[2:32] TERÖRLE MÜCADELE ŞUBESİ'NDE
Sivil bir arabayla İstanbul Terörle Mücadele Şubesi'ne geldik. Büyük bir binanın en üst katına çıkarttılar. Her bir timin kendi uzmanlık alanı vardı. Beni "Tim 1" karşıladı. Karşılayan da hiç yabancı değildi. Gülerek, "Merhaba Berk! Hoşgeldin. Tanıdın mı beni?" diye sordu. Bana üç ay önce kimlik kontrolü yapıp, sonra da "Gidebilirsin." diyen polisti bu. Artık on sekiz yaşındaydım ve bana gönlünden geçen cezayı verdirebilirdi.
Gözaltına alınma prosedürlerinin ikinci aşamasına geçildi. Bir odaya sokuldum ve kemerimi, ayakkabı bağcıklarımı çözmem istendi. "Tamam artık, kibarlık oyunu buraya kadar" dedim içimden. Zira gözaltında kemer, bağcık çıkarmamak bir direniş geleneğidir.
"Çıkarmıyorum."
Pos bıyıklı, pembemsi gömlekli, renkli kravatlı, timin başı olduğunu düşündüğüm kişi:
"Çıkar diyorum, uğraştırma bizi!"
Kaşlarımı çattım ve,
"Uzatmaya gerek yok. Hadi vurmaya başlayın!"
Polis şefi gülerek:
"Aferin aferin, güzel eğitmişler seni!"
Bir süre sessizlik oldu. Talimat beklemekte olan polislere:
"Bırakın kalsın üzerinde."
Zira kemer, ayakkabı bağcığı çıkarttırmanın amacı, bu malzemeleri teorik olarak, boğmakta ya da kendimizi asmakta kullanabilir olmamız. Polis şefinin saldırı talimatı vermemesi beni çok şaşırttı. Beklediğim bir şey değildi. Günlerce türlü türlü fiziki işkenceden geçmeye hem psikolojik olarak kendimi hazırlamıştım hem de bu konuda örgüt tarafından teorik olarak eğitilmiştim. Polis şefi odadan çıkmadan önce şunları ekledi:
"Polis arkadaşlarımızdan herhangi birine saldırmadığın ya da küfretmediğin sürece sana herhangi bir şiddet uygulamayacağız."
Allahallah, nereye geldim ben böyle? Burası Terörle Mücadele Şubesi değil mi?
O odadan çıkarıp bir başka odaya götürdüler. Beş gün süren sorgulama bu odada olacaktı. Bu oda da zihnimde hayal ettiğim gibi bir işkencehane zindanı değil, masası, sandalyesi, televizyonu olan, bir çeşit memur odasıydı. Soru sormaya başladılar.
"Susma hakkımı kullanıyorum."
"İyi sen bilirsin. Biz zaten senin hakkında her şeyi biliyoruz. Biz burada yalnızca prosedürü uyguluyoruz. Senden bir şey öğrenmek için sormuyoruz. Bize verebileceğin yeni bir bilgi yok. Teyit amaçlı soruyoruz."
Elinde tuttuğu kağıttan okumaya başladı. Okunanlar tanıdıktı.
"Anladın mı şimdi neden senden bir şey istemiyoruz? Sen zaten sayfalarca kendi el yazınla her şeyi anlatmışsın."
Ellerinde dergi bürosu baskınında elde ettikleri, yedi sayfalık "özgeçmiş"im vardı. Örgütsel tarihim, eylemlerim, ilişkilerim, niyetlerim, polisin de örgütün merkez komitesinin de hemen hemen merak ettiği her şey vardı kağıtta.
"Savaşma isteğim çok yoğun. Bu konuda yeteneğim var mı bilmiyorum ama isteğim var." (…) "Parti istediği taktirde ölüm orucuna da girerim. Feda eylemi de yaparım. Gerilla da olurum. Her görevde de partime ve yoldaşlarıma layık olmaya çalışırım." (…) "Kavga benim her şeyim. Cephe benim evim yurdum. Varlığım. Beni şekillendirip arıtan, doğruyu gösteren öğretmenim. Bu yolda can vermek benim için şeref."
Bu arada annem polisin kendisine verdiği numarayı dedeme bildirmiş. Dedem de belli bir süre geçtikten sonra TEM'i aramış ve askeri kimliğini belirttikten sonra, "Torunum iyi mi?" diye sormuş. "İyidir albayım. Endişelenmenizi gerektirecek bir şey yok." diye de cevap almış.
Ben yine bir gözaltı klasiği olarak açlık grevindeydim. Polislerin hiçbir sorusuna ya da sohbet girişimine yanıt vermiyordum. Üç dört saatte bir nöbet değiştiriyorlardı. Sürekli karşımdaki sandalyede oturan, bana bakan, aralarda da bir şeyler söyleyen bir polis vardı. İlk gecede oyunun sırrı ortaya çıktı. Uykum gelip gözlerimi kapattığımda, gelip biri bacaklarıma tekme attı.
"Buraya uyumaya gelmedin aslanım!"
Sorgu süresince uyumak yasak. Nasıl da gözlerimden uyku akıyor. Gözaltına alındığım gün zaten uykusuzdum ve annemden çıktıktan sonra gideceğim yerde erken yatmayı planlıyordum.
Bana gözaltına alınıp tutuklanan ikinci yöneticimin üzerime verdiği ifadeyi okudular. Oku oku bitmiyor ifade. Onun ifadesi bitince üçüncü yöneticimin hakkımdaki ifadesi başladı. Çözüldüğünün bilgisi dışarıda kulağıma gelmişti ama işkenceye dayanamadığını, kemikleri çatlak, yüzü gözü kan içinde az biraz bilgi verdiğini sanmıştım. İfadeyi baştan sona okumakla yetinmediler, bir de kenarda duran televizyonu önüme getirip, bana nasıl ifade verdiğini izlettirdiler! O an şaşkınlığım daha da arttı. Görüntülerde yöneticim polise ifade verirken masaya çay geliyordu. Karşılıklı çay içerken, sohbet havasında anlatıyordu bildiklerini. Sarsıldım. Aklıma bana ant içirdiği an geldi.
"Şimdi bir elini bayrağın üzerine koy ve dediklerimi tekrarla.
Düşmana esir düşmem halinde yoldaşlarımı satmayacağıma..."
Polis devam etti:
"Bu bir şey değil aslanım. Daha zamanımız var. İstersen sana önderinizin ifadesini de okuyalım. Sen ne için direniyorsun, anlamadık."
Susmaya devam ettim. Ancak polisin çabaları da üzerimde etkili olmuyor değildi. İçimde bir hüzün, bir yenilgi, bir hayal kırıklığı ve ihanete uğramışlık duygusu vardı.
Üçüncü gün daha uyanık durumdaydım. Beynim uykusuzluk haline kendini adapte etmişti ama, tansiyonum iyice düşmüştü. Nöbet değişimine gelen polislerden biri kafama bir tane şaplak attı.
"İfade vermedi mi bu hâlâ?"
"Verir abisi, varma çocuğun üzerine."
Bu arada Tim 1'in müdürü anneme telefon açıp merkeze davet etmiş! Annem de babama haber verip birlikte Terörle Mücadele Şubesi'ne gelmişler. Müdür odasında annemi ve babamı oldukça iyi ağırlamış.
"Çok efendi ve temiz bir çocuğunuz var ama maalesef yanlış arkadaşlar edinmiş. Elimizde kendi el yazısıyla yazıp örgüte teslim ettiği özgeçmişi var."
Annem, "Ben görmek istiyorum oğlumu. Madem iyi davrandınız, gösterin."
Müdür de avukat olması nedeniyle babamın görmesinin usule daha uygun olacağını söyleyip, babamı ayrı bir odaya göndermiş. Sorgulama odasından alıp beni de bu odaya götürdüler ve orada babamla karşılaştım. Annemin de o sırada şubede olduğunu bilmiyordum. Babamı TEM'in en üst katında görmek de beni hayli şaşırttı. "İyiyim baba, sıkıntı yok. Gördüğün gibi." dedim. O da bana moral vermeye çalıştı ve ardından tekrar sorgu odasına götürüldüm.
Bu özel uygulama elbet benim "efendi çocuk" olmamdan kaynaklanmıyordu. Bana iyi davranmaları, aileme izahatta bulunup benimle görüşmelerini sağlamaları, bana değil, aileme yapılan bir jestti.
Dördüncü gün sorgu polisi şöyle dedi:
"Boşuna direniyorsun boşuna! Biz zaten senin ifadeni hazırladık bile. Yapacağın sadece altına imza atmak. Yoksa beşinci günün sonunda seni bırakacağımızı mı sanıyorsun? İfade vermemiş olursan üç gün daha ek süre alacağız. Sen at imzanı, götürelim uyu sonra. Savcılığa gidince kabul etmezsin ifadeni olur biter."
"Ne hazırladınız bana ifade olarak?"
"Hah, bak şimdi konuşmaya başladın. Getirelim de oku."
Getirdiler. Özgeçmişimde bulunan bilgilerle, hakkımda verilmiş ifadelerden bir kolaj yapmışlar ve benim ağzımdan çıkıyor gibi hazırlamışlar. Ancak komik olan bir şey var. İfadede şöyle konuşuyor görünüyorum:
"Terör örgütü ile .... tarihinde tanıştım. Bu güne kadar .... terör faaliyetlerinde bulundum."
İfadeyi okudum. Her şey apaçık ortadaydı. Koltukta oturmuş, günlerdir direnişçilik oynuyordum. Susarak elde edebileceğim tek şey ileride "Beş gün TEM’de direndim, ifade vermedim." diyerek hava atmak olabilirdi. Ama onun bile kıymeti yoktu. Filistin askısında hayalarıma elektrik verirlerken ben "Konuşturamazsınız beni alçaklaaar!" diye bağırmıyordum. Her şey gözüme o an anlamsız göründü.
"Bir kalem verin de imzalayayım." dedim. İçimden de, "Burada boş boş oturacağıma, gider yatarım daha iyi!"
Alıp beni alt katlarda bir yere götürdüler. Demir parmaklıklı ufacık hücrelerin yan yana sıralandığı bir yerdi. İçeride mavi muşamba kaplı yatmalık bir şey vardı. Köşede bir kamera... Yatağa uzandım. Devrimciliğe adım atarken hiç tutuklanacağımı düşünmemiştim. Daha çok yirmi bir yaşıma kadar ömür biçmiştim kendime. Sonrası her zaman boştu, karanlıktı. Bir gün bir yerde vurularak öleceğimi hayal ediyordum. "Örgüt üyeliğinin cezası on iki buçuk yıl." diye duymuştum hep. "İçerde ölmezsem, bu hesapla otuz bir yaşına kadar daha yaşarım." diye düşündüm. O hücrede yattığım yerde düşünürken, yirmi birimden sonra tasavvur ettiğim karanlığa ışık sızdı.
Hayat bana cömert davranacak ve ben otuz bir yaşı da geçecektim. Bu da kendimi hayli uzun yaşamış bir insan gibi hissetmeme yol açacaktı. Zira "uzun yaşamak", istatistik bir kenara bırakıldığında, tahminlerimizden fazla yaşamak olmalıydı.