top of page

Bölüm 2

[2:1] AİLE İÇ SAVAŞI BAŞLIYOR

Sınıf arkadaşlarımı etkilemek gayesiyle, lise 3'te öğretmenlerle daha fazla politik tartışmaya girmeye başladım. Bir yandan da okulda sola eğilimli öğrencileri tespit etmek durumundaydım. Tek çocuk olarak büyümüş, kolay sosyalleşemeyen, pek arkadaş canlısı da olmayan bir çocuk olarak kabuğumu kırmak mecburiyetindeydim. Yabancılarla hiçbir sohbet fırsatını kaçırmamalı, başlayan bir sohbeti ilerletmeyi bilmeli, herkesle bir ortak nokta bulmalı ve akabinde ilişkiyi korumak için bakımını sağlamalıydım. İlişkide bulunduğum kişilerin karakterini, fikirlerini, kapasitesini analiz etmeli, üzerinde çalışmaya değeceğini düşündüğüm kişileri zamanla mücadele saflarına kazandırmalıydım.

Kısa zamanda çocukluğumun geçtiği Pendik-Kadıköy sahil hattından Anadolu yakasının gecekondu semtlerine taştım. İstanbul'un çok farklı bir yüzüyle tanışıyordum artık. Tek katlı sıvasız evler, yer sofraları, yer yatakları, farklı bir hikaye ile İstanbul'da geçinmeye çalışan insanları tanıyordum. Yoksul mahallelerin liseleri etrafında toplantılar, faaliyetler tertipliyordum.

Ailemde kimsenin faaliyetlerimden haberi yoktu. Tüm faaliyetlerimi günübirlik gerçekleştiriyor, akşam olduğunda evde oluyordum. Ağzım da sıkıydı. “Günün nasıldı?”, “Ne yaptın ne ettin?" sorularını "İyiydi. Arkadaşlarla takıldım işte öyle." deyip geçiştiriyor, "Senin nasıldı?" diye sorarak karşı hamle yapıyordum. Ancak bu günübirlik rutinin içine saklı gizlilik, sıra F Tipi Cezaevler ve 3717 sayılı Terörle Mücadele Yasası'nı protesto etmek için Şişli CHP'de üç günlük açlık grevine geldiğinde değişti. İşte o zaman annemin karşısına geçtim ve açlık grevi olacağından, benim de katılacağımdan bahsettim. Annemin başından aşağı kaynar sular dökülmüş gibiydi.

"Hayır, katiyen olmaz böyle bir şey!"

Sorular soruları getirdi ve ben ona bir süredir mücadele içerisinde olduğumu söyledim. Bana anlayış göstermeyeceğini biliyordum. Kızgın ve kararlı şekilde "Kesinlikle hayır." demeye devam ediyordu. Ya geri adım atacaktım ya da sinir savaşını tırmandıracaktım.

"Peki o zaman üç günlük açlık grevine gitmeme müsaade etmiyorsan ben de evde, tam da senin gözünün önünde on günlük açlık grevine giriyorum." dedim. Bakkala gittim ve yarım kilo şekerle eve döndüm; zira açlık grevinde kan şekerinin düşmemesi ve bayılma olmaması için arada şeker tüketmek gerektiğini öğrenmiştim. Odada kendime grev köşesi hazırladım. Damacana suyum, şekerlikte şekerlerim yanımdaydı. Devrimci marşlarımı da açtım ve grevim böylece o gün, orada başladı!

[2:2] AÇLIK GREVİ

Eylül, 2000 - Şişli CHP'de düzenlenen açlık grevinin 1. günü. Ben de grevciler arasında yerimi almışım. Annemse başımda duruyor! Evde başlattığım eylemden sonra, baktı olacak gibi değil, üç günlük açlık grevine katılmama müsaade etti ve beni on günlük açlıktan kurtardı. Kimlerle, ne tip insanlarla olduğumun merakından o da yanımda veli toplantısına gelmiş gibi bulunuyordu.

Eylemcilerin büyük çoğunluğu üniversite öğrencisiydi. Konuşkan, sosyal insanlardı. İçlerinden biri de ilerleyen süreçte ölüm orucunda hayatını yitirecek olan Zehra Kulaksız'dı. Annemle oldukça ilgilendiler ve o da bu ilgiden memnun kaldı. "Merak etmeyin siz teyzecim. Burada o güvende. Biraz aç kalacağız ama bu da demokratik bir hak arayışı." dedi bir genç. Mekanın CHP olması da biraz olsun içini rahatlatıyordu. Birkaç saat sonra eve dönmeye ikna oldu. Bana da ortamın keyfini aç acına çıkarmak kaldı.
[2:3] İLK GÖZALTI
İlk kez gözaltına İstanbul'da ABD konsolosluğu önünde Filistin lehine İsrail'i protesto ederken alındım. Bana nerede, saat kaçta olmam gerektiği söylenmişti ve ben de isteneni yerine getirmiştim. Filistin - İsrail meselesi üzerine bilgi birikimim tanklara taş atan çocuk resimleri görmekten ibaretti.

Protestoya yirmi iki kişi katılmıştı. Önce uyarı geldi: "Yaptığınız gösteri izinsizdir ve yasal değildir. Dağılın yoksa gözaltına alacağız." Yere çöktük ve kol kola kenetlendik. Etrafımız bizden hayli kalabalık olan çevik kuvvet polisi tarafından sarılmıştı. Slogan atmaya devam ettik. Tek tek çekip kopararak gözaltına almaya başladılar. Slogan atmaya devam ederek polise direniyordum ancak çok uzun sürmedi. Sonunda kaçınılmaz bir şekilde kendimi çevik kuvvet aracı içinde buldum. Tam bir curcunaydı. İtiş kakış, bağrışmalar...

İlkin birkaç darbeyle beni bir kenara sıkıştırdılar ve sonrasında daha büyük yaştaki kişilere odaklandılar. Ağzıma ne gelirse söylüyordum. İlgiyi üzerime çekmeyi başarmıştım. İki çevik kuvvet polisi dönüp bana vurmaya başladı. Onlar vurdukça ben de sövmeye devam ettim. Araç hareket etti. Bu arada beni koltuktan indirip aracın ortasındaki koridora yatırdılar. O zamana kadar babamdan bir tokat bile yememiştim. Yüzükoyun yattığım koridorda bir polis sırtımda duruyordu. Sol tarafımdaki koltukta bir göstericiyi kıstırmış polis bağırdı:

"İnsan ol insan!"
Karşılık verdim:
"Sen insan mısın ki bana insanlığı öğretiyorsun?"

Sırtımdaki polis ayağıyla beni çiğnemeye başladı. Solumda ve sağımda oturan polisler de oturdukları yerden birkaç tekme attılar. Önümdeki bir polis başıma tekme atarken, koridorun aşağısından da bir polis bacaklarıma vuruyordu. Arkalardan bir eylemci bağırdı:

"Vurmayın lan çocuğa!"
"Sen sus lan!"

Bu sefer de ona yöneldiler. Ben yattığım yerden sesleri işitiyordum. Ayağını ritmik bir şekilde yere vurmaya başladı.

"Vurma ayağını!"
Ayağını vurmaya devam etti.
"Vurmasana lan o..çocuğu"

Aynı şekilde ayağını yere vurmaya devam ediyordu. Polisin inen darbe seslerini duyuyordum. Ama o ayağını yere vurmaya devam etti. Polis büyük bir öfkeyle "Vurma diyorum lan! Vurma!" diye bağırırken, eylemciye çarpan darbe sesleri araçta yayılmaya devam ediyordu. Eylemci durmadı, ayağını ısrarla yere vurdu, vurdu, vurdu. Bir irade savaşıydı bu. Bir polis sonunda dayanamayıp müdahale etti:

"Tamam ya, uğraşma bu geri zekalıyla. Bunlar insan değil. Bırak, değmez!"
"Kelepçeyi getirin."

Araç içinde ben de dahil beş kişiyi kelepçelediler. O gün orada o eylemcinin küçük çaplı irade savaşı aklıma ve yüreğime kazındı. Araç Terörle Mücadele Şubesi'ne vardığında bir polis beni kastederek, "Kaldırın bunu." dedi. Kollarıma girip yerden kaldırdılar ve koltuğa oturttular. Kafamı boynumun üzerinde tutamıyordum, devriliyordu; bir yere dayadım. Çocukluktan beri hayatımda sınıf kavgası, mahalle kavgası hiç eksik olmamıştı ama, dövüşmek başka, dayak yemek başka.

Minibüste bekliyorduk. Önde oturan bir sivil polis:
"Asit kuyusuna atacaksın bunları. Kemikleri bile kalmayacak."

Yanına oturtulduğum kişide hiçbir hasar yoktu. “Ne var bu kadar diretecek? Gözaltına alındıktan sonra direnmenin bir anlamı yoktur." dedi. Daha az önce bir eylemcinin nasıl ufak bir destan yazdığına tanık olmuşken, bu eylemcinin soğukkanlılığı beni şaşırttı. Söylediğinde bir mantık vardı, ama duygu göremiyordum. Biraz daha mantıklı olacak olsa, evinde oturmayı seçebilir gibi geliyordu.

Yarım saat sonra kendime gelir gibi oldum. Bazı eylemciler dönüp suratımı inceliyor, sonra da gülerek "Aferin aferin." diyorlardı.
Sonunda şubeye alındık. İsim, soyad, parmak izi alındı; fotoğraflar çekildi. Telefon açmama da izin verdiler. Anneme telefon açtım: "Anne ben karşıdayım. Biraz geç geleceğim. Bilgin olsun."

Birkaç saat sonra bırakıldık. Avrupa yakasından Anadolu yakasına geçtim. Kadıköy'den de trenle Pendik'e... Yolda insanlar sık sık dönüp bana bakıyordu. Üzerimdeki elbise yırtılmıştı ve yüzümde kan vardı. Pendik istasyonunda indikten sonra eve yürürken bir çiçekçiye girdim ve kırmızı tek bir gül aldım. Eve az kala sınıf arkadaşlarımdan Bora ile karşılaştım.

"Bu ne hal?"

Hiç de açıklama yapasım yoktu. Benim aklım biraz sonra annemin nasıl bir tepki vereceğindeydi.

"Ne olsun işte, kavga dövüş. Hadi yarın görüşürüz. Şimdi gitmeliyim."
Apartmanın dış kapısında zile bastım, kapı açıldı. Asansöre binip ikinci kata çıktım. Daire kapısı çaprazlamasına asansöre bakıyordu. Asansör kapısını ayağımla ittim ve dışarı çıkmadan önce elimdeki gülü asansörden dışarı çıkarttım. Birkaç saniye sonra da kendim çıktım. Annem beni gördüğü gibi dizlerini dövmeye başladı:

"Ah ah ah ah!"

Yavaş adımlarla eve girdim. Kısa bir açıklama ve annemin ağlamasının yatışması sonrası beni soyup yatağa yatırdı. Sırtım, kollarım, bacaklarım çoktan morarmış. Söylediğine göre saç diplerimde bile kan varmış. İlaçla bütün vücudumu ovdu. İlk gözaltı deneyimim de böylece anne şefkatiyle tamamlandı.

İlerleyen zamanda bir haber alacaktım. O gün çevik kuvvet minibüsünde yanına oturtulduğum kişi, ajan olduğu iddiasıyla kafasına tek kurşun sıkılarak örgüt tarafından infaz edilecek ve izinsiz gösteri yapmaktan yargılandığım ilk davada, ismi "ölüm" nedeniyle listeden düşecekti.
[2:4] İLK SEVGİLİM 
Eski kolejimde sınıf arkadaşlarımdan biri de Duygun’du. Ben zar zor sınıf geçerken o her sene sınıfı birincilikle bitiriyordu. Ciddi ve mesafeli bir tarzı vardı. O da benim gibi tek çocuk olarak büyümüştü. 8 Mart’a özel, bir okul etkinliğinde sahneye çıkıp özgüvenle İtalyanca arya söylediğinde, daha da dikkatimi çekmişti. Ben okuduğum Anadolu teknik lisesinde berbat bir öğrenci olmaya devam ederken, o da devam ettiği kolejin lisesinde sınıf birincisi olma geleneğini sürdürmüştü.

Bir gün rüyasında beni hasta halde görmüş ve merak edip aramış. Uzunca bir telefon konuşmasından sonra birbirimizi tekrar görmek için randevulaştık ve ben onunla buluşmak için "şımarık burjuva çocukları"nın okuduğunu düşündüğüm eski okuluma bir ziyaret gerçekleştirdim. Sıcak bir karşılaşma sonrasında arkadaşlık yerini sevgiliğe bıraktı.

Kadıköy'de buluştuğumuz bir gün, Moda’da el ele yürüyüp gezdikten sonra onu yoldaşlarımla tanıştırmaya bir etkinliğe götürdüm. Bir toplantı salonunda üniversiteli öğrenciler buluşmuş, müzik dinleyip halay çekiyorlardı. Kız arkadaşımla birlikte gitmem tanıyanların yüzünü güldürdü. Her yeni insan, her yeni yüz bir enerji kaynağıydı.

Bir saat sonra dışarıdan gelen birkaç üniversiteli saldırıya uğradıklarını, intikam için toplanıp harekete geçmek gerektiğini söyledi. "Ben de geleyim." dedim ve kız arkadaşımı yeni tanıştırdığım insanların yanında bırakıp, dağıtılan sopalardan birini de alarak Marmara Üniversitesi'ne doğru yola çıktım. Hava kararmıştı. Üniversite etrafına ekipler halinde dağılıp devriye gezmeye başladık. Kim hedef grupla karşılaşırsa telefonla diğer ekiplere bildirecek ve saldırı başlayacaktı. Epey bir dolanıp durduk ama karşılaşmak istediklerimizle karşılaşamadık.

Aradan birkaç ay geçti. Yöneticim "romantik bir ilişki"si olan bana uygun ideolojik bakış açısını anlatıyordu:

"'Selvi Boylum, Al Yazmalım' filmini izledin mi? Orada Asya aşk ile sevgi arasında kalıyor ve sonunda sevgiyi seçiyor. Bizim de ilişkilere bakış açımız bu yöndedir. Sevgi nedir? 'Sevgi emektir.' Biz de sevdiğimiz için emek harcamalıyız. Biz devrimciyiz. Sevgimiz kavgadan ayrı değildir. Sevdiğimiz insanı mücadelemize katmak için elimizden ne geliyorsa yapmalıyız. Bizi düzenin içine çekmesine izin veremeyiz. Devrimcinin aşkı devrimdir. Sevgilimiz, bizimle mücadelemizi paylaşan kişidir."
[2:5] İÇKİ, APTAL CESARETİ, DEVRİMCİ MÜZİKLER
Annem ürettiği bir bavul dolusu İznik çini tabağı ile birlikte İznik'e gitti. Orada tabakları fırınlatacak ve görüşmelerde bulunacaktı. Ev birkaç gün bendeydi. Sınıftan bir arkadaşımı çağırdım. Planda rakı balık yapmak var. Birinci gün yiyip içtik. Sarhoş olduk olmasına ama kör kütük değildi. Bir günümüz daha vardı. Kalan o son günde niyeti iyice bozduk. Doğru dürüst yemeden hızlı hızlı içmeye başladık.

Bir yandan içiyor bir yandan sohbet ediyorduk. Fonda da devrimci müzikler çalıyordu. Bir süre sonra kafamız iyiden iyiye gitti. Sarhoş halde devrimden, insanlık namına ölmekten, arkadan gelenlere güzel bir miras bırakmaktan bahsediyordum. Bir baktım arkadaşım yemek bıçağını almış koluna çizik atıyor.

"Ne yapıyorsun?"
"Ya o kadar içmişiz ki, acı falan pek duymuyorum."
"Faça mı atıyorsun yani sen şimdi?"
Güldü.
"Faça öyle atılmaz. Ver bakayım."

Bıçağı elinden aldım ve koluma bastırıp hızlıca çektim. Kolumda bir yarık oluştu. Arkadaşım da ben de koluma hayretle bakıyorduk. Kan kolumdan akmaya başladı ve durdurmakta zorlandık. Arkadaşım:

"Bence hastaneye gidelim."
"Bence de!"

Sokakta sekiz çize çize Pendik Devlet Hastanesi’nin yolunu tuttuk. Neyse ki hastane yakındı. Yatırıp dikiş attılar. İki gün sonra yöneticimle buluşmaya kolum sargılı gittim.

"Koluna ne oldu böyle?"
Anlattım.

"Ya ne kadar ayıp sana! Devrimci müziklerle içki mi içilirmiş! Biz asla müziklerimizi içkiye meze yapmayız."

"İçki içmenin devrimci müziklere ne gibi bir saygısızlık olduğunu anlayamadım. Ben gayet yürekten dinliyordum. Ne dinleyeyim içki içerken?"

"İçki içme. İçki halkı uyuşturmak, sorunlarını unutturmak için var. Biz ‘türkü bar’lara da tamamen karşıyız. Halkın türkülerinin, değerlerinin barlara malzeme olmasını kabul edemeyiz."
[2:6] AİLE İÇ SAVAŞI KIZIŞIYOR  
Annemle politik tartışmalarımın birinde durum tartışmadan çıktı ve münakaşaya dönüştü. Otoritesini geri kazanmak için babamdan yardım istemeye karar verdi. Öfkeyle telefona sarıldı ve babama durumu biraz anlatıp, "Gel bu çocuğa bir şey yap. Ben söz geçiremiyorum artık!" dedi. Bunun üzerine babamın gelişini gergin bir şekilde beklemeye başladık. Birazdan haddi bir üst otorite tarafından bildirilecek ve yola sokulacak kişi konumundaydım.

Kapı çaldı. Annem gidip açtı ve babam içeri bir hışımla girdi. "Kendini düşünmüyorsun anladık. Bizi de mi düşünmüyorsun?" dedi. Sözel olarak tartışmaya girmem babamı daha da öfkelendirdi. Vurmak için elini kaldırdığında çok hızlı bir şekilde davranıp bileğinden tuttum. Bu hayatımda babamın bana ilk el kaldırışıydı. Öbür eli havaya kalktı, onu da tuttum. Ne babama karşılık verebilirdim ne de ‘hazır ol’da durduğumda beni dövmesini gururum kaldırırdı. Ayakta o ellerini benden kurtarmaya çalışıyor, ben de bütün gücümle bileklerini bırakmamaya çalışıyordum. Ayaktaki itiş kakışımız sonunda ikili koltuklardan birinin üzerine düştük. Koltuk üzerinde de boğuşmamız devam etti ve oradan da yuvarlanıp yere düştük. Bense hâlâ babamın bileklerini tutuyordum sımsıkı. Sonunda annem müdahale etti ve yerde birbirimizden ayrıldık. İkinci bir saldırı girişimi olmadı. Bağırış çağırışla bir perde daha kapandı.

Üç gün sonra ortamı yumuşatmak için babamın bürosuna gittim. Gömleğinin kollarını sıyırıp bileklerini gösterdi. İki bileğinde de parmak şeklinde morlukları gördüm.

Takip eden günlerde anne ve babam yeni bir karar aldılar: "Dedesinin yanına verelim. Dedesinin sözünden dışarı çıkamaz."
[2:7] SON BARİKAT  
Babamın kaptanlık mesleği gereği yanımda fazla olamamasından dolayı, çocukluğumda dedem üzerimde oldukça etkin bir figürdü. Emekli olmasına rağmen her sabah tıraşını oluyor; ütülü gömleğini, kumaş pantolonunu ve kravatını giyip, baştan aşağı kurallar ve teamüller bütünü olan gündelik yaşamını bir askeri disiplinle yürütüyordu. Sülalede otoritesi tartışmasızdı.

Bu ciddi ve sert adam, beni küçük bir çocukken sırtında gezdiriyordu. Gazete okurken gizlice yaklaşır ve birden arkadan gazetesine vururdum. Bazen de sessizce arkasından yaklaşır, vurmak için saçları dökülmüş başını hedef alırdım. Hiçbir zaman sinirlenmez, torununa mavi gözleriyle gülümseyerek bakardı. Ona o kadar düşkündüm ki, tıraş olurken yüzünü kestiğini fark ettiğimde göz yaşlarına boğuluyordum.

Bir torba şeker alır ve bana şeker yemenin kuralını açıklardı: “Gün başına sadece beş tane yiyebilirsin. Altıncısı yok. Tekrar yemek için yarını bekleyeceksin."

Askeri yaz kamplarının hemen hemen hepsinde çocukların jeton alıp atari oynayabildiği bir yer vardı. Dedem her defasında "Jeton ne kadar?" diye sorar, cevabını aldıktan sonra da, "O zaman al bakalım sana üç jeton parası. Hakkın bu kadar." derdi.

Artık dedem önümdeki son barikat, son çareydi. Kartal’daki evde bir oda benim için ayarlandı ve ben müzik kasetlerimi, defterlerimi, kitaplarımı getirip oraya yerleştim. Artık neredeyse her odasında bir Atatürk resmi olan “Muzaffer Kemal” dedemin evinden okula gidip gelecektim.
[2:8] ÖLÜM ORUCU BAŞLIYOR  
20 Ekim 2000 - Yüzden fazla insanın öleceği, beş yüz kadar insanın ise sakat kalacağı F tiplerine direniş süreci, 816 mahkumun süresiz açlık greviyle başladı. Bir ay sonra ise açlık grevi "ölüm orucu"na döndü. Ölüm orucuna tutuklu aileleri ve yakınları da destek verdi. Birinci ekipte, birlikte Şişli'de açlık grevi yaptığım Zehra Kulaksız da vardı.
[2:9] İSTİKLAL'DE ÇATIŞMA
9 Aralık 2000 - İstiklal'de F Tipi cezaevi protestosu ve Ölüm Orucuna destek yürüyüşü vardı ve gözaltına alınabileceğimi biliyordum. Dedeme evden çıkmaya hazırlanırken, "Bu akşam gelmeyebilirim." dedim. "Yine o arkadaşlarının yanına mı gidiyorsun?" diye sordu. Kısaca "Evet." deyip odama geçtim. Birkaç dakika sonra çıkmak için kapıya geldiğimde, kapının önünde durduğunu gördüm.

"Şimdi bu kapının önünde dursam, 'Gitme!' desem, beni kenara iter misin?"
"Gitmek zorundayım dede. Önümde durma!"
"İtecek misin beni?"
Birkaç saniye sessizlik oldu.
"Gerekirse!"
Tekrar sessizlik…

O benim gözlerimin içine bakıyordu ve ben gözlerimi kaçırıyordum. İçim parçalanıyordu. Bir vazifem vardı ve yerine getirmek zorundaydım. Sonunda önümden çekildi.

"Peki git o zaman."
O gün İstiklal'de çatışma çıktı. Yüzden fazla katılımcı vardı ve çevik kuvvet ile katılımcılar arasında çıkan arbedede grup ikiye bölündü. Çembere alınanlar gözaltına alınarak polis otobüsüne bindirildi. Benim de içinde olduğum grup ters yönde yürüyüşe başladı. Taksim meydanının girişine vardığımızda panzerli müdahale ile karşılaştık. Bir süre panzerle uğraşıldıktan sonra grup bu sefer sokak aralarından Tarlabaşı bulvarına doğru indi. Burada araçların önü kesildi ve slogan atıldı. Orada Barış'ı gördüm. "Karakola yürüyoruz arkadaşlar!" diye bağırdı. İçimden "Vay be!" dedim. Sanki karakola yürüsek ne olacak? Bizim aksine karakoldan uzaklaşmamız gerekmez mi? Ama o an düşünmeden bana pek kahramanca bir önerme gibi gelmişti.

Sonunda araçlara yol verildi ve göstericiler tehlikenin geçtiğini düşünmüş olacaklar ki, Tarlabaşı'nın ara sokaklarından yürüyerek uzaklaşıyorlardı. Sokaklardan birinin girişindeydim ve polislerin kalabalık bir şekilde gelmekte olduğunu gördüm, yürüyenlere bağırdım. Ortamdan koşarak uzaklaşmaya başlamıştım ki arkamdan bir çevik polis, "Dur!" diye bağırdı. Daha hızlı koşmaya başladım. Ben önde o arkada sanıyorum üç inişli çıkışlı sokak koştuk. Sonunda artık koşamaz hale geldim. Devrilmek üzereydim. O sırada yol kenarında bodrum katına doğru inen beton bir merdiven gördüm. Merdivene doğru balıklama atladım ve yuvarlanarak küçük bir atölyenin içine düştüm. İçeride hiç kimse yoktu. Zar zor kendimi bir köşeye sürüdüm ve çöktüm. Yukarıda koşuşmaları ve konuşmaları duyuyordum. Telsiz sesleri de geliyordu. İçeri beş altı kadar polis girdi. Beni görmediler. Atölyenin içinde bir kapı açıldı ve bir işçi çıktı. Polis,

"Buraya biri geldi mi?"
"Hayır komiserim."

"Peki. Dönüyoruz." dediler ve sadece arkalarını döndüklerinde çöküp kalmış olduğum köşemde beni fark ettiler.

"İşte burada komiserim!"
Komiser: "Sen burada mı çalışıyorsun?"
"Evet ... Ah! Ne vuruyorsunuz ya!"

Beni orada gözlerden uzakta diz, dirsek bir güzel dövdüler. Öyle ki artık yürüyemez hale gelmiştim. Kollarıma girip sürüye sürüye çıkardılar atölyeden. Sokakta da yarı yürüyordum, yarı onlar sürüyordu. Polis, "Yürü ya yürü. O kadar da kötü değilsin." dedi. Başımı kaldırdım ve karşımda televizyon kameralarını gördüm. O vakit canlandım ve zafer işareti yapıp slogan atmaya başladım.

Bir polis arabasına atıp Beyoğlu Karakolu'na götürdüler. Benim gibi bir devrimci daha getirilmişti. Diğer büyük grup ise çevik kuvvet otobüsüyle Terörle Mücadele'ye götürülmüştü.

Karakolun nezarethanesindeki tahta zemin üzerinde ağrılarımla günü geçirmeye çalışıyor, açlık grevi yapıyordum. Gece yarısı gibiydi. Nezarethanenin kapısı açıldı. Gözlerime inanamadım. Dedem elinde montumla içeri girdi!
"Oğlum seni televizyonda gördüm. Üşürsün belki diye sana montunu getirdim."

Beni akşam haberlerinde görmüş, sağa sola telefon açarak yerimi saptamış, sonra da Kartal'dan Beyoğlu Karakolu'na gelmişti. Normalde nezarethaneye kimseyi sokmazlar. Ama dedem askeri kimlik kartını çıkarıp göstermiş ve "O benim torunum! Görmek istiyorum." demiş, polisleri de ikna etmiş.

İlerleyen günlerde, o gün diz kapağından yaralanan bir çevik polis, beni görmeden adımı listesinden okuyup "Bu yaptı!" diyecek ve ben böylece izinsiz gösteri yürüyüşü yapmanın yanında, polis yaralamaktan da yargılanmaya başlayacaktım. Daha sonra ise, henüz çocuk olduğumdan olsa gerek, polisin "Yok o değildi, öbürüydü." diyerek ifadesini değiştirmesi sonucunda, polis yaralamaktan yargılandığım ilk davam beraatle sonuçlanacaktı.
[2:10] "DEVLETİN ŞEFKAT OPERASYONU"  
19 Aralık 2000 - Yirmi cezaevine eş zamanlı baskın yapıldı. "Hayata Dönüş" adı verilen bu operasyonda hayatını yitiren 30 mahkumun 13'ünün jandarmanın açtığı ateş ile can verdiği saptandı. Dönemin Adalet Bakanı ise operasyonu "devletin şefkat operasyonu" olarak tanımladı.
[2:11] YIL SONU EYLEMİ
Yılın son günü Kadıköy sahilinde bir eylem yapacağımızı söyledi yöneticim. Bu biraz canımı sıktı. Yılbaşı anne tarafımda hep çok itinalı ve özenli kutlanmıştı. Anneannemin sağ olduğu zamanlardan beri hindisi, içli pilavı, içkileri, mezeleri, çam süslemeleri ve gelen misafirleriyle tam bir şölen olmuştu. Ailece en mutlu, en keyifli geçen günümüzdü. İkilemde kaldım, zira gözaltına alınmaya kesin gözüyle bakıyordum. "Hayır gelemem; yılbaşı kutlaması yapacağız." mı demeliydim, yoksa "Kavgam benim için her şeyin üstündedir." mi? Üstelik bu sefer annem Duygun'u da çağırıyordu. Kadın tüm gün hazırlık yapmış evde beni beklerken, benim gözaltı telefonumu mu alacaktı? Sanırım öyle olacaktı. İçimi bir kasvet kapladı. "Tamam gelirim." dedim.

31 Aralık 2000 - Kadıköy'de, Karaköy İskelesi'nin yakınında çevik kuvvet yerini almıştı. Ben de işaret verilmesini bekliyorum. İlk slogan duyuldu ve tüm eylemciler dolandıkları yerlerden fırlayıp bir araya gelmeye başladı. Alkışlar ıslıklara, ıslıklar kuşlamalara eşlik etti. Polis bizim etrafımızı, merakla olup bitenleri izleyen halk da polisin etrafını sardı. Çember git gide daralıyordu, ancak eylemci sayısı da az değildi. Arbede başladı. Bir süre sonra herkes birbirine girdiğinden, Polis çemberi diye bir şey de kalmadı.

Polislerden biri montumun kolundan kavradı. Ben de aksi istikamette koşmaya başladım. O bir taraftan, ben diğer taraftan çekerken birkaç kez daire çizdik ve ters istikamette birbirimizden kopup düştük. Hızla doğruldum ve izleyici halkımızın arasına kaçtım. Polis peşimden gelmedi ve yakınındaki bir başka kişiye yöneldi. Göstericileri tek tek polis arabasına bindirmeye başladılar. Ne yapmalıydım? Durduğum yerden arkadaşlarımın gözaltına alınmasını mı seyredecektim yoksa tekrar aralarına katılıp kendimi gözaltına mı aldıracaktım? Annem geldi aklıma. Kim bilir evde kaçıncı mezeyi hazırlıyordu? Duygun ne yapmaktaydı acaba? Arkadaşlarıma baktım tekrar. İçimde bir acıyla mekandan uzaklaştım.

Kız arkadaşımla buluşup eve geldik. Annem elime tabakları, peçeteleri, çatal bıçağı tutuşturdu, "Hadi bakalım, sofrayı kurmak senden." Sofrayı kurarken karşımdaki televizyon akşam haberlerini vermeye başladı. Bir yandan çatal bıçağı diziyor, bir yandan da haberleri izliyordum. Bizim Kadıköy eylemine geldi sıra. Annem sloganları duyunca o da gelip izlemeye başladı. Sonra bana bakıp sordu, "Sen bu eylemde yoktun değil mi?" Bir şey diyemedim. Ona bakmadan peçeteleri tabak yanlarına yerleştirmeye devam ettim. "Aferin oğlum aferin. Bir de gözaltına alınsaydın bu günde." dedi ve mutfağa döndü.
[2:12] NIETZSCHE ve MOZART 
Geçen zamanda ben pek Duygun'u devrimci mücadeleye ısındıramadım ama o bana hediye ettiği bir kitapla zihnime önemli bir tohum ekmeyi başardı: "Nietzsche Ağladığında"/ Irvin Yalom. Kitap beni hiç ummadığım kadar etkiledi. Öyle ki içimde Nietzsche'ye dair büyük bir ilgi ve merak doğdu.

Nietzsche’nin kişiliği ve fikirleriyle kıyısından köşesinden tanışmaya başladığım bu dönemde, kuzenimin kaset koleksiyonu içerisinde bulduğum bir eser, Mozart'ın Requiem eseri, günlerime bambaşka bir boyut kazandırdı. Hayatımda hiçbir müziğe böylesi bir saplantı geliştirmemiştim. Volkmenim içinde kasedi bittikçe döndürüyordum. Sabah okula giderken, ders esnasında, tenefüste, eve dönerken, evde kitap okurken, yatağımda uzanırken, uyumadan önce ve hatta bir süre uyurken... Günlerce devam etti bu döngü. Arada hiç başka bir müziği dinlemek istemedim. Öyle ki artık bir noktada volkmeni durdursam da fark etmiyordu; müzik olduğu gibi zihnimde çalmaya devam ediyordu.

Bir yandan Yalom’un Nietzsche’si, diğer yandan Mozart’ın Requiem’i çıkagelip ruh alemimin orta yerinde buluştu ve ben bu ikilinin dansıyla yaşamı ve ölümü daha önce hiç duyumsamadığım kadar trajik bulmaya başladım.
[2:13] DERSİMİZ FELSEFE  
Georges Politzer'in 1936'da yazdığı kalınca "Felsefe'nin Temel İlkeleri" kitabı Türkiye'de ilk kez 1969'da basılmıştı ve benim de gerçek ders kitabımdı. Okulda öğretmenler bir iki sınav da bu kitaptan yapsaydı, hiç şüphe yok ki yüksek bir not alır ve babamı hayli şaşırtırdım. Bu kitabın bir özelliği de 12 Eylül Darbesi sürecinde Türkiye'de yasaklanan ilk kitap olmasıydı.

Bir gün Kartal’daki odamda masa kenarına oturmuş, Felsefenin Temel İlkeleri kitabını altını çize çize okuyup önümdeki deftere notlar alırken odaya babaannem girdi.

"Ne yapıyorsun bakalım?"
"Ders çalışıyorum babaanne!"
"Aferim sana. Ben de sana daha güzel çalışasın diye elma soydum."
"Sağ ol babaannecim. Çok düşüncelisin."
[2:14] KİTAPLAR ÜZERİNDE DENETİM  
Yöneticilerim daha çok roman okutmayı seviyordu. Kalın kalın romanlar veriyorlardı ve ben de ne verirlerse okuyordum. Kızıl Kayalar / Yang Yiyen - Luo Kuangpin (528 sf.), Seni Halk Adına Ölüme Mahkum Ediyorum / Mitka Grıbçeva (502 sf.), Ve Çelik Böyle Sertleşti 1-2 / Nikolay Ostrovskiy (615 sf.) gibi kitaplar aklımda en çok kalanlar. Ortak özellikleri devrimci mücadelenin epik tasfirleri olmalarıydı. Hangisini okursam okuyayım, kalınca kitaplardan damıttığım “asla pes etmemek”, “devrime inancı asla yitirmemek” ve “gerektiğinde devrim için kendini feda etmekte tereddüt etmemek” mesajları oluyordu. Bilincimden çok bilinçaltım eğitime tabi tutuluyordu.

Sovyet Ekonomi Tarihi: 1917-1933 / E. Char kitabını kitapçıda görüp merak üzerine almıştım. Ancak yöneticim sadece yazarının “İngiliz tarihçi” olması nedeniyle kitabı okumama izin vermedi.

"Kim bilir bu İngiliz ne yalan dolan şeyler anlatmıştır. Sovyet tarihini mi öğrenmek istiyorsun? O zaman Stalin'in 'Bolşevik Parti Tarihi' kitabını öneririm."

Bunun üzerine "Sovyet Ekonomi Tarihi" adlı kitabı okumayı bıraktım ancak "Bolşevik Parti Tarihi" kitabını da okumadım.

Bir gün teyzemin evinde "Sofi'nin Dünyası" adlı 587 sayfalık bir kitapla karşılaştım. Norveçli yazar Jostein Gaarder tarafından yazılan bu kitabın alt başlığı, "Felsefe tarihi üzerine bir roman"dı. Cıvıl cıvıl bir kapağı vardı ve ben henüz bu kitabın elli dokuz dile çevrilip kırk milyonun üzerinde kopya basıldığından haberdar değildim.

"‘Sofie'nin Dünyası’ adlı bir roman var, ben onu okumak istiyorum" dedim bir gün yöneticime. Kadıköy’de bir kafede oturuyorduk. "Hımm, duymuştum o romanı. Anlatmışlardı. Çok idealist bir romanmış. Uygun değil." dedi. Böylece sonu felsefi idealizme atıfta bulunduğu için bir felsefe romanı, "diyalektik materyalizm"e aykırı bulunarak okuma listemden elendi.
[2:15] SEMAH KURSU  
Bana "Sofi'nin Dünyası" kitabını diyalektik materyalist perspektifle yazılmadığı için okutmayan yöneticim, bir başka gün benden Üsküdar'daki Karacaahmet Cem Evi'ne gidip semah kursuna yazılmamı istedi.

"Neden? Ne işim var benim semah kursunda?"
"Alevi kardeşlerimizi örgütleyeceksin."
"Ya ne olur yapma bunu bana. Benim dinle falan işim olmaz."
"Hayır gideceksin. Tartışmak yok."

Sonunda emir demiri kesti ve boyun eğdim. On yedi yaşındaydım ve o güne kadar hiçbir dini yapının içine girmemiştim. Tüm ibadethane tecrübem anneannemin cami avlusundan kaldırılan cenazesine katılmaktan ibaretti.

Benden talep edildiği üzere, Cem Evi'ne vardım. Girişte üzeri yeşil örtülü bir yatır, etrafı pirinç madenden çubuklarla çevriliydi. Yatırın etrafında dönen bir aile, pirinç çubukları öpüyor ve elleriyle dokunup yüzlerine sürüyordu. İçimden yöneticime tekrardan sitem ettim, "Nereye gönderdin beni böyle?" İlerleyip binanın merkezine geldim. Karşıma bir bayan çıktı.

"Buyurun nasıl yardımcı olabilirim?"
"Ben semah kurslarınız için gelmiştim. Yazılmak istiyorum."
"Maalesef çok geç kalmışsınız. Şuanda devam etmekte olan kurs epey ilerledi. Bu ekibin eğitimi bittikten sonra açılacak kursa gelmenizi öneririm."
"Öyle mi!! Peki çok teşekkür ederim, çok sağ olun!!"

İçeriden çıkışım görülmeye değerdi. Sanki kafesin kapısını açık bulmuş da kaçan bir kuş gibiydim.
[2:16] OKUL ÜNİFORMASIYLA GÖZALTI
İstanbul'un pek çok mahallesinden, liselerden imza toplamıştık. Adaletsiz bulduğumuz üniversiteye giriş sınavını eleştiriyor, reform talep ediyorduk. İmzalarımızı teslim etmek ve basın açıklaması yapmak üzere Cağaloğlu'ndaki İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü'ne gittik.

Biz basına eylemi haber verdiğimizde otomatik olarak polisin de haberi oluyordu. Polisi eylem yerinde hazır görmek ise hevesimizi kırmıyordu. Aksine çıkacak patırtı gürültüyü eylemimizin televizyonda yayınlanacağının garantisi olarak görüyorduk. Halkımızın ilgisini çekecek olan da bu değil miydi? Kavga dövüş gördümü kim izlemek için işini gücünü bırakmıyordu ki? Eh biraz da bizi izleyiversindiler canım. Kaç yumruksa bedeli ödemeye hazırdık.

Böylece eylem günü üzerimizde lise üniformalarıyla müdürlüğün önüne farklı sokaklardan çıkıverdik ve sloganlar eşliğinde eylemi başlattık. Birkaç polis hızla yanımıza geldi.

"İmza topladık onları vereceğiz. Sonra da basın açıklaması yapacağız."
"İzniniz yok. Hemen dağılın yoksa gözaltına alacağız."

Bunun üzerine konuşma bitti ve kol kola girip slogan atmaya devam ettik. Polis de dediğini yaptı ve kameraların karşısında, imzalarımızı veremeden, şık bir şekilde gözaltına alınarak eylemi tamamladık. Topladığımız onca imzayı teslim edememek üzdü mü? Pek sayılmaz. İmza atmayla bir şeylerin değişeceğini düşünsek zaten devrimci olmazdık. Diğer yandan hiç tanımadığımız öğrencilerden imza istemek ve bu isteği gerekçelendirmek bize örgütlenme açısından ciddi fırsatlar sağlamıştı.

Bu gözaltı yaklaşık on kadar gözaltım arasında en rahatı olacaktı, zira "üniformalarla imza vermeye gelen lise öğrencileri" konseptine polisin tavrı daha yumuşak olmuştu.   
Gözaltından bırakıldığımda babam gelip beni aldı ve birlikte yemek yemeye gittik. Hem baba oğul ilişkilerini güçlendirmek istiyor, hem de bu vesileyle beni durdurmaya çalışıyordu. Bu onun yumuşak güç stratejisiydi. Lakin sert güç gibi, yumuşak güç de üzerimde etkili olmuyordu. Durdurulabilmem için kalbimin değil, beynimin fethedilmesi gerekmekteydi.   

"Gençliğine yazık etme."   
"Oku, bir yere gel, halk seni o zaman dinler."   
"Halk senin umrunda da, acaba sen halkın ne kadar umrundasın?"   
"Sovyetler de yıkıldı, siz hâlâ neyin mücadelesini veriyorsunuz?"   

Çevremden en sık duyduğum karşı argümanlar bunlardı ve inancımı sarsacak güçten uzaklardı. Fikri gelişimim ise örgüt tarafından kısıtlanmış ve uygun görülen hıza düşürülmüştü. 

Ertesi gün yine her zamanki gibi okula gittim. İngilizce öğretmenim beni gördüğünde gülerek, "Berk Bey, dün yine televizyondaydınız." dedi. Birkaç sıra ötede oturan sınıf arkadaşım Uğur ekleme yaptı, "Polise keçi gibi nasıl direniyordun öyle!"
[2:17] DİSİPLİN CEZASI:
Bir Hafta Okuldan Uzaklaştırma  
Lise 3'teydim ve okulun benimle ciddi sorunları vardı. Bir yıl önceki aramada karşı karşıya geldiğim müdür yardımcısının tehditkar söylemleri pek işe yaramamıştı. Öyle ki bir sabah geldiklerinde okulun duvarlarının afişlendiğini görürken, diğer sabah okulun bahçesini kuşlamalarla dolu buluyorlardı. Tarih öğretmeni ile de tartışmaların sertliği gittikçe artıyordu.

Sonunda idare en ufak bir hatamı bile kaçırmamak için sınıfta beni izleyip rapor veren muhbirler edindi. Sınıf dışında attığım her adımı da izliyorlardı. Ancak benim de faaliyet yürütmem lazımdı.

Aramada malzeme yakalatmamak için okul ceketimin içine, iki kürek kemiğinin orta hizasına gelecek şekilde bir kese yaptım ve o keseyi de ceketimin astarıyla aynı renkte boyayarak kamufle ettim. Arama esnasında o kısım kör nokta gibiydi. En fazla ceketi çıkarmamı isteyebilirlerdi ve ben de bunun için en uygun ceket çıkarma yolunu bulup üzerinde çalıştım. Artık arama korkusu olmadan okula malzeme götürüp getirebilecektim. Lakin götürülecek malzeme çok olduğunda, çantada taşımak da mecburi hale geliyordu.

Bir gün okula liseliler için hazırlayıp çoğalttığımız gazeteden bol miktarda götürmem gerekti. Birinci teneffüste çantamdan yarısını çıkarıp yanıma aldım ve geri kalan yarıyı da çantada bıraktım. O teneffüste sınıflarda, kantinde gazeteyi dağıttım ve atölyeye geri döndüm. İkinci yarıyı ise ikinci teneffüs dağıtıp işi tamamlayacaktım; ancak atölye öğretmeni sınıf girişinde tüm sınıfı hizaya soktu ve atölyeye girip elinde çantamdaki ikinci yarı ile dışarı çıktı.

"Berk gel benimle!"
"Hocam niye aldınız gazetelerimi?"
"Gel müdüre gidiyoruz. Bunu orada konuşuruz."
"Ne var canım bu gazetede? Bilindik okul gazetesi." diyorum müdürün odasında ama, pek öyle olmadığını ben de biliyorum. Diyecek başka şey yok.

Bir hafta uzaklaştırma cezası verdikleri yetmiyormuş gibi bir de babamla görüştüler. Okuldan uzak olmak hiç dert değildi ama babamın siteminden kaçış yoktu.

"Ne yapacağım oğlum ben seninle?"
"..."
"Ne yapsak işe yaramıyor. Söz geçiremiyoruz. Dedenin yanına verdik o da kâr etmedi. Ne yapalım? Söyle ne yapalım?"
"Yapacak bir şey yok baba."
[2:18] SATRANÇ ŞAMPİYONU
Tuzla Anadolu Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi'nde satranç turnuvası düzenlendi. Benimle birlikte turnuvaya katılan altmış dört kişi vardı. Kazanan bilgisayarcı mı olacaktı, elektronikçi mi yoksa elektrikçi mi? Zira bölümler arasında da rekabet yok değildi. Teneffüs zamanı bahçede üç renk insan belirirdi: beyaz önlükleriyle bilgisayarcılar, mavi önlükleriyle elektronikçiler ve gri önlükleriyle elektrikçiler.

Bir kez yenilen elendi ve ben beş kişiyi eledikten sonra elektronikçileri temsilen finale yükseldim. Rakibim bir bilgisayarcıydı. Final öğle teneffüsüne denk getirildi ve spor salonunun ortasına müsabaka masası kuruldu. Bir kamera ile satranç masası üstten bir perspektifle büyük bir perdeye aktarıldı. Basket maçı izler gibi tribünde öğrenciler, öğretmenler ve idari kadro yerini almıştı. Masamızın hemen yanında duran hakem ise bana "Berk Bey, dün yine televizyondaydınız." diyen İngilizce öğretmeniydi.

Öğle teneffüsü bitti ve tribün dağıldı. Bizim maçımızsa halen devam ediyordu. Aradan on beş yirmi dakika kadar daha geçti ve maçın sonlanmasının ardından ben de sınıfa döndüm. Ders felsefeydi. Öğretmen, "Ne oldu? Kim yendi?" diye sordu. Burnu havada bir edayla sırıtarak, "Teessüf ederim hocam. Bu da soru mu?" dedim.

Eğitim yılı sonlanırken yine aynı spor salonuna okulun tüm öğrencileri dolduruldu. Berbat ders notları ve kırık disiplin notuyla ben de yerimi almıştım. Bilindik konuşmaların ardından başarılı öğrencilere plaketlerini takdim etmek üzere müdür yardımcısı mikrofonu eline aldı ve belki de okuldaki en nefret ettiği öğrenciyi sahneye davet etti:

"Satranç şampiyonu elektronik son sınıftan Berk Taçyıldız."
[2:19] CANAN KULAKSIZ CENAZESİ
21 Kasım 2000'de Zehra Kulaksız, 30 Kasım 2000'de de kız kardeşi Canan Kulaksız, F tipi cezaevlerine karşı ölüm orucuna başlamıştı.15 Nisan 2001 tarihinde Canan Kulaksız yaşamını yitirdi.

Bir otobüs kiralayıp memleketi Rize'ye gittik. İlk kez Karadeniz'i görüyordum. Yemyeşil tepelerin arasında cenaze alayı olarak toprak bir yokuşu çıkmaya başladık. Önümüz bir grup polis tarafından durduruldu. Slogan atmamamız konusunda uyarıldık. Ancak grup o kadar adanmış insanlardan oluşmaktaydı ki, polise inat sloganlar daha sert ve gür atılmaya başlandı.

Canan Kulaksız'ın naaşını gömdükten ve mezarı başında şiirler okuduktan sonra dönüşe geçtik. Sivil polisler ve bölge polisleri gergin gözüküyordu. Otobüsümüzün olduğu yere doğru yürürken bireye yönelik sürpriz gözaltı olmaması için biri "Kol kola gidiyoruz arkadaşlar." diye bağırdı. Ben de yanımda yürüyen kişinin koluna girdim. Ben koluna girince beni itti. Şaşırıp yüzüne baktığımda, bu kişinin hilal bıyığıyla bana kötü kötü bakmakta olan bir sivil polis olduğunu anladım. Neyse ki otobüse olaysız vardık ve dönüş boyunca sivil polisin koluna girmiş olmam grubun eğlence kaynağı oldu.

29 Haziran 2001'de ise bu sefer yaşamını yitiren Zehra olacaktı.
[2:20] "DİRENİŞ MAHALLESİ" 
3 Ocak 2001 tarihinde Gültekin Koç "19 Aralık'ta öldürülen mahkumların intikamını almak" amacıyla Şişli Emniyet Müdürlüğü'ne canlı bomba saldırısı düzenledi.

Devlet ölüm orucunu durdurabilmek gayesiyle direnişçileri zorla beslemeye çalıştı, ancak bu süreç de pek çok mahkumun Wernicke Korsakoff hastalığına yakalanarak hafızasını kaybetmesine yol açtı.

Temmuz'da tedavisine dışarıda devam edilmek üzere tahliye edilen ondan fazla mahkum, İstanbul'da Küçük Armutlu mahallesine geldi ve direnişe burada devam etti. Ölüm orucundaki tutuklu ve hükümlü yakınlarıyla birlikte direniş evleri tüm mahalleye yayıldı ve mahalleyi bir "direniş mahallesi"ne dönüştürdü.

Evlerden birinde tahliye edilmiş direnişçi mahkumlardan biri olan Sevgi Erdoğan ile tanıştım. Beni güler yüzle karşıladı. Çok zayıftı ama ölümü çoktan kabullenmiş görünüyordu. Sanki ölümün kasvetini bir kenara koymuş ve hayatının son günlerinden keyif almaya çalışıyordu. Bir video kaydında şöyle demişti:

"Yaşamak istiyorum. Mücadeleyi de sürdürmek istiyorum. Ama Türkiye koşullarında devrimci olmanın bedelleri çok ağır. Ölümü göze almadan, bir takım sakatlıkları göze almadan devrimcilik yapamazsınız. Ve sevdiklerinizi ister istemez feda ediyorsunuz. (...) Çocuklara mutlu bir dünya armağan etme gerçekliği var. Bireysel sevgilerinizden, bireysel tutkularınızdan fedakarlık yapmak zorunda kalıyorsunuz. Kolay değil tabiki, zor bir seçim."

Onun karşısındaki yatakta sancı çekmekte olan kişi ise ölüm orucu başlamadan önce bir başka yerde karşılaşıp konuşmasını hayranlıkla dinlediğim, yirmi iki yaşındaki Fatma adlı bir kızdı. Biz ziyaretçilerin daha çok moral vermeye çalışması gerekiyordu ancak gördüğüm manzara moralimi oldukça bozmuştu. Ziyaretçilere de dahil, moral verme görevini Sevgi Erdoğan üstlenmiş gibiydi. Ancak o da 14 Temmuz günü, çok sevdiği hayata veda edecekti.
[2:21] "BEN SENİ DAHA ÖNCE VURURDUM."
On yedi ile on sekiz yaş arasındaydım. Mevsim yazdı ve ben dedem, babaannem, babam ve halamla birlikte askeri yaz kampının restoran bölümünde akşam yemeği yiyordum. Okulum lise 2 ve 3'ten yığınla zayıf ders ile bitmişti. Mezun olmak içinse yılın belli dönemlerinde açılan "sorumluluk sınavları"na katılmam gerekiyordu. O yaz aile üyeleriyle elimden geldiğince zaman geçirmeye, ilişkilerdeki yaraları sarmaya çalışıyordum.

Biz yemeğimizi fazla konuşmadan sakince yerken restorana bir muvazzaf general girdi. Askerler telaş içinde generallere ayrılmış masaya son nizamını verdi. Benim gözüm ise generalin üzerindeydi. Kalbimin atışı hızlandı. General yanındakilerle birlikte masasına gelip yerleşti ve bir süre sonra siparişini verdi.

Oraya baktığımı belli etmemeye çalışıyor, tabağımdakileri yemeye devam ediyordum. Tek tek aile üyelerime baktım bir süre. Sonra tekrar generale bakmaya başladım. Ne yapmalıydım? Aklıma 19 Aralık'ta hapishanelerde yanan mahkumlar geldi. Küçük Armutlu'da ölmekte olan arkadaşlarım... Masalarımız arasında iki masa kadar fark vardı. Belki dikkat çekmeden yaklaşabilir, yakın bir masadan elime geçirdiğim bir şey ile saldırıda bulunabilirdim. Kim bilir ne kadar ses getirecek bir eylem olurdu. Ben mi? Pek umurumda değildi. Zira ben kendimi çoktan gözden çıkarmıştım. Diyelim ki başarılı oldum ve yaraladım, ya da daha ötesi oldu, bir gün sonrası değil, bir dakika sonrası ne olacaktı? Dedem ne hissedecekti? Ya babaannem? Ya halam? Babamın hayal kırıklığını nasıl tamir edebilirdim bir daha? Sevgi Erdoğan'ın dediği gibi, "çocuklara mutlu bir dünya armağan etmek" adına verilen bu mücadelede, ben aile üyelerimi, sevdiklerimi feda edebilecek miydim? Gözleri önünde kendimi ve aile itibarını uçurumdan aşağı bırakabilecek miydim?

Sonunda bu duygusal ağırlığı kaldıramayacağımı anladım. Belki onların gözlerinden uzakta ideolojik çıldırışımı gerçekleştirmem mümkündü, ama onların gözleri önünde değil. Sırf rütbesinden dolayı "düşman" ilan ettiğim birisi ile yan yana yemek yedim. Ama düşman bellediğim o rütbenin bir altı benim dedem, benim amcamdı. Ben kendim "düşmanların” bir parçasıydım.

Babama dönüp baktığımda, gergin bir şekilde beni izlemekte olduğunu gördüm. İlgi odağımda neyin olduğunu fark etmiş, düşünceli halim ise belli ki onu endişelendirmişti. Mücadeleme verdiğim değer, bu kritik anda, sevdiklerime verdiğim değerin üzerine çıkamamıştı. Sevgi Erdoğan'ın deyişiyle "bireysel sevgi"lerimden fedakarlık edememiştim.

Bu “olay”ın ardından babam beni ilk fırsatta sorguladığında, “yenilgimin” acısını ondan çıkarmak istercesine, “Elimde bir silah olsaydı çeker vururdum onu." dedim. Samimi değildim. Ama onun bana hemen akabinde vereceği cevabın samimiyetinden şüphem çok az olacaktı.

“Benim de elimde bir silah olsaydı, sen ona silahını doğrulttuğun anda çeker seni vururdum."
[2:22] "İÇKİ İÇİYOR ŞEREFSİZ!"
Küçük Armutlu'da etkinlik merkezi cem eviydi. Bir direnişçi yaşamını yitirdiğinde, naaşının durduğu kısmın önünde gençler sırayla sol kolları havada nöbet tutardı. Burada yemek verilir, bahçesinde konserler olur, halaylar çekilirdi. O cem evinde defalarca gecelediğim oldu.

Cem evinde bazen de akşam toplantısı olurdu. Benim de mahallede kaldığım bir gün, yine böyle bir akşam toplantısı düzenlenecekti ve öncesinde mahalleyi ev ev gezip halkı davet etmemiz istendi. Tanımadığım bir kişi, yanında gezdiğim ama pek tanımadığım bir kişiye, akşam toplantısına getirmesi için yüksek bir katılımcı hedef sayısı verdi. Bu durum bana oldukça tanıdık geldi. Sanki her işin başında yüksek bir hedef koymak kuraldı. "Biz elimizden geleni yapalım da, olduğu kadar artık." demek, hiçbir zaman karşılaşmadığım bir yaklaşımdı. Mahallede evleri birlikte gezdiğim kişi hedef sayıya ulaşmak için kapısını çaldığımız hane halkına neredeyse yalvarıyordu.

"Gel ne olursun?"
"Lütfen gel ama."
"Bak gelicem dedin, gel mutlaka."

Tanık olduğum bu ısrarcı tutumdan ben utandım. Sanıyorum ki sayıyı tutturamazsa ciddi bir şekilde eleştirilecek, dahası eleştirileri neredeyse tekrar ederek "özeleştiri" yapması istenecekti. Ne "küçük burjuva zaafları"na teslim olmadığı kalacaktı belki, ne devrim için yeterince inanç taşımadığı. Kendisine yöneltilen eleştirilere direnmemesi ve olduğu gibi kabul etmesi, onun zaaflarına karşı girişeceği mücadelenin "ilk adım"ıydı. Diğer yandan bir kez bu acımasız eleştiriler itirazsız olarak kabul edildiğinde, ciddi bir operasyonel başarısızlıkla karşılaşılması halinde, rahatlıkla üsttekilerin alttakileri günah keçisi ilan edebilmesinin de yolunu açıyordu.

Ev ev gezmeye devam ettik ve tahta bir kapıyı aralayarak bir bahçeye girdik. Mevsim yazdı ve hava güzeldi. Bahçenin ortasında yere masa kurmuş, karısı ve çocuklarıyla birlikte yemek yiyip rakısını yudumlayan bir adam gördük. Yanımdaki kişi toplantı olacağını söyledi. Sadece o kadar. Hiç ısrar etmedi bu sefer. Şaşırmıştım. Adam, "Peki bildirdiğiniz için teşekkürler." dedi. Arkamızı dönüp bahçeden çıktık. Birkaç adım gittikten sonra yanımdaki kişinin şöyle dediğini duydum:

"İçki içiyor şerefsiz!"

Örgütün bize satır satır ezberlettiği, birkaç sayfalık "Devrimci Yaşam ve Davranış Kuralları"ndan biliyordum ki artık, içki içilmesine "ilkesel olarak" karşı olmalıydık.
   
Sahi dünya devrimci önderleri de bu kadar Yeşilaycı mıydı? Lenin birayı, Stalin Gürcü şarabını seviyordu. F. Engels'in kendine ait şarap mahzeni vardı. F. Castro'nun tercihi Chivas Regal'di.

Dini bir kurumda yatıp kalkıp, halkı oraya davet edip, bir de içki içenlere sövdükten sonra, bir komünist mi yoksa bir tarikat üyesi mi olduğumu düşünmeye başladım. Bazı benzerlikler görmüyor değildim. "Düzenin" (dünyevi olanın) içinden gelip "devrimci saflar"a (dergaha) katılanlar, üzerlerine sinmiş "yoz burjuva kültür"den (günahkarlıktan) arınmak için, "devrim yolu"nda (Allah yolunda) kavga verecek (çile çekecek) ve böylece insan-ı kamil olacaktı. "Devrim şehidi" olmak "Hakka yürümek"ti.   

Düşüncelerimi fazla derinleştirmeden kestim. Zira yapacak "daha önemli" işlerim vardı.
[2:23] DEVRİMCİ RECM
Üçüncü yöneticim ile Beyoğlu’nda bir kafede buluşmuştuk. Görüşmemizin sonunda beni ikinci yöneticimin “yargılama”sına çağırınca neye uğradığımı şaşırdım.

"Ne!? Nasıl olur bu? Ne yapmış ki?"
"Ahlaksızlık yapmış. İki kızı birden idare etmiş."

Şaşkınlığım daha da arttı. Bunun sebebi, bir kız arkadaşım olduğunda ilişkilere devrimci bakış açısının teorisini bizzat ondan öğrenmiş olmamdan başka bir şey değildi.

Benden istenilen saatte, olmam gereken yerde oldum. O da oradaydı; dövülmüştü. Bir süre sonra kalabalığın ortasında ayakta durdu. Savcı konumundaki "abi", iddianame okur gibi mekanda bulunanlara açıklamada bulundu. Karar, devrimci saflardan atılmasıydı. Dövülmesini ayrı bir ekip “yargılama”dan önce gerçekleştirdiğinden, karar okunduktan sonra geriye epik bir kovma sahnesi kalmıştı. Sözel bir recm başladı. Onu tanıyan herkes sırayla hakaretler yağdırıyordu. Kim ne kadar ağır hakaret ederse, sanki arasına bu "ahlaksız kişi" ile o kadar mesafe koyuyor, bir anlamda o kadar günahsız hale bürünüyordu.

Savcı bana döndü ve "Sen ne diyorsun?" diye sordu. Salonda bir sessizlik oldu. Eski yöneticime baktım. Onun ise başı eğikti. "Ben hiçbir şey demiyorum." dedim. O salonda pek muhtemeldir ki, onunla benden daha fazla acı tatlı anısı olan yoktu ve işlediği "suç", benim kitabımda böylesi bir sonu gerektirmiyordu.

Savcı tekrar sözü aldı ve son sözlerini söyledi:
"Şimdi arkanı dön ve defol git!"
[2:24] "BIRAKIP KAÇTI HAİN !"
4 Haziran 2001'de, Küçük Armutlu'da Tutuklu Aileleri ve Yakınları ikinci bir ölüm orucu ekibi çıkardı. Bu ekibin içinde benim ilk yöneticim de vardı. Esmer tenli, siyah saçlı, gencecik bir kız... Bant takma töreninde şunları söylemiş:

"Çok heyecanlıyım, hem de çok mutluyum. Söyleyecek bir şey bulamıyorum, ama söyleyecek çok da söz var. İnsan onuru için yaşar. Bugün tutsakların onuru ayaklar altına alınmaya çalışılıyor. Ama bu ülke bizimse, bu topraklar bizimse, bizler onun için ölmeye hazırız."

Ellerinin içine kına yakılmıştı. Sanki ölümle evlendirilmişti. Küçük Armutlu'ya sık sık gidiyordum. Her gittiğimde, onun biraz daha zayıflamış olduğuna tanık oluyordum. İçim cız ediyordu ama, asla bunu belli etmemeli, asla hüzünlü bir hava yaratmamalıydım.

Bir süre sonra, Sevgi Erdoğan'ın karşı yatağında sancılar içinde kıvrandığına tanık olduğum o yirmi iki yaşındaki cesur kızın ölüm orucunu bırakma kararı aldığını öğrendim. Pek de “kahramanca” bir durum olmadığının farkındaydım, ama bunu yapmaya hakkı olduğunu düşünüyordum. Lakin çevremdekiler benimle hemfikir değildi. Böyle bir davranışın devlete doğru mesajı vermediği ve örgütsel bir zayıflık olarak görünüp diğer direnişçileri de tehlikeye attığı kanaatindeydiler.

Küçük Armutlu'ya bir başka gidişimde ilk yöneticimi göremedim. Sorup soruşturduğumda tanıdık bir üniversiteli bana, "Bırakıp kaçtı hain! Süreç çürük yumurtaları ayıklıyor." dedi. Sanki daha önce kendisi aylarca hiçbir şey yemeden ölmeyi beklemiş ve gururla ölmüş, ardından da dirilerek tekrar mücadele saflarına katılmıştı. Öylesine emindi kendinden.
[2:25] "GEL BAKALIM KADIKÖYLÜ!" 
15 Eylül 2001 - İstanbul'un Anadolu yakasında farklı farklı mahallelerden bir araya gelmiş lise öğrencileri olarak, belediye otobüsüyle Küçük Armutlu'ya gitmekteydik. Yolda gazeteden bir gün önce Ümüş Şahingöz'ün Küçük Armutlu'da sürdürdüğü ölüm orucunda yaşamını yitirdiğini okuduk. Bizim ise oraya gidiş amacımız mahalleyi gezmek, "ortamı solumak"tı. Oysa o gün soluyacağımız ortam, bazılarında ciddi öksürük yapacaktı.

Küçük Armutlu'nun girişine yakın otobüs durduruldu. Polisler otobüste kimlik aramasına başladı. Baktıkları şey kişilerin doğum yeriydi. Ben avantajlıydım çünkü doğum yerim İstanbul-Kadıköy’dü ve kütüğüm de Kartal'daydı. Ama kimliğinde Tunceli yazan bir arkadaşımızı polis hiçbir açıklama yapmadan otobüsten indirdi. O indiğinde biz de arkasından indik. Bir grup liseli genç mahallenin girişine doğru yürüyorduk ve ileride çevik kuvvetin bekleme noktası önünden geçeceğimizi biliyordum.

"Arkadaşlar, şimdi herkes dağılıyor. Kimse iki kişiden fazla yan yana gelmiyor. Aralarda mesafe açıyoruz. Bir, iki kişilik gruplar halinde gideceğiz. Sırayla."

Yürümeye başladılar. Tek başına gidenler, ikili gidenler vs... En sona ben ve iki arkadaşım kaldı. Tekrar uyarıda bulundum:
"Arkadaşlar, telaşa kapılmayın. Polis bu sokaktan her geçeni durdurmaz. Korkak davranmayın. Belli bir arayla tek tek yürüyeceğiz."

"Tamam." dediler ve belli bir mesafe bırakarak tek tek yürümeye başladık. Ben öndeydim. Çevik kuvvetin yığıldığı mahalle girişinde fark ettim ki en arkadaki ortadakine yetişmiş birlikte yürüyorlar. İkisi de heyecanla, ortamdan bir an önce sıvışmak arzusuyla hızlı yürüdüklerinden, benimle aradaki mesafeyi de kapatmışlar; neredeyse yanımda bitecekler. İçimden kızgın kızgın söylendim ama, dönüp onlara da bakmadım. Arkadan bir ses duyuldu, "Hey siz! Durun!" İçimden, "Eyvah!" dedim; polisin bize seslendiğini anladım. Artık hemen arkamda yürümekte olanlara, "Arkadaşlar hiç arkaya bakmıyorsunuz. Aynen yürümeye devam." dedim. Polis arkadan seslenmeye devam etti, "Hey siz üçünüz! Size diyorum. Durun!" Biz yine duymamazlıktan geldik ama işe yaramayacak. Arkamızdan iki sivil polis koşarak yanımıza geldi.

"Size bağırıyorum, neden durmuyorsunuz."
"Bize mi bağırıyordunuz? Duymamışız."
"Kimliklerinizi çıkarın."

Çıkarıp veriyoruz. Kimliklerimizi incelerken,
"Ne yapıyorsunuz burada?"

Yanımdaki arkadaşlardan birinin cevap vermesine mahal vermeden,
"Ne yapacağız, evimize gidiyoruz."
"Sen burada mı oturuyorsun?"
"Evet, Emek marketin hemen arkasındaki ... sokağında."

Diğer arkadaşlar sessiz ve gözlerinde korku var. Polis onlara dönüyor.
"Peki sen nerede oturuyorsun?"
"Gülsuyu."
"Ya sen?"
"Tuzla."

Kimlikleri geri veriyor ve,
"Çabuk terk edin burayı!"
Müdahale ediyorum.

"Bir dakika, neden gidecekler? İkisi de benim sınıf arkadaşım. Birlikte benim evime gidiyoruz. Hakkımız yok mu?"
"Nerede okuyorsunuz siz?"
Biri ağzından bir şey kaçırmadan hızlıca:
"Haydarpaşa Meslek Lisesi'nde."
"Hem Küçük Armutlu'da oturup hem de Haydarpaşa Meslek Lisesi'nde nasıl okuyorsun?"
"Benim annem babam ayrı. Babam Kadıköy'de oturuyor ve ben hafta içlerinde onun yanında kalıyorum. Burada ise annem oturuyor. Hafta sonları onu ziyarete geliyorum."

Sessizlik oluyor. Polis ne diyeceğini düşünüyor bir süre. Sonra,
"Peki gidin. Ama sizi hiçbir yerde görmeyeceğim!"

Üç arkadaş yolumuza devam ettik. Cem evinin arazisine geldiğimizde kitleyi çoktan kortej oluşturmuş, yürüyüşe hazır bulduk. Diğer arkadaşlar da varmışlar neyse ki. Biri seslendi:

"Pankartı tutacak arkadaşlar..."
"Biz tutarız. Ver sen."

Oysa daha az önce polis "Sizi hiçbir yerde görmeyeceğim." demişti ve ben yanımdaki "Tuzlalı" ve "Gülsuyulu" ile birlikte pankartı tutma işini üstleniyordum.
Kısa süre sonra kitle yürüyüşe başladı. Sokak sokak marşlarla yürüdükten sonra, sloganlar eşliğinde cenazeyi teslim edeceğimiz ambulansın durduğu yine aynı mahalle girişine vardık. Bizi durduran iki sivil polis de ufak bir çevik kuvvet ordusunun önünde duruyordu. Benimle konuşan sivil polis ile göz göze geldim. Sırıtarak slogan atmaya devam ediyordum. Bendeki rahatlık mevcut tecrübelerimden geliyordu; zira o güne kadar Küçük Armutlu'da hiç saldırıya uğramamıştık. Lakin o günde hesaba katmadığım bir fark vardı. Tam beş gün önce Taksim Gümüşsuyu'nda DHKP/C militanı Uğur Bülbür canlı bomba olarak çevik kuvvet birliğine saldırıda bulunmuş ve patlama sonucunda kendisiyle birlikte iki polisi ve bir de Avustralya vatandaşını öldürmüştü. Sekizi sivil, on üç kişi de yaralanmıştı. Ben ise arkadaşlarını yitirmiş olmanın acısını yaşayan çevik kuvvet polislerinin karşısında, bu saldırıdan sorumlu tuttukları bir kalabalığın en önündeki kişilerden biriydim.

   Naaşı ambulansa yükledikten sonra, fark ettik ki bir grup çevik polis yolun arka istikametinden kasklı, kalkanlı geliyor. O zaman anlaşıldı ki saldırı olacak. Pankartı katlayıp arkalarda birine verdim. Yanımdakilere ise "Kaçın." dedim. Çocuklar sağa sola dağıldılar.
Çevik kuvvet önden saldırıya geçti ve ben bir polis dalgası altında kaldım. Yerdeydim ve üzerime basıp diğer insanlara saldırıya geçiyorlardı. Sonrasında ise üzerime jop yağmuru başladı. Üzerimden biri kalkarkan bir diğeri iniyordu. Tek yapabildiğim kapanıp kendimi olabildiğince korumaktı. Bağırmaksa acıyla mücadelede doğal bir yöntemdi. İşkenceye karşı aldığım bir eğitimde bağırmaktan çekinmemek gerektiğini öğrenmiştim. Bu hem acıyı daha az hissettiriyordu hem de işkence edeni tatmin ettiğinden daha az işkence görmeyi sağlıyordu. Zira karizma çizilmesin diye bağırmamakta direndiğimiz taktirde, işkence yapanı daha da hırslandırabilirdik. Yerde kapanmış bu acı dolu anların bitmesini beklerken bir ses duydum.   

"Gel bakalım Kadıköylü!"   

Bu ses oldukça tanıdıktı. Kurulan cümle ise bir o kadar manidar... Beni tuttu ve tam kaldıracakken "Aah!" diye peş peşe bağırmaya başladı. Ben henüz doğrulup neyin olduğunu göremiyorum. Bir an yoldaşlarımın karşı bir saldırı düzenleyip beni polislerin elinden kurtarmaya çalıştığını düşündüm. Ama "Aah!" diye bağıran polis, "Durun ben de polisim!" dediğinde, gerçeğin pek de öyle olmadığını anladım. Onu döven diğer polislerdi. Yerden kalkma fırsatı buldum ve kaçmaya başladım. Sağa dönüp koşsam, bir yükseltiden aşağı atlayacak ve kurtulma şansım olacaktı. Ama o kadar darbeden sonra nereye koşmam gerektiğine dair hesap yapamamıştım. Sola dönüp koştum ve bir yükseltiye tırmanmaya başladım. Önce yakında bir çevik polis koşup bacaklarımdan tuttu, aşağı düştüm. Ardından koşarak, beni durduran sivil polislerden ikincisi geldi. Beni kıskıvrak yakalayarak çevik kuvvet otobüsüne yerleştirdiler.   

Neyse ki Tuzlalı ve Gülsuyulu kaçmanın doğru yolunu bulmuştu. Ancak durum Ümraniyeli için farklıydı. Hemen karşı koltukta bir polis tarafından sıkıştırılmıştı ve bağırıyordu:   

"Parmağım kırıldı! Parmağım kırıldı!"   

Gözaltından çıktıktan sonra olayı buluştuğum üniversitelilere anlattığımda, "Aman anlatma kimseye. Bu polisin yaralanmasını bizden biliyorlar. Bırak, bozma." dediler. Böylece polise darp suçundan ikinci kez yargılanmaya başladım. Bu kez suçlu bulunacaktım.   

Bir mahkeme günü duruşmaya gittiğimde, parmağı gerçekten kırılan liseli arkadaşı ve anne-babasını gördüm. Baba oğluna dönüp, "Bu muydu?" diye sordu. O da başını salladı ve anne baba başıma üşüştü. Baba haklı olarak sinirli konuşuyordu, ancak örgütten çekindiğinden midir bilmiyorum, fiziki bir temastan da kaçınıyordu. 

"Oğlumuzun yakasını bırakın! Oğlumuzun çevresinde dolaştığınızı bir daha görmeyeceğim!"
[2:26] "KIZIL BAYRAK"
Yöneticim bir gün beni bir odaya soktu. Ortada bir masa, masanın üzerinde kırmızı bir "bayrak" duruyordu. Üzerinde bir desen ya da amblem yoktu ama pekala bayrak sayılabilirdi; kırmızı olması da pekala "kızıl" kabul edilebilirdi. En azından ben böyle yorumluyordum. Masanın yanında ise daha önce de gördüğüm ama diyaloğumun olmadığı bir başka kişi bulunuyordu. Bana masanın yanına gelmemi söylediler.

"Şimdi bir elini bayrağın üzerine koy ve dediklerimi tekrarla."

Söylendiği üzere sağ elimi bayrağın üzerine koydum ve sol elimi de yumruk yaparak havaya kaldırdım.

"Düşmana esir düşmem halinde yoldaşlarımı satmayacağıma..."

O zaman anladım ki bu bir örgüt ritüeli değil, bir önlemdi! Söylediklerini tekrarladım.

Acaba bana and içirten yöneticim de, aynı andı içmiş miydi? Ne içtiğini görmek için biraz daha beklemem gerekiyordu.
[2:27] "GİDEBİLİRSİN"
İstanbul'un Anadolu yakasındaki liseliler olarak yine toplanmış, bu sefer kendi tuttuğumuz özel bir otobüsle Avrupa yakasına, bir öğrenci etkinliğine doğru yola çıkmıştık. O kadar az insan sözünü tutup gelmişti ki, otobüs yerine birkaç taksi ayarlasaydık da olurdu.

Etkinlik alanına vardığımızda polisle karşılaşmayı beklemiyordum. Bir anda belirdiler ve beni alıp bir kenara çektiler. Kimliğimi alan polis Güvenlik Bilgi Taraması (GBT) için bir başka yere gidip geldi. O esnada başımda iki sivil polis duruyordu.

"Hayırdır?" diyerek yokladım polisleri. "Önemli bir şey değil. Öyle, bakıyoruz işte." dediler. Kimliğimi alan polis geri geldiğinde kendi aralarında, duyamayacağım bir mesafede konuşmaya başladılar. Sonra da kimliğimi geri verip, "Tamam, gidebilirsin." dediler. Neler olup bittiğini anlamamıştım. Bir gün sonra ise mesele aydınlandı.

Terörle Mücadele polisleri bir gençlik dergisinin kapısına dayanmış ve gözetleme deliğini kapatıp "Kim o?" sorusuna, "Ben Özgür." cevabını vermiş. İçerideki de gözetleme deliğinden bakıp bir şey göremeyince saf saf kapıyı açmış ve o vakit polisler içeri dalıvermiş. Bir de kapının yanına ağır beyaz eşyalar konulmuştu. Sözüm ona baskın olursa kapının arkasına konulacak ve gizli belgelerin imha edilmesi için zaman kazanılacaktı.

İçerden neler neler polisin eline geçmiş! Bir "dergi bürosu"nda ne kadar bulunmaması gereken şey varsa orada! O çıkanlarla operasyon daha da genişlemiş ve hızla bir girdaba dönüşmüş. Polisler hiç zaman kaybetmeden piyasada ilgili ne kadar üniversiteli devrimci varsa gözaltına almış. İkinci ve üçüncü yöneticim de alınanlar arasında! Çok geçmeden hakkımda bir sürü ifade toplanmış. Adım görüldüğü yerde yakalanacaklar listesinde! Etkinliği haber alıp gelmeleri de bu nedenle. Aranıyorum ama haberim yok.

Peki neden mi beni yakalamışken bırakmışlardı? Çünkü halen on yedi yaşındaydım ve aralarında konuşan polisler yaş küçüklüğü ceza indiriminden yararlanmamı istememişti. “Sen biraz daha gez dolaş. Nasılsa yine elimize düşersin.” diye düşünmüş olmalıydılar. Birkaç ay içinde reşit olacak, yaşım büyürken cezam da ağırlaşacaktı. Beni o gün tutuklamayarak, emrine koşuldukları hukuk yerine, kendi hukuklarını uyguluyor ve aslında farklı bir cepheden, benim gibi suçlu konumuna düşüyorlardı.
[2:28] EYÜP BEYAZ
Benden üç yaş büyüktü Eyüp. Karadeniz Teknik Üniversitesi öğrencisiydi. Canımın sıkkın olduğu bir gün yanıma gelip, "Neyin var anlat." demişti. "Yok bir şey." dedim, inanmadı.

"Var var, anlat dinliyorum."
Ben de anlattım. Karşılıklı dertleştik ve bu bana iyi geldi.

Aylar sonra Kadıköy'de bir evde rastlaştık. Aynı evin kitaplığında Nietzsche'nin "Böyle Buyurdu Zerdüşt" kitabını bulunca pek sevinmiş, elimden hiç bırakmadan okumaya başlamıştım.

"Nietzsche'nin kitabı değil mi o? Hani şu 'faşizmin babası' dedikleri adam!?"
"Yok ya, böyle faşist mi olur? Çok enteresan düşünceleri var."

Ev küçük, içindeki insan sayısı da fazla olunca o gece tek kişilik yatakta yan yana yattık. Bir volkmen vardı ve yattığımız yerden Grup Yorum müzikleri dinliyorduk. Kulaklığın biri onda, biri bendeydi.
5 Kasım 2001 - Sabah gazetesi, "Burası Filistin Değil, İstanbul" diyerek manşetten Küçük Armutlu'nun haberini yaptı. Haberde Küçük Armutlu'nun bir kurtarılmış bölge haline geldiği, devletin hakimiyet sağlayamadığı, içeride teröristlerin cirit attığı yazılıydı. Aynı gün saat 14:30'da mahalleye operasyon düzenlendi. İş makinaları, panzerler, otomatik silahlarıyla özel tim mahalleye girdi. Biri ölüm orucu direnişçisi, toplam dört kişi yaşamını yitirdi. On kadar da yaralı olduğu bildiriliyordu. Yine aynı gün Tekirdağ, Sincan ve Kandıra F tipi cezaevlerindeki üç tutuklu, operasyonu protesto etmek amacıyla canına kıydı.

Operasyon ertesinde Eyüp Beyaz ile tekrar aynı evde karşılaştım. Başına isabet eden bir gaz bombası ile yaralanmıştı. Yanında bir üniversiteli daha vardı. O kişi ilkel koşullarda uyuşturucusuz Eyüp’ün kafasına dikiş atarken Eyüp türkü söylüyordu.

Onunla o günden sonra hiç karşılaşmadık. Onu tekrar görmem için 1 Temmuz 2005 gününü beklemem gerekiyordu. O gün geldiğinde televizyon haberlerinde resmi karşıma çıkacaktı. Spiker, arkadaşımın Ankara'da Adalet Bakanlığı'na üzerine sarılı bir bomba ile giriş yapmak istediğini ve X-ray cihazında durdurulunca da kendini patlatmak istediğini aktaracaktı. Denilenlere göre Eyüp bomba düzeneğinde oluşan bir arıza nedeniyle amacına ulaşamamıştı ve kaçarken önce bacaklarından, sonra da kafasından vurulmuştu.

Arkadaşımın yasını tutmaya başladığımda, çevremdekiler tarafından "Aman kimseye arkadaşın olduğunu söyleme." denilerek uyarılacaktım.

Zaman ilerleyecek ve ben bu sefer "Yıldızlar Kuşandık" adlı bir şiirinin Grup Yorum tarafından şarkı haline getirildiğini öğrenecektim. O vakit aklıma birlikte yan yana yatarken volkmenle müzik dinlediğimiz gece gelecekti. Grup Yorum dinleyerek kendimizi nasıl ölüme hazırladığımızı düşünecektim. Şimdi o da bir Grup Yorum şarkısına dönüşmüştü ve ileride onu dinleyerek başkaları kendi ölümüne hazırlanacaktı. Bu bir döngü olmalıydı.
[2:29] KAÇAK ŞİİRLER
Ailemin olup bitenlerden haberi yoktu. İpin ucu kaçalı çok olmuştu. Benim için endişelenmekten ve meraklanmaktan başka bir şey yapamıyorlardı. Babamla ilişkim beni evinden kovmasıyla kopmuş durumdaydı. Birinci dönem sorumluluk sınavlarına girmiş, hocaların da yardımıyla sözüm ona birinci dönem derslerinden geçmiştim. Artık annemin yanında da kalamıyordum. Mahalle mahalle geziyor, tanıdıkların evlerinde kalıyordum. Gittiğim hiçbir yere telefonla önceden haber vermiyor, her yere çat kapı gidiyordum.

Teyzem o zamanlar Pendik ilçesine bağlı Kurtdoğmuş köyünde, köyün de merkezine uzak bir noktada, Ömerli Barajı'na sıfır, bahçeli müstakil bir evde tek başına yaşıyordu. Sık sık ona uğruyordum. Her defasında "Neden haber vermedin can kuşum?" diye soruyor, ben de "Sürpriz yapmayı seviyorum teyze." diyordum.

Evinin harika bir camekanı vardı. Mekan tasarımcılığıyla da uğraşan teyzem kalbiyle düşünen, hayata tamamen estetik kaygılarla bakan, her andan keyif almasını bilen bir romantikti. Geniş balkonunun duvarı karikatürist bir arkadaşının çizdiği karikatürlerle bezeliydi. Duvarın tam ortasında teyzem, bir amazon olarak resmedilmişti. Evinde ressam arkadaşlarının modern resim çalışmaları, heykeller, eski kitaplar, plaklar bulunuyordu.

Ne zaman teyzeme gitsem ilk işim artık kuzenimin kullanmadığı odasına girip piyanosunun başına oturmaktı. Tek bir notanın dahi yerini bilmediğim halde, karanlıkta bir saatten fazla doğaçlama yapmak beni acayip rahatlatıyordu. O vakit hayatım da biraz böyle bir doğaçlamayı andırıyordu. Bir tuşa basmaya karar verirken nasıl bir ses çıkacağına emin olamıyor, yine de peş peşe tuşlara sezgisel olarak basarak, güzel bir melodi yakalamaya çalışıyordum.

Piyanonun başından kalktıktan sonra sıra teyzemin yemekleriyle bira keyfine gelirdi.
Mevsim kıştı. Teyzeme yine kaçak bir ziyarette bulundum. Camekanda oturduk ve ay ışığının göl yüzeyine yansımasını seyrettik uzun süre. Bazen gözüm kısmen şeffaf sobada çatırdayarak yanan odunlara dalıyordu. Karşılıklı şiir okuduk ve sonra bazen oynadığımız bir oyunu oynadık: şiir yazma oyunu. Bunu bir oyun haline getirense, sözlükten rastgele altı kelime seçmek ve çevirdiğimiz kum saati dolana kadar, o altı kelimenin içinde geçtiği bir şiir yazmaktı. O kadar saçma şeyler çıkıyordu ki, okuyup gülüyorduk. Ama bu bir yarışmaydı ve kimin şiiri daha iyiyse o bir puan alıyordu.
[2:30] "ÇORBA MI, MİNİBÜS MÜ?"
Sanki benim derdim bana yetmiyormuş gibi, bir de yanıma evden kaçan on beş yaşında bir çocuğu taktılar. Ben ise artık on sekiz olmuştum. Tam tutuklamalıktım yani!

Çocuğun evi Avrupa yakasındaydı. Aile polise haber vermişti ve polis çocuğun peşindeydi. Anadolu yakasında daha güvende olur diye yanıma verdiler. Bir hafta kadar benimle takılacak, sonra da evine dönecekti. O da kendi serüveninde, kendi aile iç savaşını veriyordu.

Simsiyah saçları, koyu esmer teni, kemikli yüzü ve yaşından fazla gösteren genel görünüşüyle, her gittiğimiz yerde beyaz tenli Batılı Türkleri tedirgin etti. Tek başına gidip rahatça kaldığım yerlere bu genç arkadaşımla gittiğimde, kapı yüzüme kapandı.

Birlikte geçirdiğimiz bir günün sonunda cebimizde çok az para kalmıştı. Geceyi geçirmek üzere "güvenli bir mahalle"ye, Gülsuyu'na gitmek üzere yola çıktık. Maltepe sahilde bir durakta otobüsten indik. Hava soğuktu ve her yer karla kaplıydı. Arkadaşıma sordum:

"İki seçeneğimiz var. Ya cebimizdeki son parayla biraz ilerden minibüslere bineceğiz ya da buradan ta E-5 üzerindeki bir tepe mahallesine yürüyüp, vardığımız yerde birer çorba içeceğiz? Hangisini yapalım?"
"Çorba içelim!"
"Ben de böyle demeni bekliyordum."

Yokuş yukarı yürümeye başladık. Yürü, yürü, yürü... Mahalleye yaklaştıkça karın kalınlığı arttı. Vardığımız gibi soluğu sıcak bir lokantada aldık. İki kâse sıcak mercimek çorbası yanında bir sepet ekmek çabucak bitti.

O an hayatı sevdiğimi bir kez daha hissettim. Çekilen bu tür irili ufaklı sıkıntıların, zorlukların bir anlamı olduğunu, iyi bir şeye hizmet ettiğini düşünüyor ve kendime saygı duyuyordum.

Karnımızı doyurduktan sonra sıra barınmaya gelmişti. Kimseyi rahatsız etmemek ya da tekrar reddedilmemek için hiçbir tanıdığın kapısını çalmadım. Rüzgardan korunaklı, pencere camı olmayan, büyük oranda bitmiş bir inşaata sığındık. İnşaatın içinde birkaç eski püskü koltuk vardı. Üzerlerine kıvrıldık ve sabah olana kadar titreye titreye uyumaya çalıştık. 
 [2:31] SON GÖZALTI
Bir gün orada, bir gün burada, sonuçta dön dolaş İstanbul'da, "kaçak çay" kadar kaçak hayatımı, yoldaşlarım bile pek ciddiye almıyordu ve bir gün bir yerde polislerin beni alacaklarından neredeyse emindiler. 

Gitmem her ne kadar uygun değilse de, arada sırada anneme uğruyordum. "Polis geldi mi ben yokken?" diye sorup bilgi almanın yanı sıra, her an gelebileceklerine dair de psikolojik olarak hazırlığını yapıyordum.

Yine anneme uğradığım bir gün banyo yapmış, elbiselerimi değiştirmiş, mutfakta kendime sütlü patates püresi yapıyordum ki kapı çaldı. Annem kapıya bakmaya gitti ve açtığında "Aay!" diye kısa bir çığlık attığını duydum. Ne olduğunu öğrenmek için hole geçtiğimde kar maskeli, üniformalı, ellerinde otomatik silahlarıyla özel timi karşımda buldum.

Özel tim evi kolaçan ettikten sonra dışarıda bekleyenlere sinyal verdi ve içeri sivil giyimli polisler girdi. Geldikleri ev Pendik merkezin en güzel yerlerinden birinde, oldukça büyük ve iyi döşenmiş bir evdi. Merkeze telefon açıp adresi kontrol ettiler. Beni herhangi bir şekilde yere yatırıp kelepçelemediler. Bende de hiç tepki yoktu. Ne bir telaş ne bir panik... Adımı sordular söyledim. 
Evi aramaya başladılar. Polis gardıroplara el attığında, annem "Orada benim özel eşyalarım var." dedi ve bunun üzerine aramadılar. Çekmecelere el attıklarında annem yine, "Orada da özel eşyalarım var." dedi ve polis yine aramaktan vazgeçti. Belki silah saklamıştım oraya? Ama hayır, annemin sözünü çiğnemediler. Benim yatağımı ararken, polis alttaki suntayı kaldırınca toz çıktı. "Geleceğinizi bilseydim temizlik yapardım." dedi annem. Polisler dönüp birbirine baktı.

"Bodrum katına bakmamız lazım. Apartmanın yöneticisi kim?"
"Benim."
Annemle birlikte asansöre binip apartmanın bodrum katına inerlerken polis,
"Ev kira mı?"
"Yo hayır, bizim."

Bodrum katı oldukça geniş ve karanlık bir yerdi. Çocukken orada kapıcının çocuklarıyla top oynardım. Pek bir şey göremezken topa vurmaya çalışmak, top ile birbirimizi vurmaya çalışmak ve aynı zamanda topun hedefi olmamaya çalışmak oldukça heyecanlı bir oyundu.

Etrafa biraz baktıktan sonra, kapıcının kapısına yönelmişler. Annem:
"Kapıcıyla ne işiniz var? Getirdim ya sizi bodruma. Arayın hangi tüfeği, bombayı arayacaksanız?"
"Tamam Şule Hanım, haklısınız."

Oldukça kibarlar. Yukarı çıktıklarında sıra beni alıp götürmeye geldi. Anneme telefon numaralarını bıraktılar.

"Bize bu numaradan ulaşabilirsiniz. Ama bir saatten önce aramayın. Her halde bir yanlış anlaşılma var. Kısa zamanda çözülür umuyoruz."

Evden çıkmadan önce kendi paltomu değil, annemin paltosunu giydim. Biliyordum bu gidişin dönüşü o kadar çabuk olmayacaktı.
[2:32] TERÖRLE MÜCADELE ŞUBESİ'NDE
Sivil bir arabayla İstanbul Terörle Mücadele Şubesi'ne geldik. Büyük bir binanın en üst katına çıkarttılar. Her bir timin kendi uzmanlık alanı vardı. Beni "Tim 1" karşıladı. Karşılayan da hiç yabancı değildi. Gülerek, "Merhaba Berk! Hoşgeldin. Tanıdın mı beni?" diye sordu. Bana üç ay önce kimlik kontrolü yapıp, sonra da "Gidebilirsin." diyen polisti bu. Artık on sekiz yaşındaydım ve bana gönlünden geçen cezayı verdirebilirdi.

Gözaltına alınma prosedürlerinin ikinci aşamasına geçildi. Bir odaya sokuldum ve kemerimi, ayakkabı bağcıklarımı çözmem istendi. "Tamam artık, kibarlık oyunu buraya kadar" dedim içimden. Zira gözaltında kemer, bağcık çıkarmamak bir direniş geleneğidir.

"Çıkarmıyorum."

Pos bıyıklı, pembemsi gömlekli, renkli kravatlı, timin başı olduğunu düşündüğüm kişi:
"Çıkar diyorum, uğraştırma bizi!"

Kaşlarımı çattım ve,
"Uzatmaya gerek yok. Hadi vurmaya başlayın!"

Polis şefi gülerek:
"Aferin aferin, güzel eğitmişler seni!"

Bir süre sessizlik oldu. Talimat beklemekte olan polislere:
"Bırakın kalsın üzerinde."

Zira kemer, ayakkabı bağcığı çıkarttırmanın amacı, bu malzemeleri teorik olarak, boğmakta ya da kendimizi asmakta kullanabilir olmamız. Polis şefinin saldırı talimatı vermemesi beni çok şaşırttı. Beklediğim bir şey değildi. Günlerce türlü türlü fiziki işkenceden geçmeye hem psikolojik olarak kendimi hazırlamıştım hem de bu konuda örgüt tarafından teorik olarak eğitilmiştim. Polis şefi odadan çıkmadan önce şunları ekledi:

"Polis arkadaşlarımızdan herhangi birine saldırmadığın ya da küfretmediğin sürece sana herhangi bir şiddet uygulamayacağız."

Allahallah, nereye geldim ben böyle? Burası Terörle Mücadele Şubesi değil mi?

O odadan çıkarıp bir başka odaya götürdüler. Beş gün süren sorgulama bu odada olacaktı. Bu oda da zihnimde hayal ettiğim gibi bir işkencehane zindanı değil, masası, sandalyesi, televizyonu olan, bir çeşit memur odasıydı. Soru sormaya başladılar.

"Susma hakkımı kullanıyorum."
"İyi sen bilirsin. Biz zaten senin hakkında her şeyi biliyoruz. Biz burada yalnızca prosedürü uyguluyoruz. Senden bir şey öğrenmek için sormuyoruz. Bize verebileceğin yeni bir bilgi yok. Teyit amaçlı soruyoruz."

Elinde tuttuğu kağıttan okumaya başladı. Okunanlar tanıdıktı.

"Anladın mı şimdi neden senden bir şey istemiyoruz? Sen zaten sayfalarca kendi el yazınla her şeyi anlatmışsın."

Ellerinde dergi bürosu baskınında elde ettikleri, yedi sayfalık "özgeçmiş"im vardı. Örgütsel tarihim, eylemlerim, ilişkilerim, niyetlerim, polisin de örgütün merkez komitesinin de hemen hemen merak ettiği her şey vardı kağıtta.

"Savaşma isteğim çok yoğun. Bu konuda yeteneğim var mı bilmiyorum ama isteğim var." (…) "Parti istediği taktirde ölüm orucuna da girerim. Feda eylemi de yaparım. Gerilla da olurum. Her görevde de partime ve yoldaşlarıma layık olmaya çalışırım." (…) "Kavga benim her şeyim. Cephe benim evim yurdum. Varlığım. Beni şekillendirip arıtan, doğruyu gösteren öğretmenim. Bu yolda can vermek benim için şeref."
Bu arada annem polisin kendisine verdiği numarayı dedeme bildirmiş. Dedem de belli bir süre geçtikten sonra TEM'i aramış ve askeri kimliğini belirttikten sonra, "Torunum iyi mi?" diye sormuş. "İyidir albayım. Endişelenmenizi gerektirecek bir şey yok." diye de cevap almış.

Ben yine bir gözaltı klasiği olarak açlık grevindeydim. Polislerin hiçbir sorusuna ya da sohbet girişimine yanıt vermiyordum. Üç dört saatte bir nöbet değiştiriyorlardı. Sürekli karşımdaki sandalyede oturan, bana bakan, aralarda da bir şeyler söyleyen bir polis vardı. İlk gecede oyunun sırrı ortaya çıktı. Uykum gelip gözlerimi kapattığımda, gelip biri bacaklarıma tekme attı.

"Buraya uyumaya gelmedin aslanım!"

Sorgu süresince uyumak yasak. Nasıl da gözlerimden uyku akıyor. Gözaltına alındığım gün zaten uykusuzdum ve annemden çıktıktan sonra gideceğim yerde erken yatmayı planlıyordum.

Bana gözaltına alınıp tutuklanan ikinci yöneticimin üzerime verdiği ifadeyi okudular. Oku oku bitmiyor ifade. Onun ifadesi bitince üçüncü yöneticimin hakkımdaki ifadesi başladı. Çözüldüğünün bilgisi dışarıda kulağıma gelmişti ama işkenceye dayanamadığını, kemikleri çatlak, yüzü gözü kan içinde az biraz bilgi verdiğini sanmıştım. İfadeyi baştan sona okumakla yetinmediler, bir de kenarda duran televizyonu önüme getirip, bana nasıl ifade verdiğini izlettirdiler! O an şaşkınlığım daha da arttı. Görüntülerde yöneticim polise ifade verirken masaya çay geliyordu. Karşılıklı çay içerken, sohbet havasında anlatıyordu bildiklerini. Sarsıldım. Aklıma bana ant içirdiği an geldi.

"Şimdi bir elini bayrağın üzerine koy ve dediklerimi tekrarla.
Düşmana esir düşmem halinde yoldaşlarımı satmayacağıma..."

Polis devam etti:
"Bu bir şey değil aslanım. Daha zamanımız var. İstersen sana önderinizin ifadesini de okuyalım. Sen ne için direniyorsun, anlamadık."

Susmaya devam ettim. Ancak polisin çabaları da üzerimde etkili olmuyor değildi. İçimde bir hüzün, bir yenilgi, bir hayal kırıklığı ve ihanete uğramışlık duygusu vardı.
Üçüncü gün daha uyanık durumdaydım. Beynim uykusuzluk haline kendini adapte etmişti ama, tansiyonum iyice düşmüştü. Nöbet değişimine gelen polislerden biri kafama bir tane şaplak attı.

"İfade vermedi mi bu hâlâ?"
"Verir abisi, varma çocuğun üzerine."

Bu arada Tim 1'in müdürü anneme telefon açıp merkeze davet etmiş! Annem de babama haber verip birlikte Terörle Mücadele Şubesi'ne gelmişler. Müdür odasında annemi ve babamı oldukça iyi ağırlamış.

"Çok efendi ve temiz bir çocuğunuz var ama maalesef yanlış arkadaşlar edinmiş. Elimizde kendi el yazısıyla yazıp örgüte teslim ettiği özgeçmişi var."
Annem, "Ben görmek istiyorum oğlumu. Madem iyi davrandınız, gösterin."

Müdür de avukat olması nedeniyle babamın görmesinin usule daha uygun olacağını söyleyip, babamı ayrı bir odaya göndermiş. Sorgulama odasından alıp beni de bu odaya götürdüler ve orada babamla karşılaştım. Annemin de o sırada şubede olduğunu bilmiyordum. Babamı TEM'in en üst katında görmek de beni hayli şaşırttı. "İyiyim baba, sıkıntı yok. Gördüğün gibi." dedim. O da bana moral vermeye çalıştı ve ardından tekrar sorgu odasına götürüldüm.

Bu özel uygulama elbet benim "efendi çocuk" olmamdan kaynaklanmıyordu. Bana iyi davranmaları, aileme izahatta bulunup benimle görüşmelerini sağlamaları, bana değil, aileme yapılan bir jestti.
Dördüncü gün sorgu polisi şöyle dedi:
"Boşuna direniyorsun boşuna! Biz zaten senin ifadeni hazırladık bile. Yapacağın sadece altına imza atmak. Yoksa beşinci günün sonunda seni bırakacağımızı mı sanıyorsun? İfade vermemiş olursan üç gün daha ek süre alacağız. Sen at imzanı, götürelim uyu sonra. Savcılığa gidince kabul etmezsin ifadeni olur biter."

"Ne hazırladınız bana ifade olarak?"
"Hah, bak şimdi konuşmaya başladın. Getirelim de oku."

Getirdiler. Özgeçmişimde bulunan bilgilerle, hakkımda verilmiş ifadelerden bir kolaj yapmışlar ve benim ağzımdan çıkıyor gibi hazırlamışlar. Ancak komik olan bir şey var. İfadede şöyle konuşuyor görünüyorum:

"Terör örgütü ile .... tarihinde tanıştım. Bu güne kadar .... terör faaliyetlerinde bulundum."

İfadeyi okudum. Her şey apaçık ortadaydı. Koltukta oturmuş, günlerdir direnişçilik oynuyordum. Susarak elde edebileceğim tek şey ileride "Beş gün TEM’de direndim, ifade vermedim." diyerek hava atmak olabilirdi. Ama onun bile kıymeti yoktu. Filistin askısında hayalarıma elektrik verirlerken ben "Konuşturamazsınız beni alçaklaaar!" diye bağırmıyordum. Her şey gözüme o an anlamsız göründü.

"Bir kalem verin de imzalayayım." dedim. İçimden de, "Burada boş boş oturacağıma, gider yatarım daha iyi!"

Alıp beni alt katlarda bir yere götürdüler. Demir parmaklıklı ufacık hücrelerin yan yana sıralandığı bir yerdi. İçeride mavi muşamba kaplı yatmalık bir şey vardı. Köşede bir kamera... Yatağa uzandım. Devrimciliğe adım atarken hiç tutuklanacağımı düşünmemiştim. Daha çok yirmi bir yaşıma kadar ömür biçmiştim kendime. Sonrası her zaman boştu, karanlıktı. Bir gün bir yerde vurularak öleceğimi hayal ediyordum. "Örgüt üyeliğinin cezası on iki buçuk yıl." diye duymuştum hep. "İçerde ölmezsem, bu hesapla otuz bir yaşına kadar daha yaşarım." diye düşündüm. O hücrede yattığım yerde düşünürken, yirmi birimden sonra tasavvur ettiğim karanlığa ışık sızdı.

Hayat bana cömert davranacak ve ben otuz bir yaşı da geçecektim. Bu da kendimi hayli uzun yaşamış bir insan gibi hissetmeme yol açacaktı. Zira "uzun yaşamak", istatistik bir kenara bırakıldığında, tahminlerimizden fazla yaşamak olmalıydı.
[2:33] TUTUKLANMA
Beş günlük gözaltı süresinin sonunda TEM’den Beşiktaş'a, Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) savcılığına getirildim. Savcı:

"İyi düşün delikanlı. On beş yıl ile yargılanıyorsun. Polis ifadesini kabul et. Aktif iş birliği halinde yatmazsın bile."
"Savcı Bey, ne için iş birliği yapayım? İşlemediğim bir suçtan gözaltına alındım ve polis bana zorla önceden hazırlamış olduğu bir ifadeyi imzalattı. Örgüt üyesi falan değilim ben. Demokratik haklarını arayan bir öğrenci ve vatandaşım. Polisin ne yapmaya çalıştığını anlamıyorum."
"Haaa, masumum diyorsun yani!"
"..."
"İyi sen bilirsin."

Odadan çıktım. Bir kenarda beklettiler bir süre. Tutuklanma kararımın çıkmasının ardından, mahkemenin dışında bekleyen bir minibüse bindirdiler. Ellerim kelepçeliydi. Minibüse bindiğimde dışarıda bana bakmakta olan babamla göz göze geldim. Gülümsedim ve el salladım. O da bana el salladı. Minibüs hareket etti. Babama tekrar el salladım. O da bana el salladı. Gülümsedim.
bottom of page