekici gelen gerçekten de herkesin milli kimliğinden arındığı komünist bir dünyanın hayali miydi yoksa sol terminolojiye paketlenmiş bir milli muhafazakarlık, bir milli özgürlük mücadelesi miydi?
Hitler'in Kavgam kitabından bu sorulara dair cevaplar çıkarmaya başladım. Nasıl ki Almanya'da Yahudiler başta olmak üzere Alman olmayan unsurlar (Hitler’e göre) kendi milli menfaatleri için sosyalizm ve demokrasi mücadelesini bir amaç değil, bir araç olarak kullanıyorduysa, Türkiye'de de Türk olmayan unsurlar "halkların kardeşliği", "demokrasi mücadelesi", "devrimcilik" adı altında kendi gizli milli davalarını yürütüyor olmalıydı. Bu yolda Türk devletini zayıflatmak, daha iyisi ufaltmak, hatta mümkünse tümden yıkmak, azınlıkların milliyetçiliğine – milliyetçi ittifaklarına “sosyalist” bir alan açmak için gerekiyordu. Peki üç kuşak TSK mensubu bir soyun Türk evladı olarak, benim ne işim vardı bu Kürtlerin, Arapların, Boşnakların vs. arasında?! Onlar akıllıydı da bir ben mi enayiydim?!
Bu sorgulamanın akabinde piyasada ne kadar Türkçü/Türk milliyetçisi dergi varsa sipariş ettim. Ortadoğu ve Yeni Çağ gibi gazeteler okumaya başladım. Bir gün Yeni Çağ gazetesinde “Türk Solu” adlı bir derginin çıktığı haberini okudum ve merak edip bu dergiyi de sipariş ettim. Kısa zamanda okumaktan en heyecan duyduğum dergi de bu oldu.
Odamın gardırobunun üzerine Atatürk'ün bir resmini astım. Keskin bakışlarıyla ileriyi gösteriyordu. Bu resim yanımda kitap yazmakta olan "yoldaş"ın hiç hoşuna gitmedi. Odama misafirliğe geldiğinde her seferinde önce resme bir süre bakıyor, sonra da "Hey gidi Beton Mustafa!" diyordu. Havalandırmada voltalarımız tam bir ideolojik münazara alanına döndü. Dilekçe verip başka yere gitmek istediğini söylüyordu. Bense onunla tartışmayı eksiklerimi fark etmek için bir fırsat olarak görüyordum ve ne zaman ilişki koptu kopacak olsa, bir şekilde gönlünü alıp kalmasını sağlıyordum.
[3:30] KUBİLAY'A MEKTUP (1/2)
10 Ocak 2005
(...) Odamın kaloriferi yanmıyordu, ben de koridordaki kaloriferi yanan bir tekliye geçtim. A Tek 8'den A Tek 10'a. A Tek 8'in havalandırması üç odalıktı. Yani A Tek 7 ve 9 gündüzleri aynı havalandırmaya açılıyordu. Burada ise iki oda var. Bir benimki, bir de A Tek 11. Kuş kafesi gibi havalandırma. Bir de havalandırma duvarlarını jiletli tel örgülerle çevirdiler. Kapılardaki kilit yetmiyormuş gibi bir de sürgülü-asmalı şeyler çıktı. Tam hapishane havası...
(...) Şimdi gelelim nefret ettiğin ama bolca da icra ettiğin şu felsefeye. Örneğin mektubundan ilham alarak biraz irdeleme yapalım:
(...) Kubilay'ın karaciğeri, Kubilay'ın beyni ve Kubilay'ın kalbi... Hiçbiri Kubilay'ın değil ama hepsi Kubilay'ın. Nerde bu Kubilay? Yoksa "7" gibi "Kubilay" da mı yok!? "7" gibi "Kubilay" da mı soyut?
(...) Mücadele etmek enerji sarf etmek, çabalamak demektir ve her mücadele bir istek veya ihtiyaçtan kaynaklanır. İnsanın kendine yabancılaşması aynı zamanda istek ve ihtiyaçlarına da yabancılaşmasıdır. Bir insanın kendisi de dahil tüm her şeye yabancılaşması, tüm yaşam dinamiklerini baltalar. Köksüz bitki gibi rüzgarda savrulunur. Nitekim yaşadığım tam da buydu. Herkesin ve her şeyin "öteki" olduğu vakit yaşanan ruhsal yangını var sen düşün.
(…) Sence en son mektubumdaki hayalim, yani dağ başında bir kulübede tek başına, kendi içime kapanarak yaşamam beni mutlu kılabilir mi? Hazları, neşeleri, coşkuları yaşatabilir mi? Hayır. O halde her şeyi saçma bulan, herkese yabancılaşmış, sonunda her şeyden uzak kalmak isteyen, çürüyüşe geçmiş bir gencin arzusuydu. Neyse ki içimdeki yangın beni küle çevirmeden ona hakim oldum.
(...) Peki yabancılaşma vazgeçişe ve edilgenliğe, dolayısıyla mutsuzluğa, hüzne, ıstıraba yol açıyorsa, ne yapılmalıdır ki yabancılaşma süreci tersine çevrilsin?
Cevap veriyorum: Yabancılaşmanın panzehiri sahiplenmedir. İnadına!
Evvela diyeceksin ki: "Kubilay" yok değildir vardır. Soyut değildir, somuttur. "Kubilay" bu zamanın ve bu mekanın, bu coğrafyanın ve bu toplumun ürünüdür ve o ürün benim! Ben Kubilay'ım.
Hayatta 7 ile 8 arasında bir ayrım yoktur. Ali ile Veli arasında bir ayrım yoktur. Ancak biz insanların düşünmesini sağlayan mantık bu ayrımlar üzerinden işlemektedir ve bu işlem insanı insan kılmıştır. Hayat anlamsız bir bütünlüktür ki o bütünlük içinde 7 ile 8 de, Ali ile Veli de erir; birleşir ve tanım denilen sınır çizgileri yok olur. O halde "yok olmamak" için ayrımlar oluşturmalıyız. Oluşturulmuştur da zaten. Böylece 7 ile 8 arasındaki sonsuz rakam pratik hayat düzleminde dışlanmıştır. Böylece ÖTEKİ doğmuştur. İyi ki de! Çünkü kendi "var"lığımızın sınırlarını ötekinin sınırları/tanımı üzerinden oluştururuz. Erkeğin ötekisi kadındır. Niye? Çünkü erkek kadından farklıdır ve bu farklılıktan/ötekilikten ötürü "erkek" diye bir şey vardır. Ne "erkek" olurdu "kadın" olmasa, ne "kadın" olurdu "erkek" olmasa. O halde "Kubilay"ı Kubilay yapan ötekisidir. ÖTEKİ OLMASAYDI MÜCADELE DE OLMAZDI. Öteki var ki savaş var! Savaş var ki zafer var! Güçsüz var ki güçlü var!
İnsanı çürüten nedir biliyor musun? SAVAŞMA İHTİYACInı dışındaki öteki üzerinden değil de, kendi kendini ötekileştirerek, kendi üzerinde, içinde savaşarak gidermeye çalışmasıdır. Savaş her zaman yıkımı da getirir. İnsanın kendini savaş alanı haline getirmesi de kendini yıkıma uğratması demektir. Bundan kurtuluş dış düşmana karşı iç birliktir. "Öteki"yi kendi dışında kuracaksın.
13 Ocak 2005
Kendi üzerimden düşünmeye devam ediyorum. Beni tanımlayan unsurları birer birer elden geçiriyorum. Bugün "genç"im, yarın değil. Bugün belki sınıfsızım, belki küçük burjuva ancak bu değişmeye son derece açıktır. Piyango vurur belki, sonra bakarsın işçi/proleter olarak devam ederim. Bugün tutukluyumdur, yarın değil. Bu tanımlamaların hepsi geçicidir; bir süreci yansıtır. Beni tanımlayan çok daha kalıcı unsurlar bulunmakta ama. Örneğin erkek oluşum. Erkek doğdum, erkek öleceğim. Ama artık cinsiyet bile günümüzde değiştirilebilmektedir. O bile hormonuyla, cerrahi operasyonlarıyla kalıcı olmak zorunluluğundan çıkmıştır. Peki sorarım kim beni Türk olmaktan farklı kılabilir? Türklüğümü İngiliz ya da Rus yapabilecek bir teknoloji var mı? Hayır. İşte bu özellik insanların yaşamları boyunca sahip olabilecekleri en kalıcı yegane özellikleridir.
(…) Ben her bir özelliğimizin karşıtı üzerindeki egemenlik talebini başat güdü olarak tespit edip, bunun yanına kendi özelliklerim arasında Türk olma özelliğimin en kalıcı ve en köklü özellik olduğunu koyduğumda, Türklüğün çıkarları yönünde bir savaşımın/mücadelenin benim için en sağlam ötekiliği kendi dışımda kurma yolu olduğunu düşünüyorum.
Yabancılaşmanın panzehiri sahiplenmedir demiştim. İşte bir sahiplenme örneği: TÜRKÜM!! (Kol-um, burun-um, vatan-ım, ırk-ım, TÜRK-lüğüm...)
Bu yöneliş insanı soy şuuruna sevk eder. Türk tarihini bilmek, Türkün değişmez özelliğinin köküne inmesidir. Dedenin dedesinin dedesini bu tarihsel bilinç ile kavrarsın. Türk dili ve edebiyatı, Türk halk/sanat müziği vb., Türk halk oyunları, Türk mitolojisi vs. vs... Hepsi ben-im. Sahipleniyorum. Sahiplendikçe tanıma isteği duyuyorum. Ve tanıdıkça yabancılaşma sendromundan eser kalmıyor. Bu büyük ailenin bir mensubu olduğumu duyumsayarak, tarihte 16'sı büyük imparatorluk, toplam 113 devlet kurmuş olduğumuzdan, Atatürk gibi bir dahi var ettiği-miz-den gurur duyup şimdiki hak etmediğimiz aşağı konumdan utanç duyuyorum. Yabancılaşma sürecinde ilgisizleşirken, şimdi dünyanın öte ucunda dal kıpırdasa "Bu bize(!) iyi mi kötü mü?" diye sorar oluyorum. Sahiplenme ben-im diyerek birleşmektir. Benim büyük ailem Türk milleti. Benim büyük yuvam Türkiye'den de öte tüm Türki cumhuriyetleri içine alır.
[3:31] KUBİLAY'A MEKTUP (2/2)
17.02.2005
Aaaah Kubilay ah! Ne diyeyim sana bilemiyorum ki! "çok sıkıyor" dediğin "felsefe"yi nasıl tanımlıyorsun? En merak ettiğim bu. Bir ikincisi benden ne talep ettiğin? "Felsefe" Türk Dil Kurumu sözlüğünde dördüncü madde de "Dünya görüşü", beşinci maddede ise "Bir konuda soyut düşünüş" olarak tanımlanmış. Benden ne yazmamı istiyorsun, samimi olarak soruyorum. Ne yazayım? Ben bir şey yazmadan önce "acaba bu sefer nasıl felsefi bir şey yazsam?" diye kendime soruyorum mu sanıyorsun?
Bir insanın davranışlarını anlayabilmek için önce onun düşüncelerini bilmek gerekir. Sana kendimi anlatabilmek için düşüncelerimi anlatıyorum. Ne bir eylemi, ne de bir mekanı paylaşabiliyoruz. Paylaştığımız duygular ve düşünceler ve de onların hayal dünyamıza yansımaları. Bu noktada bir "dünya görüşü" paylaşımı ve onu oluşturma süreci paylaşımı söz konusu.
Hapishane yaşamını az çok tahmin ediyorsundur herhalde. Burada her gün birbirinin kopyasıdır. Farklılıklar tarihtedir. Farklılıklar okuduklarımızda, düşündüklerimizdedir. Farklılıklar izlediğimiz televizyonda, konuştuğumuz sohbettedir. Ama günler hep aynı saatte sayım, aynı saatte kapı açılması, aynı saatte okuyup, aynı saatte sohbettir. Bu yüzden sana "Bugün şunu yaptım." diyemem. Sana "Bugün şunu düşündüm." diyebilirim.
(...) İnsan ömrü günümüzde ne kadardır? Atıyorum yetmiş beş yıl. Geleceği gören bir kahin sana deseydi ki; "Sen yüz yaşına kadar yaşayacaksın." mutlu olurdun. Ancak insan ömrünün ortalamasının iki yüz elli yıl olduğu bir zamanda yaşıyor olsaydık, bu kahinin sözü büyük ihtimal seni kahrederdi! Halbuki iki durumda da yüz yıl yaşıyorsun. O halde mutluluğun kıyaslama ile mutlak bir bağı var. Bir önceki mektuba atfen, demek ki mutluluğun "öteki" ile alakası var.
Bunun evrimsel sebepleri vardır. Doğanın insan üzerindeki mutlak tahakkümünün söz konusu olduğu yıllardan beridir, "en iyi" olan "en çok"u almıştır. Rekabet en temel dürtü olarak içimize işlemiş. Bu nedenle en iyi olmak, en iyi olmasak bile, en iyiler arasında yer almak isteriz. Bunun için çabalar, kapışır, hatta ölümü, şiddetli acıları göze alırız. Amacımıza ulaştığımızdaysa aldığımız haz, muhakkak ki karnımızı doyurmaktan aldığımız hazdan fazla olacaktır.
Bence çok temel iki ayrım var: biri etkinlik, diğeri edilgenlik. Bazı insanlar etkindir, bazılarıysa edilgen. Duygular, toplumlar vs...
Mutluluk konusu özgünlüğünde ele alırsak, mutluluğun da etkeni edilgeni vardır. Ve etkin mutluluk etkin eylemin getirisi olan bir mutluluk türü olup etkin insanlara mahsustur. Elmasın oluşumu kadar zor elde edilen ama elmas kadar değerli bir mutluluk.
Bizler elbet mutlu bir hayat sürmek istiyoruz. Ama mutluluktan anladığımız ne? Mutluluk tüm siyasal söylemlerin vaadidir. Peki mutluluğun siyaseti ne?
(...) Siyasal mutluluk nedir? Bu soru yine bir önceki mektupta geçen "biz" olgusuyla ilgilidir. Yine doğada ve toplumda rekabet kadar birlik olma da hayati önem taşıyan bir hadise. Birlik olmak, rekabetle beraber "onlar"dan iyi olmaya çalışan, "onlar"dan etkin olmaya çalışan "biz"i kurar ki bu en üst düzeyinde siyasete tekabül eder.
(…) Hakikaten de "Din ve millet savaşları binlerce yıldan beri insanlığın başına bela." mıdır? Burada kilit kelime -insanlık-. İnsanlığa baktığımızda pek çok kez kendi içinde ayrıma tabi olduğunu görüyoruz. Görüyoruz ki din ve millet savaşları bazılarına yaramış! Öyle herkesin başına bela olmamış. İstanbul'un fethi doğal olarak fethedilenin hoşuna gitmemiştir ancak, Osmanlı'ya yaradığı kesin. Bu nedenle birilerinin zararına olanın diğerinin yararına olduğunu söyleyebiliriz. Ve de tersini.
(...) İlerlemeyen geriler. Gelişmeyen yok olur. Neden? Çünkü diğerleri seni gölgede bırakır. Tıpkı bir ormandaki ağaçların güneş ışığından aslan payını alabilmek için birbiriyle büyüme yarışı yapması gibi. ["Ve bir orman gibi kardeşçesine" diyemiyoruz] Büyümeyen ağaç büyüyenlerin altında kalacak, onların yaprakları tepesinde bir şemsiye olup onu güneşsiz bırakacaktır. Yaşam dinamiktir. Toplumsal yaşam da, milletsel, ulusal varoluş da böyledir. Barışçı bir ulus da aynı büyümek istemeyen bir ağaç gibi büyüyen uluslar tarafından yok edilirler. "Milliyetçilik ile savaşmalıyız." diyenlerin, milliyetçi unsurlar karşısında şansı yoktur.
(...)"Kendi kökenini araştırırsan belki de Türk olmadığını göreceksin." yazmışsın. İtiraf ediyorum: babam Nijeryalı, annem de Japon! Sevgili Kubilay arkadaşım; sendeki bu sendromun adı bence Türk olma korkusudur. Hani diyorsun ya: "Ben Türk değilim, Kürt de değilim, Laz da değilim, Çerkes de değilim vs.. vs." Sanırım bir millete ait olmayı saf olmak sanıyorsun. Yani "saf Türk olmadıkça o kişiye Türk denmez" gibi! Vallahi ben de isterim doğrusu katıksız %100 bir Türk olmayı. Yaşayan ve ölmüş tüm akrabalarım kendini Türk olarak ifade ediyor. Ama örneğin anneannemin beş kuşak öncesi için bir araştırma yapamıyorum. Zaten gerekmiyorda. Dünyanın hiçbir coğrafyasında saf kalmış bir millet yok. ANCAK şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: bu 240 milyonluk Türk nüfusu aslında kabaca tarif edersek, "Türk kökenli" insanlar toplamıdır. Belki Ali %60 Türktür de Osman %45'tir, Ayşe ise belki %82! Sonuç itibariyle bu insanların anadili Türkçe ise, ortak bir tarih, din, kültür birliği varsa, daha ne gerek bu insanlara "aynı milletin insanları" demek için?
Örneğin Türk dili!... Türkçe tüm Türklerin, yani 240 milyonun konuştuğu dil. Ancak lehçe denen bir hadise var.
(...) Bu gibi farklılıklar kültür ve yaşayışlarımızda da görülebilir. Elbette farklılıklar olacak. Tıpkı aynı bitkinin farklı renkte çiçekleri gibi. Biz de aynı kök, aynı gövdeyiz. Ama dallarımız var: Gagauzlar, Tatarlar, Kırgızlar, Kazaklar, Özbekler... Hepsi Türktür. Bir başka benzetme de anne babaları aynı kardeşlerin arasındaki farklılıktır. Belki birisi Türkiye Türklerinin halasının oğludur da, diğeri dayısının kızıdır!? Sonuçta menşeimiz, yani kökümüz ortaktır. O kök de Türklüktür.
"Ama milliyetçilik de görecelidir. Al, örnek ben. Daha düne kadar Türk olduğumu söylerdim. Ama artık Türk değilim." yazmışsın. Sevgili arkadaşım, kusura bakma ama gülünç buluyorum bu ifadeni. Bu din değil ki "Dün öyleydim, bugün böyleyim." diyesin. "Türküm ama bununla övünmüyorum; övünecek bir şey de bulamıyorum." desen bu görüş ve beyanının bir ciddiye alınırlığı olurdu. Ancak böylesinin pek olmuyor.
"Bir eksiklik hissetmiyorum. Bu bizim günlük yaşamımızı nasıl etkileyebilir?" yazmışsın. Evet üzerinde düşünülmesi gereken bir konu. Benim düşüncem şu: Bu bir çap meselesidir. Bazı insanlar küçük düşünür, bazıları ise düşünce sınırlarını geniş tutmayı tercih eder. Bazı insanlar elbisenin hangi marka olmasını, yiyeceği yemeğin nerede yeneceğini, ne yeneceğini düşünürken, bazı insanlar insanı hayvandan ayıran soyut düşünebilme yetilerini daha fazla kullanıp farklılaşırlar.
Goethe şöyle diyor: "Büyük zekalar fikirleri, vasat zekalar olayları, düşük zekalar kişileri tartışır." Belki biz büyük zeka değiliz ama en azından gayret gösterebiliriz. Aristotales ise şöyle diyor: "Politika bilmeyene insan denmez." Peki ya ne denir? Herhalde insansı. Çünkü yalnızca yiyip, içip, yatmak üzerine düşünmek hayvansılıktan öte ne olabilir?
Politik düşünürsek ne hayrı olabilir Türk olmanın? Aslında yanlış bir konumlandırma çünkü dünya devletler, milletler, bireyler, tek bir bakış açısıyla anlaşılamazlar. Din bir faktördür. Milliyet, sosyal tabaka birer faktördür. Coğrafya, tarihsel farklılıklar birer faktördürler. Ve bizler bir olguya, fikre yahut kişiye ne kadar çok bakış açısıyla bakarsak, onu o derece iyi kavrarız. Diyeceğim milliyet faktörünün bazı şeyleri anlama ve anlamlandırma sürecinde ele alınmasının, göz ardı edilmemesinin faydalı olacağıdır. Şayet bu faydayı bir fark edersen, sonrasında onsuzluğun eksiklik olduğunu da hissedersin.
Günlük yaşamımıza etkisi, düşünselliğimize etkisidir. Daha önce yazdığım gibi: insanların davranışlarını anlamak için düşünceleri anlamak şarttır. Yeter mi dersen, elbette ki hayır!
(…)"Türk tarihinde pek övünülecek bir şey göremiyorum." yazmışsın. Ne kadar biliyorsun ki Türk tarihini?
"Bir toprağı aldıklarında orayı fethederler, oraya huzur götürürler. Toprağı gerçek sahipleri aldığında, 'düşmanlar işgal etmiş' olur." yazmışsın. Ben bir toprağın sahibi olduğunu düşünmüyorum; nihai anlamda toprağın sahibi gezegendir. Milletler toprak alır, toprak kaybeder. Doğal bir süreçtir. Kimin gücü kime yeterse. Ayrıca kimse gerçek anlamda "huzur götürmek" için fethedilmez.
"Bizim kitaplarımızda fetihten sonra bütün kadınların kızların ırzına geçildiği yazmaz." yazmışsın. Bizim kitaplarımızda yazmıyor olabilir. Peki sen bu bilgiyi nerden edindin? "Bizim olmayan" kitaplardan mı? Bir de varsa söyle, kimlerin kitabında yazıyor "Biz ırza geçtik, katliam yaptık." diye? Bizim ülkemizde Türk düşmanlığı çok prim yapıyor. Birileri birilerine yaranmak için Türkleri karalamada yarışabiliyor.
"Padişahlarla gurur duyarlar, aklım almıyor bunu. Diktatörleriyle gurur duyuyorlar." yazmışsın. Benim bildiğim, tarihte diktatörlüğü ilk savunanlar sosyalistler-komünistler olmuş. "Kapitalizm burjuva diktatörlüğüdür. Biz proletarya diktatörlüğünü, yani sosyalizmi savunuyoruz." demişler. Bu anlamda Ruslar kendi diktatörlerine, Çinliler kendi diktatörlerine saygı duymuşlar.
Bugün "bizim tarihimiz" olan, daha doğrusu bir parçası olan Osmanlı'nın padişahlarıyla gurur duyanlar, daha çok "Türk-İslam sentezi"ni savunanlar. Osmanlı'nın İslamı ön planda tutan tavırlarını hoş buluyorlar anlaşılan. Laik Cumhuriyet'i pek içlerine sindirememiş olsa gerekler. Ben o tarihi de "benim tarihim" olarak sahipleniyorum. Çünkü tarihimiz. Ancak bu onunla gurur duyduğum anlamına gelmez. Tarihsel olarak daha da gerilere gidersek, maymunlarla ortak atamız olan prokonsullara varırız ki elbette sahiplenmenin zorunlu, gurur duymanınsa imkansız olduğu bir durumdur!
[3:32] HUKUK REFORMLARI ve TAHLİYE
Bir yandan otoriter bir düzenin hayallerini kuruyor, diğer yandan da hükümetin yargıda demokratikleşme paketlerinden medet umuyordum. İmkanı olsa benim gibi "terör suçluları"nı mahkemeye bile çıkarmadan ölümle cezalandıracak kişilerin yayınlarını takip ediyor, ama bir sonraki hukuk reformunu da sabırsızlıkla bekliyordum.
Eylül 2004'de Türk Ceza Kanunu'nda, Aralık 2004'de ise Ceza İnfaz Kanunu ve Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nda değişiklik yapıldı. İyi hal ile dokuz buçuk yıl yatar ceza, dört buçuk yıla düştü. Yaş küçüklüğünden yararlanmam halinde (ki avukatlarım bunun için bastırıyordu) bu süre üç yıl iki ay kadar bir süreye tekabül edecekti. Benim tutuklu yargılanmam ise üç yıl üç aydır devam ediyordu. Dolayısıyla 6 Nisan 2005'te çıkarıldığım mahkemede (tutuksuz yargılanmak üzere) dava arkadaşlarımla birlikte tahliye edildim.
Ring aracına binip Tekirdağ F Tipi'ne geri gittik. Eşyalarımı toplamak için odama döndüm. Torbalara doldurduğum eşyalarla birlikte cezaevinden çıktığımda annem ve babam dışarıda beni bekliyordu. Eşyaları arabaya yükledim ancak onlarla beraber gitmeme izin yoktu. Askerlik yaşım gelmiş olduğundan beni jandarma teslim aldı ve askeri bir araçla askerlik şubesine götürüldüm.
Cezaevinden çıktığım gibi askere alınmam söz konusuydu. Bu pek de arzu ettiğim bir şey değildi. En azından bir süre üzerimdeki hapishane havasını atmaya ihtiyacım vardı. Bir gece jandarma nezarethanesinde kalmam gerekti. Ertesi gün ise hakkımda karar açıklandı. Annemin bir akrabasından istediği yardım ne kadar etkili oldu bilmiyorum ama, askere alınmadan önce yedi aylık ek süre verdiler. Böylece askeriyeden serbest bırakılarak “özgürlüğüm”e kavuştum.