top of page

Bölüm 14

[14:1] ÇİFTE VATANDAŞ
14-1a.png
Ani henüz Ermenistan’dayken Ula Nüfus Müdürlüğü’ne tekrar uğrayarak çifte vatandaşlıkla ilgili eksik evrakları tamamlamış ve İçişleri Bakanlığı’na gönderilmek üzere bir form doldurmuştum. Ani’ye oturum izni alabilmek için gerekli evrakları toplarken yolumuz yine aynı müdürlüğe düştü. Çifte vatandaşlık ile ilgili bir gelişme olup olmadığını sorduğumda görevli memur bilgisayarından kayıt bilgilerimi kontrol edip bir kağıt basarak uzattı. Üzerinde şu ibare bulunmaktaydı:

Armenak Taçyıldız - “5901 SAYILI TÜRK VATANDAŞLIĞI KANUNUNUN 44. MADDESİ UYARINCA 02.05.2013 TARİHİNDEN İTİBAREN AYNI ZAMANDA ERMENİSTAN CUMHURİYETİ VATANDAŞIDIR.”

Bu bilgi bende büyük bir rahatlama yarattı. Babam da, Norayr Abi de, Artur da pek iyimser değildi. Hakim kanaat Türkiye’nin beni iki taraftan birini seçmeye zorlayacağı yönündeydi. Dahası, direkt TC vatandaşlığından çıkarılabileceğime dair bir senaryo da akla gelmiyor değildi. Ancak Türkiye durumu pek de sorun etmemiş ve işlem sessiz sedasız hallolmuş görünüyordu. 

Ani’nin ikamet belgesini de alıp Müdürlük’ten çıktığımızda babamı aradım. Verdiğim bilgi onu da rahatlattı ve “diplomatik zafer” kazandığım yönünde esprili konuşmalarımız oldu.
 
Üniversite öğrenciliğimin önündeki engelin kaldırılmış olmasından sonra çifte vatandaşlık girişimimin de sorunsuz olarak kabul edilmiş olması, bir vatandaş olarak Türkiye devleti ile normalleşme sürecimin de tamamlandığı anlamına geliyordu.
[14:2] DARBELİ GÜNLER
14-2a.png
Özkan Eroğlu… Lisede en yakın arkadaşımdı ve bana cezaevindeyken uzun uzun mektuplar yazardı. Yerevan’da olduğum bir gün mesajlaştık. Türkiye’ye geldiğim vakit buluşup sohbet edecektik. “Görüşürüz mutlaka…” dedi, “Görüşürüz muhakkak” dedim. Bana yazdığı son şey “Dikkat et kendine” oldu. Yazışmamızdan iki gün sonra bir kaza sonucu yaşamını yitirdiğini ancak Türkiye’ye geldiğimde öğrenebilecektim. 

Arkadaşımın cemevinde yapılacak anmasına katılmak üzere Ani’yi Muğla’da bırakıp İstanbul’a, kuzenimin yaşadığı Acıbadem’e geçtim. Anmanın yapılacağı günden bir gün önce, 15 Temmuz gecesi kuzenim bana Boğaziçi Köprüsü’nü askerin kapatmış olduğu bilgisini verdiğinde şaşırdım. Olan biteni bilgisayarlarımızın başında anlamaya çalışıyorduk. Fazla zaman geçmedi ki bir darbe girişimi ile karşı karşıya olunduğu anlaşıldı. TRT’de darbeci askerlerin dikte ettiği metin okunuyordu. Kendi aramızda darbenin başarılı olup olamayacağını tartışıyorduk. Alçaktan uçuş yapan F-16’ların bir patlamayı andıran gürültüsüyle defalarca irkildik. Bu sıralarda kuzenimin evinden birkaç sokak ötede bulunan Türk-Telekom Bölge Müdürlüğü’ne de asker el koymaya çalışmış. Askerleri durdurmaya çalışan Acıbadem muhtarı ve beş diğer vatandaş vurularak hayatını kaybetmiş. 

Uykusuz geçen gecenin ardından sabaha doğru darbe teşebbüsünün tamamen kontrol altına alınmış olduğu belirginleşince, Özkan’ın anmasına katılmak üzere Aydınlı Cemevi’ne doğru yola çıktım. Vardığımda, bir köşede ağlamakta olan Cemile teyzeyi fark ettim. Beni gördüğünde sarıldı ve “Berk, Özkan nerde?” diye sordu.

Arkadaşımla planladığım buluşmayı mezarı başında yapmanın hüznü ile birkaç gün sonra Muğla’ya döndüm. Bir akşam vakti sofrayı hazırlarken televizyonda reklamlar esnasında beliren bir yayın hepimizin dikkatini çekti. Türkiye bayrağı dalgalanıyor, bir erkek sesi şöyle diyordu : 

“NE MUTLU Türküm, Lazım, Boşnağım, Kürdüm, Zazayım, Gürcüyüm, Çerkezim, Çeçenim, Pomağım, Romanım, Arabım, Süryaniyim, Ermeniyim, Rumum, Arnavutum, Museviyim, Hristiyanım, Müslümanım, Aleviyim, Sünniyim DiYENE! Çünkü, biz canımızı, kanımızı feda ederek Kurtuluş Savaşımızı el ele, hep birlikte kazandık. Demokrasi savaşını da el ele, hep birlikte kazanacağız. Halk eğilmez, Türkiye bölünmez.” 
[14:3] SEVAN NİŞANYAN ve “ÜÇ ERMENİ BÜYÜĞÜ”
14-3a.png
23 Eylül 2016 – Hapiste bulunan Sevan Nişanyan’a verilmek üzere avukatına Ermenistan Cumhuriyeti Diaspora Bakanlığı tarafından William Saroyan Madalyası takdim edilecekti. Ani ve annesi ile birlikte törene katılım sağlamak üzere geze geze Taksim’e geldik. Mamam yaklaşık üç haftadır bizimle beraberdi. Akyaka ve Erdek’te birlikte hoşça vakit geçirmiştik. 

Nişanyan Şirince’de yıkılmaya yüz tutmuş eski Rum evlerini “izinsiz” restore ettiği, SİT alanı olan kendi arazisi üzerinde ufak bir taş bina yaptığı ve dahası “İslam peygamberine hakarette bulunduğu” gerekçesiyle 2014’ten beri hapis yatmaktaydı. Nişanyan’ı zeki, cüretkâr, kabına sığmayan, gerçek bir birey olarak görüyordum. Dahası feministlerle olan didişmeleri de hoşuma gidiyordu. 

Salonda yerimizi aldığımızda pek çok tanıdık yüz ile karşılaştım. Sezgin Tanrıkulu, Ahmet İnsel, Osman Kavala, Ufuk Uras gibi isimler gözüme ilk çarpanlardı. Birkaç da facebook arkadaşıma denk geldim. Yerevan’dan sonra ilk kez tarihçi Bülent Bilmez ile karşılaşmak da beni mutlu etti. Ayak üstü sohbet ettik. 

Salonda bulunmakta olan Ermenistanlı gazeteciler ise CHP’nin Ermeni milletvekili Selina Doğan’a yoğun ilgi göstermekteydiler. Kendisiyle kısa bir röportaj yapmak isteyip de iletişim güçlüğü yaşadıklarında Ani yardımlarına gitti.  

Tören başladığında Nişanyan’ın Şirince’de kurduğu muazzam kültür kompleksini yansıtılan videodan izledik. Nişanyan’ın avukatı, ardından Selina Doğan konuşma yaptılar. “Hepimiz Ermeniyiz” yazısını yıllar önce Türkçeye çevirip yayınladığım Aram Hamparian ile Alman akademisyen Tessa Hofmann’ın mektuplarını salona okumak benim görevimdi. Sıra madalyanın takdimine geldiğinde ise Ani sahne yanında yerini aldı. Onun görevi de Diaspora Bakanlığı adına madalyayı takdim edecek Ermeni milletvekili Aragats Akhoyan’ın konuşmasını dinleyicilere tercüme etmekti. 

*  *  *

Karaköy’den bir akşam vapuruyla Kadıköy’e yol alırken hepimizin mutlu olmak için kendince bir nedeni vardı. Keyifli sohbetimizin bir noktasında mamama şöyle dedim:

“Benim için en önemli üç Ermeni büyüğünü size sıralayayım: Aram Ateşyan, Serj Sarkisyan ve siz!”  

Mamam biraz şaşırmış halde gülümseyerek nedenini sordu. Ben de gülümseyerek yanıt verdim:

“Aram Ateşyan dini, Serj Sarkisyan resmi, siz de biricik kızınızı bana vererek toplumsal kabulümü temsil ediyorsunuz.”  
[14:4] BENİM KÜÇÜK YAHUDİM
14-4a.png
Temmuz’un 26’sında Ani için FTDNA’dan otozomal DNA testi sipariş ettik. O da benim kadar çıkacak sonuç için meraklanıyordu. “Küçük Asya Kümesi” dışında görünen her yüzdelik dilim (resmi Ermeni tarih tezine göre) doğrudan Ermeni olmayan bir unsura tekabül edecek, böylece “melezliğin” güçlü bir belirtisi olacaktı. Sonuç 29 Eylül’de açıklandığında ikimiz için de şaşırtıcı oldu:  

Küçük Asya %86, Aşkenaz Yahudi %11, Batı-Orta Avrupa %3

Ani “Yahudi çıkmak”tan ötürü memnundu. “Keşke daha fazla çıksaydı. Bu kadarla insan ‘Bende Yahudilik var.’ demeye utanır.” dediğinde, “Üzülme. Sen benim küçük Yahudimsin!” diyerek teselli etmeye çalıştım. 

Aklıma Sarkis’in bizi ayırmak üzere düzenlediği operasyonda ona telkin ettikleri geliyordu. Bir Ermeni kız olarak benim gibi “Yahudi-Mason-Türk” birinden uzak durmalıydı. Oysa “Yahudi” olan Ani’ydi ve belki Sarkis kendini test ettirse daha da fazla Yahudi çıkacaktı.
[14:5] 2016 ABD SEÇİMLERİ
14-5a.png
ABD seçim tartışmalarını Türkçe dil desteği ile ilk kez 2008’de izlemiştim. Sahnede Obama ve McCain vardı. Aradan geçen sürede hem İngilizce seviyem hem de ABD siyasetine ilgim arttığından, 2016 Kasım seçimlerini ilk adaylarının belirişinden itibaren takip etmeye başladım. Kendi favori adayımı arıyordum. Sonunda buldum: Marco Rubio. 

Bu genç, karizmatik ve Küba asıllı enerjik adamın muhafazakâr iç siyaseti ile tercihlerim pek örtüşmüyordu doğrusu. Ancak realistlere göre dış politika ve güvenlik meseleleri “yüksek siyaset” olarak tanımlanıyordu ve benim için de belirleyici alanlar bunlar oldu.
  
Obama’yı eleştirirken “Müttefiklerimiz artık bize güvenmiyor. Düşmanlarımız ise artık bizden korkmuyor.” diyordu Rubio. Savunma bütçesi arttırılmalı, Suriye başta olmak üzere Amerikan gücü dosta ve düşmana hissettirilmeliydi. Zira Amerika ne kadar güçlü olursa dünya o kadar güvenli ve iyi bir yer olacaktı. 21. yüzyıl pekala “Yeni Amerikan Yüzyılı” olabilirdi. 

Ancak Mart 2016’ya gelindiğinde, Rubio kendi bölgesinde Trump’a yenildi ve Cumhuriyetçilerin adayı da büyük oranda belli oldu. Demokratlarda ise ibre Clinton’u gösteriyordu. Trump ile Clinton arasında tercih yapmak durumunda kalsam kimi seçerdim? Bu benim için cevaplaması güç bir soru olmadı. Sanders ile Clinton arasında kalsaydım da seçeceğim kişi yine aynı kişi olurdu: Clinton.  

Seçim haftasına girildiğinde beni de bir heyecan sarmıştı. Türkiye’de ya da Ermenistan’da ne olup bittiği ikincildi artık. Facebook kapağıma ateşli bir demokrat gibi Clinton’un güzel bir resmini yerleştirdiğimde Ani bile “Yok artık!” dedi. Birçok Amerikalı arkadaşım olduğundan, seçim üzerine paylaşımlarda bulunmanın belki kararsız birini etkileyebileceğini düşünüyordum. 
[14:6] KİM DAHA AVRUPALI
14-6a.png
13 Kasım 2016 – FTDNA sayfama bir göz atmak için girdiğimde ilginç bir başlık gördüm: “ancientOrigins”. Tıkladığımda karşıma çıkan sayfa antik kökenlerimin ne kadarının Avrupalı olduğunu ve bu Avrupalılığın hangi göç dalgalarına dayandığını açıklıyordu. FTDNA’ya göre tarihte antik Avrupalıları belirleyen üç önemli göç dalgası gerçekleşmişti. 

1) Yaklaşık 45 bin yıl önce kıtaya ilk ayak basan avcı-toplayıcılar.
2) 7-8 bin yıl önce Yakın Doğu’dan Avrupa’ya geçen çiftçiler. 
3) 3-5 bin yıl önce Asya steplerinden hareket edip Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa içlerine giriş yapan metal çağı işgalcileri.  

Bu sınıflandırmaya göre antik kökenim %18 avcı-toplayıcı, %53 çiftçi, %24 işgalci ve %5 Avrupalı olmayan olarak belirlenmişti. Heyecanla Ani’ye seslendim ve merakla onun sonucuna baktık. Ani’de ise durum şuydu: %63 çiftçi, %37 işgalci. Akabinde aramızda şaka yollu şu tartışma yaşandı: 

Ani: “Gördün mü bak ben %100 antik Avrupalıyım. Sense sadece %95 Avrupalısın.”
Ben: “Hadi be ordan işgalci! Siz daha Avrupa’da yokken biz avcı-toplayıcılar vardık.”
Ani: “Ben daha Avrupalıyım kabul et bunu.”
Ben: “Daha Avrupalı olsan ne yazar? Kim bu toprakların asıl sahibi? Önce biz bulduk tamam mı! Siz sonradan geldiniz.”
Ani: “Sonradan monradan. Gelmişiz ya sen ona bak!”

Bu diyalog "Ermeniler" ile “Türkler" arasındaki klasik yerli-işgalci tartışmasının da bir mizahi canlandırması niteliğini taşıyordu.
[14:7] MAVİ GÖZLÜ KOMUTAN
mavi gözlü komutan-.png
Kasım sonlarına doğru bir Türk filminin reklamı dikkatimi çekti: Dağ 2. Fragmanda bir grup Özel Kuvvetlere bağlı Türk askeri Irak’ta IŞİD tarafından kaçırılan bir gazeteci kadını kurtarmak için gizli operasyon gerçekleştiriyordu. Ancak dönüş yolunda işler pek beklendiği gibi yürümüyor ve grup IŞİD ile bir Türk köyünde çarpışıyordu. 

Filmin fragmanı ilgimi çekmiş olmakla beraber filme karşı önyargılıydım. Pek iyi bir şey beklemiyordum, lakin filmde nelerin vurgulanıp vurgulanmadığı da ayrı bir meraktı. Neredeyse her gün IŞİD’e yönelik askeri hareketliliği takip eden biri olarak, filmin alt metnini inceleyebilirdim. Sonunda Ani’yi de yanıma alıp bir akademik araştırma yürütecekmiş gibi sinemaya gittim. 

Film izleyiciye kurtarılan gazeteci kadının kariyeri boyunca ordu karşıtı yazılar yazan bir muhalif gazeteci olduğu bilgisini aktarıyordu. Ara ara Özel Kuvvetleri oluşturan askerlerin nasıl seçildiğine ve nasıl yetiştirildiklerine dair anılara geçiliyordu. Sınır durumlara nasıl getirildiklerini, her şeyin tam da nasıl orada ortaya çıktığını izliyorduk. Filmin anlatısındaki çilekeşliğin, o serdengeçtiliğin beni duygusal olarak ele geçirmesi çok sürmedi ve ben filmi izlemeye neden geldiğimi unutmuş halde olan bitenlere bakmaya başladım.    

Filmin ileri bir kısmında birliğin Irak’ta saldırıya uğramak üzere olan bir Türk köyünü IŞİD’ten koruma kararı aldığını ve bunun öncesinde köyün çocukları ile gazetecinin bir askeri helikoptere bindirildiğini izledik. Mavi gözlü komutan gazeteciye varınca açması için bir not verdi. O notta ne yazdığını ancak saldırı püskürtüldükten ve komutan vurulduktan sonra öğrenebilecektik. 

“Benim bir kızım vardı Ceyda. Yaşasaydı senin gibi olsun isterdim. Yürekli, bilgili, boyun eğmeyen. Bu ülkeyi eleştirsin isterdim. Askeri de, devleti de, insanı da. Hatalarını yüzlerine vursun isterdim. Yeter ki sevsin! Ülkeyi ve içindekileri kusurlarıyla sevsin. Sen de bizleri onurlandırmak için, sev yeter Ceyda.” 

Ağlamaya başladım. Yanımda Ani oturuyordu ve fark etmesini istemedim. Sesimin duyulmaması için kendimi sıktığım için de hafiften titriyordum. Mavi gözlü komutanın mektubu bana mavi gözlü dedemi hatırlatmıştı. 

Sinema çıkışında eve doğru yürürken yolda sessizlik hakimdi. Sessizliği bozan Ani oldu.
“Sen ağladın mı?”  
[14:8] İSTİHBARAT SEMİNERİ
14-8b.png
Twitter fazla kullandığım bir sosyal medya aracı değildi. Yine de facebook’ta yıllar içinde oluşan dar çevremin benzer paylaşımlarından bunaldığım ve soluğu twitter’da aldığım oluyordu. Hiçbir paylaşımda bulunmadan kullandığım hesabımdan, birbirinden çok farklı yapıdaki insanların iletilerini okumak hoşuma gidiyordu.

Takip ettiğim kişilerden biri de eski MHP Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Ümit Özdağ idi. Özdağ kurucusu olduğu 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü’nün İstanbul’da düzenlenecek olan iki günlük “İstihbarat ve İstihbarat Örgütleri Semineri”nin duyurusunu yaptığında şansa ben de twitter’da gezinmekteydim. Zaman kaybetmeden seminer programını inceledim. Seminer herkese açıktı ve katılım ücretinin indirimine Açık Öğretim Fakültesi öğrencileri de dahildi. Amaç halka istihbaratın ne olup ne olmadığını anlatmak ve dünyanın en bilinen istihbarat örgütleri üzerine genel bilgilendirme yapmaktı. Böylece konuyla ilgilenen halk, istihbaratın James Bondluk ya da Polat Alemdarlık olmadığını anlayacaktı.

10 Aralık günü seminerin yapılacağı otele yaklaşırken az da olsa stresliydim. Ülkücülerin arasında ilk bulunuşum olmayacaktı; ancak “Armenak” adıyla ilk kez olacaktı. Gelen konukları elindeki listede işaretleyen Bekir Ali, “Merhaba. Ben Armenak.” dediğimde, “Armenak sen misin? Hoş geldin.” dedi. Gülümsüyor ve ilgiyle bana bakıyordu. Otele varmadan önce karnımı doyurmuş, not almak için defter ve kalem almıştım. Seminer salonuna vardığımda hem açık büfe kahvaltı hem de masa üzerlerinde kağıt-kalem bulmak beni “amatör” konumuna düşürdü. Yine de verilen özenden memnundum. Önlere yakın bir masada yerimi aldım. 

Eski askerlerden sırayla istihbaratın ne olduğunu, mekanizmanın nasıl işlediğini dinledim. Mola verildiğinde seminer salonunun lobisinde Ümit Özdağ’ı gördüm. Bir yandan tabağıma poğaça koyuyor, diğer yandan etrafı süzüyordum. Katılımcılar, konuşmacılar oturma gruplarına serbestçe dağılmış sohbet ediyordu. Bense bir köşede kendi halimde atıştırıp kahve içmeyi tercih ettim. Ümit Özdağ’ın başının tenhalaştığı zamanlar oluyordu. Bir ara içimden yanına gitmek geldi. Bildiğim en entelektüel ülkücüydü. “Merhaba. Ben Armenak. İstihbarat Teorisi adlı kitabınızı Yerevan’dayken okumuştum.” diyerek sohbet açabilirdim belki. Ancak bunun iyi bir fikir olmadığına karar verdim ve vazgeçtim. 
14-8c.png
İkinci gün yine aynı saatte, aynı yerdeydim. Ümit Özdağ katılımcılara yaptığı konuşmasında istihbaratın şüphecilik olduğunu anlattı. Ona göre gazeteler olayları kesinmiş gibi aktarıyordu ve bu nedenle gazete okurları her şeyden emin ve rahattı. Oysa olasılıklarla dolu raporlarla çevrili bir istihbaratçının dünyası belirsizliklerle dolu, huzursuz bir ortamdı. 

ABD istihbaratını anlatan konuşmacıya sıra geldiğinde, kemerlerimizi bağlamamız gerektiğinin henüz farkında değildik. Anlatılanlara göre her an her yerde ABD tarafından gözlenebilir, işitilebilirdik ve hayatta olup olmamamız yalnızca müsaade edildiği içindi. Konuşmacı IBM Watson üzerine konuşmaya başladığında ise biraz daha dikkat kesildim. İstihbarat alanında en büyük sıkıntının fazla bilgi olduğunu söylüyordu. Bilgi akışını bir bardak su içmek isterken, suyun yangın hortumuyla püskürtülmesine benzetiyordu. En büyük mesele bilgi okyanusunda kritik bilgileri bulabilmekti. Bu ise büyük bir emek ve zaman gerektiriyordu. Oysa IBM Watson bu zorluğun üstesinden gelebilirdi! Bunu hiç düşünmemiştim. Haklıydı. Yapay zeka özellikle istihbarat alanında kullanışlı bir araç olabilirdi.

Sabahtan akşama kadar süren iki günlük seminer sonrasında sıra katılımcılara sertifikalarını dağıtmaya geldi. Sertifikalar katılımcıların adlarına göre alfabetik sıraya dizilmişti ve her bir eğitmen bir grup harfle başlayan isimleri okuyacaktı. A ile başlayan isimlere sertifikalarını dağıtma işini Ümit Özdağ üstlendi. İsmini okudukları kişiler sertifikalarını alırlarken Ümit Özdağ ile resim çektirme fırsatını da kaçırmıyorlardı. 

Sonunda Özdağ üzerinde adımın yazılı olduğu sertifikayı alıp okudu: “Armenak Taçyıldız” 
Yerimden kalktım ve yanına yaklaştım. Gülümsüyordu. Elimi uzattım, elini uzattı. Tokalaştık. 

“Tebrik ederim.”
“Teşekkür ederim.”

Kendisiyle bir resmimin olmasını isterdim doğrusu; ancak daha sertifika alacak birçok kişi vardı ve kimseyi oyalamak istemedim. Sertifikamı alıp halimden memnun bir şekilde Acıbadem’in yolunu tuttum. 
[14:9] BİR İDEALİSTİN ÖLÜMÜ
14-9a.png
20 Mart 2017 – David Rockefeller öldü. 2002’de yayınlanan Anılar adlı kitabında şöyle yazmıştı:

"Bazıları ailemi ve beni ‘enternasyonalist’ olarak tanımlayıp, bizim Birleşik Devletler'in çıkarlarına aykırı şekilde çalışan gizli bir hizip olduğumuza ve tek dünya diyebileceğiniz, politik ve ekonomik olarak daha entegre bir yapı inşa etmek için diğerleriyle gizli planlar yaptığımıza inanıyor. Eğer suçlama buysa, suçluyum ve bundan gurur duyuyorum."

Sosyal medyada ise Rockefeller’ın ölümü sevinçle karşılandı. Hakim kanaate göre Rockefeller Yahudi mason bir siyonistti ve İlluminati’nin başıydı. 2010 Mayıs’ında, “Krallık mı Cumhuriyet mi?” münazarasında, ben de krallığı savunabilmek için, “gizli dünya devleti” komplosuna sarılmıştım. Rothschild bu dünya krallığının kralı, Rockefeller ise veziriydi. Her olan biten şeyden onlar sorumluydu ve devletlerin güç mücadelesi aslında yalnızca bir dayanıklı dövüştü. Aslında dünya masonik elitler tarafından çoktan tepede birleşmişti. Bize düşen ise bu gerçeği kavramak ve boyun eğmekti.
   
Stratejim tutmuş, münazarayı kazanmıştım kazanmasına ama, sapla samanı birbirine karıştırmış olduğumun da farkındaydım. Zenginlerin dünya siyasetine etki ettiğinden şüphem yoktu; ama uluslararası sistemin birkaç aile tarafından yönetilmesi fazla abartıydı. 

Uluslararası İlişkiler Kuramları II dersimi çalışırken öğrendiğim şeylerden biri entegrasyon teorileriydi. Bu teorileri çalışırken Hasan Cemal’in AB entegrasyonuna verdiği önemi, benim bu başarıyı global bir düzleme çekme arzumu ve kayınpederimin “uzaylılara karşı birleşme” önerisini de test edebiliyordum. 

Entegrasyon teorilerinden özellikle neofonksiyonalizm dikkatimi çekti. Başarılı bir entegrasyonun izleyeceği aşamalar ve bunun için gerekli mekanizmalar (neofonsiyonalist yönden) izah edilirken, komplo teorilerinde öne çıkarılan bazı durumlarla benzerlikler gördüm. 1950-1960’lı yıllarda popüler olan teoriye göre, ekonomik sektörlerin birinde başlayan entegrasyon diğer ekonomik sektörlere sıçrayabilir, ekonomideki gerçekleştirilen entegrasyon ise siyasi entegrasyonu tetikleyebilirdi. Bu sürecin başarıya ulaşmasında en önemli görev ise ulusüstü örgütlerin kurulmasından fayda sağlayacak “çıkar grupları”na düşüyordu. Entegrasyonu her alanda ilerletecek olan lokomotif güç “elit sosyalizasyonu”ydu. Nasıl ki devletlerarası diplomasi söz konusu ise, elitler arası özel diyalog kanalları kurmak da mümkündü. Teorinin popüler olduğu zamanlara denk düşen bir şekilde, 1954’te çeşitli kesimlerden elitlerin uluslararası işbirliği konularını görüşmek üzere bir araya gelmeye başladığı ünlü “Bilderberg Toplantıları” da bu açıdan dikkate değerdir. 
14-9c.png
Nasıl ki bir idealist olarak değerlendirilen Kant “dünya vatandaşlığı”nı savunurken her devletin cumhuriyet olmasının dünya barışı için gerekli bir koşul olduğunu önermişse, neofonksiyonalizmin kurucusu Ernst B. Haas da entegrasyonun başarıyla tamamlanması için parlamenter demokrasiyi, çoğulculuğu, ekonomik gelişmişliği bir şart olarak görmüştü. Özetle denilebilir ki, liberalizm entegrasyonun ruhuydu. 

Gelgelelim zamanla idealist (liberal) hesapların realiteye uymadığı gözlenmişti. Ekonomideki her sektör entegrasyona aynı ölçüde yatkın değildi. Dahası, ekonomik entegrasyonda sağlanan ilerlemeler devletler arasındaki sorunların sayısını azaltmak yerine arttıra da biliyordu. İş siyasal konulara geldiğinde ekonomik alandan farklı bir durum ortaya çıkıyor, devletler dış politika ve savunma alanlarında yetkilerini paylaşmak istemiyordu. Hal böyle olunca 1975’e gelindiğinde Haas bile teorisini terk etmişti. 

Entegrasyon teorilerinde dikkatimi çeken ikinci teori ise hükümetlerarasıcılıktı. İdealizmden çok realizme yakın olan bu teoriye göre hiçbir çıkar grubu, hiçbir elit sosyalizasyonu devletlerin üzerinde bir irade sergileyemezdi. Uluslararası sistemin belirleyici aktörü devletti ve “ulusüstü” örgütler ancak ulus devletlerin çıkarlarına uyduğu sürece ve uyduğu şekilde varlıklarını sürdürebilirdi. O halde para babalarının ister açık ister gizli buluşmaları, devlet adamlarının buluşmalarından daha öte bir şekillendirici güç doğuramazdı. Alan Milward Avrupa entegrasyonunun ulus devleti zayıflatmak bir yana, onu daha da güçlendirdiğini savunuyordu. 

Oysa ne güzel olurdu kapalı kapılar ardında bir düzine kişinin bir masanın başına oturup dünyayı yönetebilmesi. O vakit dünya düzeninin anarşik olduğundan söz edilemezdi çünkü devletlerin üstünde bir “üst akıl”, bir üst otorite olmuş olurdu. Bu pekala görünür bir dünya devletine giden yolda bir ara aşama olarak değerlendirilebilirdi. Lakin öğrendiğim şeyler komplo teorileriyle uyuşmuyordu.  
14-9d.png
Rothschild ailesinin yaşayan en zengin veya en etkin üyesini ararken ilginç bir bilgiyle karşılaştım bir gün. Rothschild bankalarını yöneten Rothschilds Continuation Holdings AG’nin başkanı Baron David René de Rothschild’i Wikipedia’da incelerken “Fransız kamulaştırması” adlı bir başlığa rast geldim. 

“Ailenin serveti 1981’de Fransa başkanlık seçimlerini sosyalist François Mitterrand’ın kazanması ile birlikte sert bir gerileme yaşadı. Yeni parlamento bazı banka ve büyük şirketleri kamulaştırdı. Kamulaştırılan banka ve şirketlerin arasında Rothschild ailesine ait olanlar da vardı. 72 yaşındaki kızgın ve hevesi kırılmış (baba) Guy de Rothschild Fransa’yı bir süreliğine terk etti ve New York’a taşındı.” 

Bir Avrupa ülkesinde sosyalistlerin iktidara gelmesini engelleyemeyip servetini devlete kaptıran “Rothschild ailesi”nin dünyayı yönettiğine kim inanır? 

Rockefeller’lara geri dönelim. Araştırmalarıma göre David Rockefeller’ın ağabeyi Nelson Rockefeller 1960’da Başkanlık Seçimleri için Cumhuriyetçi Parti’den aday olmuş ancak Nixon’un anketlerde önde gitmesi üzerine geri çekilmişti. 1964 Başkanlık Seçimleri için tekrar adaylığını koyduğunda da ilk eşinden ayrıldıktan bir yıl sonra dört çocuklu dul bir kadınla evlendiği gerekçe gösterilerek kıyasıya eleştirilmiş; bu da seçimi yeniden kaybetmesine yol açmıştı. Lakin Nelson Rockefeller yılmamış ve 1968 Başkanlık Seçimleri’nde de şansını denemişti. Sonuç yine hüsran olmuştu. Bırakın başkan seçilmeyi, karşımızda Cumhuriyetçilerin başkan adayı olmayı bile becerememiş bir Rockefeller varken, Rockefeller ailesinin “gizli dünya devleti”nin vezirleri olduğuna kim inanır?

Gelelim komplo teorilerinin bir diğer vazgeçilmez aktörüne: George Soros. 

Soros 2016 Başkanlık Seçimleri’nde Hillary Clinton’un en dikkat çeken destekçilerinden biriydi. Ancak seçimi hepimizin bildiği gibi, Soros’un yanında “fakir” kalan Trump kazandı. Komplo teorisyenlerine göre Hillary İlluminati’nin adayıydı. Ancak anlaşılan o ki yabancı bir istihbarat örgütü ABD seçimlerine “dünyayı yöneten İlluminati”den fazla etkide bulunabiliyordu. Bu da devletlerin sermayedar elitlerden uluslararası sistemde daha etkin olduğunun bir diğer göstergesiydi.

Sonuç itibarıyla olan bitenler komplo teorisyenlerinin ezberlerine uymuyordu. Kabul etmek gerekirdi; ne dünyanın en zenginleri birlik beraberlik içinde dünyayı yönetiyordu ne de David Rockefeller bir Yahudiydi.
[14:10] BEN ROMALI'YIM
14-10b.png
4 Nisan 2017 – FTDNA bizi yine şaşırttı. Tüm müşterilerin otozomal DNA sonuçları güncellenmiş ve MyOrigins 2.0 olarak sistemleri üzerinden tekrar sunulmuştu. Aslında bu beklediğim de bir durumdu çünkü ilk test sonuçlarımı aldığımdan beri üç yıl geçmişti. Arada geçen sürede gen araştırma şirketlerinin ellerindeki datalar da, bu dataları daha doğru yorumlayabilecek akademik bilginin de artmış olması gerekiyordu. Gençken okuduğumuz bir kitabı yıllar sonra tekrar okuduğumuzda bize farklı gelmesi gibi, artık biz de  FTDNA’ya farklı geliyorduk.  

MyOrigins 2.0’nin en büyük özelliği bir önceki sürümden daha fazla (toplam 24) kümeye sahip olmasıydı. Güney Avrupa kümesi İberya ve Güneydoğu Avrupa olarak, Kuzeydoğu Asya kümesi de Sibirya ve Kuzeydoğu Asya kümesi olarak ikiye bölünmüştü. Kümeler ne kadar çok ve küçük olursa, bir küme ile eşleşmenin anlamı da o kadar büyüyordu. 

Küçük Asya kümesi daha evvel Bakü’ye kadar uzanırken, MyOrigins 2.0’de sadece Anadolu ve Ermenistan’ı içerecek şekilde küçültülmüş, en iç koyu tonu da (Yerevan dışarıda bırakılacak şekilde) Türkiye haritasına ortalanmıştı. 

Sonucum bu tür değişikliklerle beraber şu hale gelmişti*:
Güneydoğu Avrupa: %52, Batı ve Orta Avrupa: %8, Doğu Avrupa: %4, Küçük Asya: %30, Sibirya: <%2, Kuzeydoğu Asya: <%1, Orta Asya: <%1, Güneydoğu Asya: <%2, Okyanusya: <%1, Aşkenaz Yahudi: <%1, İngiliz Adaları: <%1  

Ani’nin sonuçlarında ise bendeki gibi bariz değişiklikler yoktu. %11 Aşkenaz Yahudiliği %12 Seferad Yahudiliğe dönüşmüş, Batı ve Orta Avrupa kümesi kaybolmuş, Küçük Asya kümesi ise %88’e çıkmıştı. 

Ani sonuçlarıma bakarak Yunanlığımın iyice belirginleşmiş olduğu yorumunu yaptı. Güneydoğu Asya’nın %52’si ile Küçük Asya’nın %30’u toplamda %82 ediyordu ve Yunanlık da bu kümenin içinde olmalıydı. Ama ne kadar olabilirdi bilmiyorduk. Diğer bir sonuç ise (tartışmaya açık olarak) Türklerin Türklükle ilişkilendirdikleri Kuzeydoğu Asya kümesinin paramparça edilmiş olmasıydı. Sahip olduğum %5’lik eski dilim şimdi Asya’nın dört bir yanına serpiştirilmiş durumdaydı.  

Beni “doğuştan Ermeni” bilen Azeri bir facebook arkadaşım sonuçlarımı paylaştığımda şaşkınlığını ifade etti ve sordu: “Ermenilik ne kadar çıktı?”

Ben de ona yazdım: “%100 Ermeni biri %100 Küçük Asya çıkar. Ancak %100 Küçük Asya çıkan biri %100 Ermeni demek değildir. Bunun nedeni Ermenilerin Küçük Asya'nın halklarından biri olması ama tek halkı olmaması. Bende Küçük Asya %30 çıktı. Bu tümden İzmir'de de olabilir, Balıkesir'de de, Sivas'ta da Yerevan'da da. Henüz FTDNA bunun için bir şey söylemiyor. Ama teorik olarak, ‘Ermenilik miktarı’mın en az %0 en fazla %30 olduğu söylenebilir.”

DNA sonucumun bir bütün olarak dünya haritasında gösterimine baktığım bir gün, ortaya çıkan dağılımın %95’nin Roma İmparatorluğu’nun MS. 117 yılında eriştiği en geniş sınırların bir alt kümesi olduğunu fark ettim. Bu %95’e dayanarak kendimi “Romalı” olarak ifade edebilirdim belki. Zira bir Yunan olmak beni bir ulus devlet ile ilişkilendirirdi. Oysa ben kendimi bir imparatorluk bakiyesi olarak tanımlamak istiyordum.

---
* 27 Haziran 2017 günü MyOrigins 2.0 kapsamında tekrar bazı ufak değişikliklerin yapıldığını fark ettim: Güneydoğu Avrupa: %53, Batı ve Orta Avrupa: %5, İngiliz Adaları: %3, Küçük Asya: %29, Aşkenaz: <%2 olmuştu. Diğer kısımlar ise aynıydı.
[14:11] BAŞKANLIK REFERANDUMU
14-11a.png
“Türk tipi” başkanlık sistemini de içeren yeni anayasa tasarısının referanduma gideceği anlaşıldığı gibi facebook anasayfam “Hayır”lar ile doldu. Kimi arkadaşlarım profil resmini, kimi arkadaşlarım kapak resmini “Hayır” yapıyordu. Artık sabahlar hayırlı, akşamlar hayırlıydı. Türkiye’de başkanlık sistemini ilk savunan parti olmakla övünen LDP de referandumda Hayır oyu verilmesini savunuyordu. Yeni anayasa tasarısına en büyük eleştirileri Amerikan tipi başkanlıkta olduğu gibi güçler ayrılığı ve kontrol mekanizmalarının Türk tipi başkanlıkta bulunmamasıydı. Bu yine siyasi bir gerekçesi bulunan, kabul edilebilir bir eleştiriydi. Ancak “hayırcı” arkadaşlarımın birçoğunun eleştirisinin başkanlıkla bir alakasını göremiyordum. Meseleyi “Erdoğan’a evet” ya da “Edoğan’a hayır”a indirgemişlerdi. 

Anne ve baba tarafımda tanıdığım bildiğim bütün akrabalarım net birer hayırcıydı. Bir iki (AKP taraftarı) Ermeni arkadaşım dışında Evet oyu vereceğini söyleyen tanıdığa rast gelmemiştim. Referanduma bir gün kala sayfamda şu paylaşımım arkadaş ve tanıdıklarımın büyük bir kısmını şoka soktu:

“Referandum kararım: sandığa gitmiyorum.” 

Bunun üzerine ciddi bir ikna girişimi başladı. Hakim söylem bu davranışımın “Evet”e yarayacak olduğuydu. Bana aslında hayırcıymışım da “nasılsa kaybedeceğiz” diye düşünen bir umutsuz olarak yaklaşıyorlar, sandığa gitmem için umut aşılıyorlardı. Oysa sandığa gidecek olsam Evet oyu vereceğime emindim. Kendimi sandığa gitmekten alıkoyarak aslında Evet dememi engellemekteydim. İkna girişimleri telefonla aramaya kadar vardı. 

Oy vermeyecek olmama şaşırmayan bir Andre görünüyordu. “Ta başından beri Erdoğan’a muhalif olabilecek tek kelime dahi yazmamış” olduğumu ve bu nedenle de benden “Hayır” beklemediğini yazdı. Siyasi geçmişimden dolayı “Evet”e de sıcak bakmayacağımı tahmin edebildiğini söylüyordu. 
14-11b.png
Sonunda kararımın sebeplerini araladım: 

“Uluslararası ilişkilerde 'analiz düzeyleri' denen bir şey vardır. 1- lider düzeyi, 2- ülke düzeyi, 3- (uluslararası) sistem düzeyi. Arkadaşların itiraz noktalarına baktığımda daha çok 1. analiz düzeyinden baktıklarını görüyorum. … Gelgelelim benim en çok ilgimi çeken uluslararası sistem düzeyidir. Olup biten şeylerin etkisini bu seviyede ön görmeye çalışırım. Analiz düzeylerinden referandumun olası sonuçlarını değerlendirirken hesaba katılması gereken bir diğer şey de zamandır. Yani 'evet' ya da 'hayır' tüm bu analiz seviyelerinde 'kısa', 'orta' ve 'uzun' vadede ne getirir ne götürür düşünmektir. 

Buraya kadarki kısım uluslararası ilişkiler kısmıydı. Bir de siyaset bilimi kısmından değerlendirilmesi gerekenler var: başkanlık mı parlamentarizm mi? Ben parlamentarizm meraklısı değilim.”

Başkanlığın sistem düzeyinde olası etkisini değerlendirirken en çok dikkatimi çeken makale 12 Nisan 2017 tarihli The Times gazetesinde Roger Boyes imzasıyla yayınlanan Ortadoğu’nun Daha Güçlü Bir Erdoğan’a İhtiyacı Var  başlıklı makaleydi. Parlamenter sisteme olan itirazım ise tam da seçimler öncesinde Alman hukukçu ve siyaset kuramcısı Carl Schmitt’in Parlamenter Demokrasinin Krizi adlı kitabını okuduğum için daha da derinleşmişti. 

Facebook’ta kararımın sebeplerini açıklamaya devam ettim:

“50 yıl Küba'yı tek parti rejimiyle idare eden Castro'ya alkış tutanların, Türkiye'de ‘demokrasi elden gidiyor’ söylemleri de beni gülümsetiyor doğrusu. Çoğu ‘hayırcı’nın temel kaygısının parlamentarizmi korumak ve kollamak değil, (‘evet’in kazanması halinde) 2019 başkanlık seçiminde destekleyebilecekleri (ve kazanabileceğini umabilecekleri) bir adayın olmayabileceği olduğunu düşünüyorum. Yoksa anarşistler ve sıkı liberaller haricinde, kendisi gibi düşünen bir kişinin geniş yetkilerle donanmasından (gerçekte) endişe edeceklerin çok olduğunu sanmıyorum.
 
Yeni Anayasa önerisinin maddelerine gelecek olursak; bence en kötü kısımlar 18 yaş milletvekilliği, milletvekili sayısının arttırılması ve cumhurbaşkanının eğitim şartının 2 yıllık üniversiteye düşürülmesi gibi popülist kısımlardır.”


Ertesi gün ise referandum %51,41 Evet ve %48,59 Hayır ile sonuçlanacak, Yüksek Seçim Kurulu’nun sayım işlemi esnasında mühürsüz oyların da geçerli sayılabileceğine dair açıklaması yeni tartışmalara ve protestolara yol açacaktı. 
[14:12] DÜNYA DEVLETİNE GİDEN İYİMSER YOL
14-12a.png
Dünya devletini bir politik hedef olarak kendime seçtiğimde, 2014 Aralık ayının sonlarıydı. Dinler arası ya da milletler arası mücadeleden daha üstün bir amaç edindiğimi düşünüyordum. Michio Kaku’nun gösterdiği yolda, tip-0’dan tip-1 medeniyet seviyesine çıkabilmek için kendi payıma düşeni yapmak istiyordum. Olan biten bilimsel gelişmeleri yakından izliyor, keşiflerin ve teknolojik uygulamaların mevcut altyapıyı değiştirerek sosyo-kültürel anlamlar dünyamızı da yeniden şekillendirmesini umuyordum.

# İnsan genetiğinin deşifre edilerek genetik mühendislik ile tasarlandığı ve elektronik/mekanik modifikasyonlarla insanın cyborglaştığı bir çağın etnik rekabetin sonunu getirmesini;

# insan beyninin tamamen çözümlenmesinin bilinç denilen şeyi fiziksel denklemlere indirgemesini, bunun da dünyada teolojik reformları tetikleyerek Atatürk’ün de dediği gibi “basitleştirilmiş ve herkes için anlaşılacak duruma getirilmiş saf ve lekesiz bir dünya dininin kurulması”na yol açmasını; 

# füzyon enerjisinin kullanılabilir bir enerjiye dönüştürülmesiyle ortaya çıkacak temiz ve sınırsız enerjinin büyük kitlelerin mobilizasyonunu sağlamasıyla vatansızlaşmanın (ve küresel kozmopolitizmin) artmasını;
 
# üretici ve hizmetkar robotların dünyada artarak çoğalmasının insanı evrensel bir maaş sistemiyle çalışmasa dahi geçinebilen bir konuma eriştirip, ondaki yaratıcı potansiyeli açığa çıkararak “modern kölelik”ten kurtulunmasını; 

# kuantum bilgisayarların ortaya çıkışının, bir merkezi sinir sistemi gibi tüm insanları birbirine entegre edebilecek güçlü bir yapay zekanın ortaya çıkışını (teknolojik tekillik) müjdelemesini umuyordum.  

Tüm bu teknolojik-bilimsel sıçramaları gerçekleştirebilecek olan ateş ise çokuluslu-yenilikçi firmaların elinde yanmaktaydı ve küreselleşme bu ateşin yayılması için gereken rüzgarı sağlıyordu. 

* * * 


Tartıştığım insanlar “küresel burjuvazi” için “sol” dediğimde şaşırmaktaydılar. 

“Küresel burjuvazi mi sol? Bunu nasıl söylersin?”

“Sol, sağ nereden çıktı? Fransız parlamentosundan değil mi? Muhafazakarlar parlamentonun sağında, devrimciler ise solunda oturmuyor muydu? Burjuvazi ulusal devrimin önderi değil miydi? O gün ulusal devrimin, bugün de küresel devrimin önderleri. Dolayısıyla dün de solcuydular bugün de.”
14-12b.png
“Solculuk öyle bir şey değil. Solculuk ahlaki bir şey. Açlığın, yoksulluğun, sömürünün kaynağı olan kapitalist sistemin efendileri solcu olamaz.”  

“Ben bahsettiğin sefilliklerin kaynağının kapitalizm olduğunu düşünmüyorum. Aksine kapitalizm sayesinde bugünün insanlarının dünün insanlarından çok daha iyi bir noktada olduğu kanaatindeyim. İnsanları da niyetleriyle yargılamıyorum. Bence önemli olan ortaya çıkardıkları ‘toplumsal fayda’ miktarı. Aslında bu açıdan bakıldığında burjuvaziyi de kendi içinde bölmek mümkün. Küresel burjuvazinin içinde öyle bir tür var ki, bence bunlar insanlığa en büyük faydayı sağlayanlar.”

“Kimmiş bunlar?” 

“Bunlar yüksek teknolojili endüstriler arasında varlık gösterenleri. Yüksek burjuva diyelim! Sağladıkları yeniliklerle hepimizin hayatını değiştirenler. Joseph Schumpeter adlı ekonomiste göre mesela en önemli teknolojik yenilikler ‘yaratıcı yıkım’ meydana getiriyor. Hayatımızda bir şeyler değiştiren bu yeniliklerin aslında hep daha büyük bir değişime hizmet ettiği düşünülebilir. O halde sosyalizmin devrimcileri Lenin, Che, Mao gibi isimlerse, kapitalizmin devrimcileri de Bill Gates, Elon Musk, Ray Kurzweil, Steve Jobs gibi insanlar.” 

“Sosyalist devrimciler kapitalizmi yıkıp sosyalizm getirmek için mücadele etti. ‘Kapitalizmin devrimcileri’nin ulusal ekonomileri yıkmaktan öte bugün yıkacağı ne var?” 

“Sosyalizmin amacı komünizm değil miydi? Komünizm neydi peki? Sınırların olmadığı, insanların açlık - yoksulluk nedir bilmediği, paranın ortadan kalktığı ve insanların zevk için çalıştıkları bir dünya düzeni değil mi? İşte ben diyorum ki insanlık komünizme kapitalizmden geçecektir! Bu geçişin lokomotifi de kapitalizmin devrimcileri yani küresel yüksek burjuvazi olacak.”   

“’Yüksek burjuvazi’nin getireceği ‘komünizm’in eşitlik getireceğine gerçekten inanıyor musun?”

“Ben ‘eşitlik’ten bahsetmedim. İlkel komünal toplumlarda dahi bir yönetici sınıf vardı. Geleceğin komünist toplumunda da yönetici sınıf olacak. Burjuvazi özel mülkiyetini feda ederek burjuvalığına son verecek belki ama, her şeyin devlete ait olduğu küresel bir sistemin de başına geçecektir. Sahi söyler misin, sen sosyalist devletlerde yöneticilerin yönetilenlerle eşit olmuş olduğuna gerçekten inanıyor musun?”  

* * *

Böylece dünya devletine ve o devletin temsil ettiği değerlere giden yol benim için 2016 yılının büyük bir kısmında böylesi liberal, idealist ve iyimser olarak tanımlanabilecek düşüncelerden geçmekteydi. Bu düşünceler “liberal”di çünkü serbest piyasa ekonomisini dünyaya yaymaktan yanaydı. “İdealist”ti çünkü ekonomik gelişimden destek bulan ve yine ekonomik gelişimi destekleyen fikirleri “yaratıcı yıkım”ın önemli bir boyutu olarak kabul ediyordu. Son olarak “iyimser”di çünkü ekonomide ve kültürdeki büyük değişimlerin insanları aşamalı da olsa dünya devletine kendiliğinden (“devrimci şiddet”e başvurmaksızın) ikna edebileceğini var sayıyordu.
[14:13] DÜNYA DEVLETİNE GİDEN KÖTÜMSER YOL
2016 sonlarına doğru uluslararası ilişkiler kuramlarından realizm yavaş yavaş üzerimde hakimiyeti arttırdı.  Kuramsal inceliklere daldıkça iyimser yolların çıkmazlığına daha fazla kanaat getiriyordum. Liberaller uluslararası ilişkiler disiplininin iyimserleri ise, realistler de kötümserleri olarak adlandırılıyorlardı. Benim ise hayatımda tanıdığım en kötümser insan Emil M. Cioran’dı. Kütüphanemde duran Tarih ve Ütopya kitabını gözden geçirmek üzere elime aldığım bir gün konu üzerine hatırlamadığım bir iddiasıyla karşılaştım.
 
“Eğer kıtalar birbirine kaynamalı ve birleştirilmeliyse, bu işi ikna değil zor kullanımı halledecektir; gelecek imparatorluk da Roma imparatorluğu gibi baltayla şekillenecektir ve dehşetlerimiz bile onu istediği için, hepimizin katılımıyla kurulacaktır.”

Küresel burjuvazinin gücünün devletlerin gücünün üzerine çıkamayacağına ve refah arttırıcı teknolojik yenilikler ile ekonomik işbirliklerinin dünya devletini kurmaya yeterli gelmeyeceğine ikna olduğum gün, artık realizme karşı hiçbir direnç noktam kalmamıştı. Ancak eğer kötümser realistlerin dünyasında dünya devletine giden bir yol bulabilirsem, idealimi reforma uğratarak pekiştirebilirdim.

*  *  *

Realizmde ilk durak klasik realizmdi. Felsefi kökenini Tukidides, Machiavelli ve Hobbes’ta bulan klasik realizme göre insan doğası itibariyle gücü arzuluyor ve bunun için mücadele veriyordu. Devlet denilen şey de bir insan mahsulüydü ve uluslararası arenada devletlerin birbiri ile acımasız rekabeti ancak insanın bu karanlık doğası ile açıklanabilirdi. 

Hobbes’a göre devletin olmadığı dönemlerde, bir üst otoriteden yoksun yaşayan insanların dünyası vahşi bir yerdi. Herkesin herkese karşı olduğu “doğa durumu”ndan insanlar ancak devletin şiddet uygulama tekeline sahip olarak var olmasıyla kurtulabilmişlerdi.

20. yüzyıl realizminin babası kabul edilen (klasik realist) Hans Morgenthau da Hobbes’un önermesine sahip çıkıyor, devletlerin üstünde bir otorite (dünya devleti) oluşmadığı sürece mevcut uluslararası sistemdeki devletlerin de tıpkı devlet öncesi dönemde yaşayan insanlar gibi doğa durumunda bulunacağını söylüyordu. 

Morgenthau’ya göre dünyanın İsviçre örneğinde olduğu gibi birleşmesi mümkün değildi çünkü İsviçre Konfederasyonu tarihte ortak tehlikelere karşı kurulmuş bir birlikti.  Sorun şuradaydı ki kayınpederimin de vurguladığı gibi insanlığın birleşmesini sağlayacak uzaylılar ortalıkta gözükmüyordu. Mikropların ya da küresel ısınmanın da yeterli bir tehdit algısı oluşturmadığı ortadaydı.  
14-13b.png
İkinci olarak Morgenthau fetih seçeneğini değerlendiriyordu. İşte bu dünyayı birleştirmesi mümkün tek seçenekti. Zira dünya tarihinde “dünya devleti” olmaya yaklaşan bütün devletlerin ortak yönü fetihlerdi. Ancak Morgenthau milliyetçiliğin hakim olduğu bir çağda halkların dünya devletine sıcak bakmayıp direnç göstereceğini tespit ediyor ve zor kullanarak elde edilebilecek bir dünya devletini ayakta tutmak için bile büyük bir asker ve polis gücüne gerek olduğunu not ediyordu. Morgenthau’ya göre bunu başarabilecek totaliter bir canavarı düşünmek bile ürkütücüydü.   

Gelgelelim Morgenthau’nun distopyası bana umut kaynağı oldu! Dünya devletine giden yolu realist çerçevede bir kez saptadıktan sonra ondan ürküp ürkmemek bilişsel psikolojinin alanına girecekti. 

*  *  *

Realizmde ikinci durak ise neorealizm olacaktı. Kenneth Waltz devletlerin güç mücadelesini insanın karanlık doğasıyla değil, uluslararası sistemin yapısıyla açıklıyordu. Bu teoriye göre devletler bir dünya polisinin olmadığı, belirsizlik ve korkunun hakim olduğu anarşik bir ortamda güvenliklerini sağlamak ve hayatta kalmak için kendi başlarının çaresine bakmak zorundaydılar.
Neorealistler de zamanla kendi içinde alt dallara bölünmüşlerdi. Waltz da dahil bir tarafta defansif neorealistler, diğer tarafta agresif realistler vardı. Agresif realizmin kurucusu John J. Mearsheimer’ın teorisi ile tanışmam Uluslararası İlişkiler Kuramları II dersime çalışırken mümkün oldu.

Mearsheimer uluslararası sistemi açıklarken Waltz’ın görüşlerine bağlı kalıyor ancak devletlerin mevcut statükoyu korumak için sürekli birbirlerini dengelemekten öteye giderek dengeyi kendi lehlerine bozmaya çalıştıklarını da ifade ediyordu. Bunun sebebi basitçe bir devlet için (mevcut sistemde) en güvenli durumun küresel hegemon olmak olmasıydı. Bir devlet eğer küresel hegemon olmayı başarabilirse artık ona kimse dokunamazdı. Meirsheimer’a göre ise bunu sağlamanın en kesin yolu nükleer mutlak üstünlük elde etmekti. Bu durumun elde edilmesinin oldukça zor olduğunu vurgulamakla birlikte imkansız da olmadığını belirtiyordu.   

Böylece dünya devletine giden kötümser ve muhtemelen tek yolun haritasını artık elimde tuttuğumu düşünüyordum: “Küresel güç dengesi” tümden bozulmalıydı! 
[14:14] SİLAH ŞİRKETLERİ ve KÜRESEL DENGE
Meirsheimer’ın oldukça zor bulduğu hedefi başarabilecek yegane güç olsa olsa dünyanın önde gelen silah şirketleriydi. Ekonomist Schumpeter’in “yaratıcı yıkım” kavramını silah sektörünü baz alarak düşündüğümde heyecanlanıyordum. İlgi odağımı en büyük silah firmalarına yönelttim. İlk sırada Lockheed Martin şirketi bulunuyordu. ABD’li silah şirketinin tanıtım videolarından birini izlediğimde “yaratıcı yıkım”ı doğru yerde aradığım hissine kapıldım. Videoda kendini süren arabaların, Mars’a düzenli uçuşların ya da sınırsız enerji üreten füzyon reaktörlerinin salt bilimkurgu filmi olmadığı vurgulanıyor, dünyanın en gelişmiş savaş uçağının yapımından, savaş gemilerinin dizaynına kadar birçok önemli unsurun Lockheed Martin imzası taşıdığı kaydediliyordu. Yine videoya göre şirket fizik, malzeme bilimi, teknoloji ve mühendislikte en son noktadaydı ve işleri “geleceğin gelmesine yardımcı olmak”tı. Geleceğin gelmesine yardımcı olan bir silah şirketi tam da aradığım şeydi! 

Meirsheimer’ın kitabında açıkladığı üzere mutlak nükleer üstünlük için iki yol vardı: ya rakibin nükleer kapasitesini çökertecek mükemmel bir saldırı ya da rakibin nükleer saldırısını etkisiz kılacak mükemmel bir savunma. Bu ikisi birlikte denendiğinde ise başarı şansı daha da yüksek olacaktı. 

Dünyanın en büyük silah şirketinin aynı zamanda dünyanın en gelişmiş füze savunma sistemlerini ürettiğini öğrenmek de şaşırtıcı olmadı. NATO kapsamında Avrupa’da kurulan füze kalkanı Rusya’yı, Japonya ve Güney Kore’ye yerleştirilen füze savunma sistemleri de Çin’i rahatsız ediyordu. 

Putin 10 Şubat 2007 tarihinde katıldığı Münih Güvenlik Konferansı’nda ABD’de geliştirilmekte olan füze savunma sistemleri hakkında şöyle demekteydi:

“Teorik olarak, öyle bir an gelecek ki nükleer potansiyelimiz tamamen geçersiz hale gelecek. Yani bu füze savunma sistemi mevcut kapasitemizi etkisizleştirecek. Bu da dünyanın güç dengesini bozacak. O vakit güçlerden biri (ABD) kendini oldukça güvende hissedecek. Şimdi yalnızca bölgesel çatışmalarda dilediğini yapabiliyorken, o vakit eşsiz gücünü küresel çatışmalarda dilediği gibi kullanabilecek.” 

Putin’in beyanından 10 yıl sonra Rus Korgeneral Viktor Poznikhir ABD’nin olası nükleer saldırısını açıktan dillendirecekti:

“Rusya ve Çin’in stratejik nükleer güçlerine ani bir silahsızlandırma saldırısı ekleyerek ABD füze savunma sisteminin etkisini önemli ölçüde arttırabilir.”
[14:15] YENİ BİR ROMA İMPARATORLUĞU
14-15a.png
Vardığım sonuçları kendime tekrar ediyordum. Bir üst medeniyet seviyesi olarak dünya barışı ve küresel düzen tam olarak ancak dünya devleti ile mümkün olabilirdi. Dünya devletine giden realist yol ise küresel bir hegemon devletin uluslararası sistemi domine etmesiydi. Bunun için de 3. Dünya Savaşı zorunlu bir aşama olarak görünüyordu. Eğer dünyada bitmek bilmeyen küçük savaşları önleyecekse, son bir büyük savaş da meşru kabul edilebilirdi. Ancak cevaplanmamış bir soru vardı. Küresel hegemon kim olmalıydı? 

Aynı yolu Rusya tamamlarsa dünya devleti Rusya merkezli, Çin tamamlarsa Çin merkezli olurdu. Türkiye’nin Osmanlı’dan büyük bir “cihan imparatorluğu” kurması da pekala teorik olarak birçok seçenekten biriydi. Peki aralarından hangisi daha tercih edilesiydi? 

Bu muhakkak ki ideolojik referanslarla çözülecek bir soru gibi duruyordu. “Türk-İslam medeniyeti” mi bu hegemonya için daha uygundu yoksa Amerikan liberalizmi mi? Çin’in Konfüçyüsçü değerleri mi bu ağır yükü daha iyi taşıyabilirdi yoksa Rusların önderlik ettiği Ortadoks medeniyeti mi?
 
Bu soruya kişisel yanıtım ideolojik değil pragmatik oldu. Küresel hegemon ABD olmalıydı çünkü hali hazırda sistemde bölgesel hegemon olan yalnızca ABD vardı ve bir sonraki aşamayı gerçekleştirmeye en yakın olan da ABD’ydi. Dolayısıyla ABD hegemonyasının dünyada mutlak tesisi, dünya devletine giden en kestirme yoldu.   

Duygusal sebeplerle görece zayıf bir devletin “dünyanın hakimi” olması tercih edilebilirdi belki ama, bu arzunun gerçek olabilmesi için hem çok daha uzun bir zamana hem de çok daha kanlı savaşlara gereksinim vardı. Dolayısıyla bu devletler için ikinci en iyi senaryo günü geldiğinde kazanan devletin yanında olmak olmalıydı.
 
Diğer yandan Zbigniew Brzezinski Büyük Satranç Tahtası adlı eserinde Amerikan demokrasisinin yapısal olarak emperyal niyetlere uygun olmadığından bahsetmişti. Ona göre ABD dışarıda otoriter olabilmek için evinde fazlasıyla demokrattı. Bu durum da onun rakipleri üzerindeki askeri üstünlüğünü sınırlandırıyordu.
 
Ben ise ABD’den yana umutluydum; çünkü demokrasinin çok kutuplu dünya gibi istikrarsız bir yapı olduğuna emindim. Nasıl ki dünya er ya da geç tek kutuplu olmaya yazgılı ise, ABD demokrasisinin küllerinden de er ya da geç yeni bir Roma İmparatorluğunun yükseleceğine inanıyordum. 
[14:16] GERÇEK ARİSTOKRASİYE DOĞRU
14-16a.png
Demokrasinin bugüne kadar az çok tarih sahnesinde görülmesinin belki de en büyük temeli zihinsel kapasitenin toplumsal dağılımında bir uçurum olmamasıydı. Babasının tacını giyen bir prens ya da çok zengin bir iş adamı pekala tarlasını süren bir çiftçiden daha zeki olmayabildi. Hepimiz bugüne kadar üç aşağı beş yukarı homo sapiens olmanın sınırları içerisinde eşit kaldık. Kimse gerçekten “mavi kan” taşımıyordu ve bu da siyasal haklarımızı demokratik değerler düzeyinde birbirine eşitlemişti. Ancak bu durumun yakın bir gelecekte kökten bir değişikliğe gideceği artık açıktır. 

Halihazırda kafa derisi üzerine yerleştiren beyin implantları sırasını kafatasının altından beyin üzerine yerleştirilecek beyin implantlarına bırakmak üzere. Tam da bu yıl [*2017 kastediliyor] Elon Musk insan beynini bilgisayara bağlayabilecek “nöro dantel” adını verdiği beyin implantlarını üretmek üzere Neuralink adlı yeni şirketinin duyurusunu yaptı. Nöro dantelden sonraki adımın da beynin derinlerine yerleştirilecek implantlar olduğu ifade edilmekte. Peki ya sonra? 

Ray Kurzweil Tekillik Yakın kitabında cerrahi işlemlerle beyine adapte edilen implantları damardan vücuda enjekte edilen nanobotların takip edeceğinden bahsediyor. Ona göre nanoteknolojinin yardımıyla milimetrenin binde biri (mikron) ile ölçülebilen boyutlarda tasarlanacak robotlar yaşlanmayı geciktirici etkide bulunacakları gibi, beyinde gezen milyarlarcası da insan zekasını muazzam derecede arttıracak ve 2030’ların sonuna doğru artık insan zekasının elektronik kısmı biyolojik olan kısmını geçmeye başlayacak. 

Kısacası Nietzsche’nin hayalinin gerçek olması beklenen bir çağda yaşıyoruz. Üstinsanların doğuşuna tanık olduğumuz vakit gerçek bir aristokrasinin doğuşuna da tanık olacağız çünkü bu yüksek teknoloji herkesin kesesine uygun olmayacak. En zengin kişinin aynı zamanda en akıllı kişi de olduğu bir dünyada gelir dağılımda olduğu gibi zeka dağılımında da bir uçurumun oluşması kaçınılmaz.

Oluşacak bu yeni düzene güçlü bir itiraz dalgası da aynı oranda kaçınılmaz görünüyor. Ancak benim o gün geldiğinde insan ırkının yücelmesine hiçbir itirazım olmayacak çünkü inanıyorum ki her gerçek düzen hiyerarşiktir. Varsın ben had bilen eski sürüm bir insan kalayım.
[14:17] %67.5 YUNAN, %95 RUM
14-17a.png
11 Haziran günü facebookta dolanırken ana sayfamda beliren bir reklamın cazibesine kapıldım. MyHeritage DNA şirketi diğer DNA firmalarının müşterilerine bir fırsat sunuyordu. Buna göre otozomal DNA verilerini mevcut şirketinden indirip MyHeritage’a yükleyen herkese ücretsiz sonuç açıklanacaktı. Hemen talimatları uygulamaya başladım. Yükleme işleminden sonra ise birkaç gün beklemem gerekti. Açıklanan sonuçlarım şu şekilde oldu: 

Yunan: %67.5 , Balkan: %10.4 , Orta Asya: %9.6 , Batı Asya: %7.1 , Güney Asyalı: %2.9 , İrlandalı-İskoç-Galli: %1.3 , Kuzey Afrikalı: %1.2 

FTDNA’da “Yunan” diye bir küme yoktu ama FTDNA’dan çok daha fazla genetik kümeye sahip olan MyHeritage’da bulunmaktaydı. Gedmatch kalkülatörlerinde genetik kompozisyonum istatistiki olarak %70 Yunan - %30 Nogay formülüne “uygun bir yakınlık”tayken, MyHeritage bana doğrudan “Sen %67,5 Yunansın!” diyordu. 

FTDNA ile MyHeritage arasında dikkat çeken farklardan biri de Orta Asya kümesinin haritada gösterildiği yerdi. MyOrigins 1 ve 2’de Orta Asya kümesi tuhaf bir şekilde Orta Asya’da değildi. 3’te 2’si Hindistan’da, 3’te 1’i Pakistan’da duran ufak bir kümeydi ve bu nedenle Türkler “Kuzeydoğu Asya” kümesini Türklük ile ilişkilendirmekteydiler. Oysa o küme de oldukça büyük olup Moğolistan’dan Japonya’ya kadar bir alanı içine almaktaydı. Kısacası FTDNA’da “Türk çıkmak” hiç de kolay değildi. Oysa MyHeritage’da Orta Asya kümesinin büyük bölümü Türkçüleri memnun edecek şekilde Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Kırgızistan’dan oluşuyordu. Yine de kümenin içine “Türk soylu olmayan” Tacikistan ile kısmen İran ile Afganistan’ın girmesi bir dereceye kadar tatminsizlik üretecek olsa da, MyHeritageTürkçüler için FTDNA’dan çok daha tercih edilesi görünüyordu. Yer farklılıklarına paralel olarak Orta Asyalılığım FTDNA’da %1’den az iken MyHeritage’da %9,6’ya fırlıyordu. 

Orta Asya değerlerindeki fark kadar açık olmasa da, FTDNA ve MyHeritage’ın Türkiye coğrafyası için de farklı değerlendirmeleri vardı. FTDNA’nın haritasında Küçük Asya daha önce bahsedildiği üzere Türkiye ve Ermenistan’ı kapsarken beni %29 içine katıyor, MyHeritage ise Batı Asya adı altında Küçük Asyayı, Kafkasya’yı, Mezapotamya’yı ve İran’ı tümden içine alırken beni bu küme ile %7 ilişkilendiriyordu. 

*  *  *

MyOrigins 2.0 sonucumun gösterildiği haritayı Antik Roma’nın (1. Roma) milattan sonra 117 yılındaki haritasının bir alt kümesine benzetmiştim. MyHeritage sonucumda ortaya çıkan genetik haritada Orta Asya kümesi olmasa, çok büyük oranda Bizans (2. Roma) ile örtüştüğü söyleyebilirdi. Ancak Bizans’a Türk unsuru katıldığında, bu sefer 3. Roma İmparatorluğu’na dönüşüyordu. Yani Osmanlı’ya! 
14-17b.png
Prof. Dr. Niyazi Öktem 2006 yılında Radikal gazetesine verdiği röportajda, “Osmanlı İmparatorluğu Müslüman olmuş Bizans'tır.” ifadesini kullanmıştı. Bizans aristokrasisine mensup bazı kişilerin Osmanlı hanedan mensuplarına dönüştüğünü belirtiyor, Müslüman olan Rumların Osmanlı’nın dış ilişkilerini sürdürdüğünü ekliyordu. Öktem’e göre Klasik Türk Sanat Müziği de Bizans Ortodoks ilahileriyle aynıydı. 

Türk Tarih Kurumu “şeref üyeleri” arasında yer alan tarihçi Prof Dr. İlber Ortaylı ise Milliyet gazetesindeki 2010 tarihli bir yazısında “Osmanlılık üçüncü ve son Roma’dır.” demekteydi. Ortaylı 2014’te katıldığı bir televizyon programında Roma’nın etnisitelerin ve dinlerin üzerinde olduğunu söylüyor; idari yapısıyla, medeniyet anlayışıyla ve Doğu ile Batı’yı sentezleme başarısıyla ebedi ve evrensel bir şey olduğundan bahsediyordu. Yine Ortaylı’ya göre Türkler Roma’nın ve Romalılığın bilincindeydi. Bu nedenle Selçuklular devletlerinin adına “Rum” adını vermişlerdi. “Rum” Roma demekti. 

2016’ya gelindiğinde Ortaylı “Tarihin Arka Odası” programında Osmanlı’nın dininin İslam olduğu, dolayısıyla Roma ile bir alakası olmadığı yolundaki itirazları cevaplarken şöyle demekteydi: “Biz Romanın İslam kesimiyiz.” Zira Roma’nın pagan ve Hristiyan kesimleri de bulunmaktaydı. 

2017’ye gelindiğinde ise İslami kesimin önde gelen isimlerinden Abdurrahman Dilipak “Rum” olmanın Yunan olmak demek olmadığını anlattığı yazısında, “Burası arz-ı Rum’dur, burası Rumeli’dir. Bizim takvimimiz Rumi Takvim, sanatımız Rumi sanattır.” demekte ve Rumluğu tanımlamaktaydı: “İşin aslı şu, Anadolu’da yaşayan herkes Rum’dur. Müslümanı da Hristiyanı da, Türk’ü de, Arabı da Kürdü de. Burası Romadır!”

*  *  *

O halde çocukluğumun geçtiği evlerin duvarlarında resimleri asılı İmparatorluk askerlerinin (dedemin babası, babaannemin babası), tüccar ve yüksek memurlarının (anneannemin dedeleri) pekala Müslüman Romalılar (Osmanlılar) olduğu söylenebilirdi. Ben de bir Osmanlı torunuydum. Amerika, Avrupa ve Asya’yı birbirine bağlayacak yeni bir cihan imparatorluğunun (4. Roma) hayaline kapılan “3. Roma”nın torunu…  
[14:18] “HENÜZ PİŞMAN OLMADIK”
14-18b.png
“Henüz pişman olmadık.” 

Böyle diyordum klasik “Evlilik nasıl gidiyor?” diye soranlara. Sanki bir gün muhakkak pişman olacakmışız da henüz o gün gelmemiş gibi. Bazen yüzde bir tebessüm, bazen de bir itiraz oluyordu aldığımız tepki. 

“Aaa öyle demeyin. Sonsuza dek bir yastıkta kocayın.”
Sonsuza kadar mı? Hem de bir yastıkta! 

Oysa ikimiz de biliyorduk, bir gün bitecekti. Ya ölüm ayıracaktı ya başka bir şey. Ve biz bu kesinlikten dolayı birlikte geçirdiğimiz her coşkulu günün, ışıltıyla bakan her bir bakışın kıymetini bilmeliydik. 

“Ara sıra kavga etmek ilişkinin tadı tuzudur.” diyenler de oluyordu. Bu Ani için şaşırtıcı, benim içinse yüz buruşturucu bir önermeydi. Zira bir yıllık evliliğimiz süresince hiçbir kavga ya da tartışmamız olmamıştı ve eksikliğini de hissetmiyorduk. 

Aramızda yapmacık, gerçek olmayan hiçbir şey yoktu. Eşim benim en iyi arkadaşım, dostum ve sevgilimdi. Birbirimize her gün defalarca sarılıp sevgi sözleri söylemekten bıkmıyorduk. Bir sorun ortaya çıktığında konuşmak yeterli oluyordu. “Eğer evlilik buysa, harika bir şey!” demişti Ani bir keresinde, kendisine evliliği nasıl bulduğunu soranlara. Bir “koca” olarak bir madalya gibi yüreğime asmıştım o gün bu sözünü. 
[14:19] LİSANS MEZUNU
14-19a.png
7 Haziran 2017 – Yalova’da Açık Öğretim Bürosu’na doğru hızlı adımlarla yürürken üzerimde hafif bir halsizlik vardı. Gece bir türlü uyuyamamıştım. Beynim kapanmayı reddediyor, hayal gücüm fazlasıyla kendini zorluyordu. Acaba diplomayı aldığımda ne hissedecektim; dönüş yolunda ne tür duygular hakim olacaktı; yattığım yerde gözümde canlandırmaya çalışıyordum.
 
Tutuklanmama yakın üniversite okuma arzum bir yasak aşk gibi belirmişti günlüklerimde. Babam alıp o sayfaları mahkemede lehime delil olarak göstermişti. Ama olmamıştı. Liseden bile atılacağım günler yaklaşıyordu. Sonrasında yasaklanan öğrencilik… 

Muğla’da Anadolu Üniversitesi’ne kayıt yaptırmaya giderken şüpheliydim. Kaydım yapıldığında eve dönerken de öyle… İşte bugün o bulanık düş gerçek olmuştu. Üzerinde adım yazılı lisans diplomasına bakıyordum. Dört üzerinden 3.82 not ortalamasıyla, bir “Yüksek Onur Öğrencisi olarak mezun” olmuştum. 

Ani bu âna tanık olmak için benimle birlikte gelmişti. Evraklarıma fazla bakmadan imza atıp bürodan çıktım. Halam ve mamam [kayınvalidem] çarşıda bir kebapçıda oturmuş bizi bekliyorlardı. Ani ile el ele tutuşup hızlı hızlı onlara doğru yürüdük. Yanlarına varıp bir iskemleye oturduğumda, tekrar çıkardım evrakları zarflarından. Tek tek her birine acelesizce baktım. Üzerimde bir durgunluk, bir sakinlik vardı. Kendimi iyi hissediyordum.   

Mamam tebrik edip elimi sıktı. Halam övgülerini sıraladı ve sonrasında sordu:

“Peki şimdi sırada ne var?”
“Ermenice öğrenmek.”
“Ermenice öğrenmek mi? Ama zaten biliyorsun!”

©2023, Polipatika 

bottom of page