top of page
Bölüm 13
[13:1] KAMP ARMEN

6 Mayıs 2015 tarihinde, Hrant Dink’in de büyüdüğü Tuzla Ermeni Yetimhanesi (Kamp Armen) yıkılmaya başlanmış; Nor Zartonk (Yeni Uyanış) derneğinin öncülüğünde birçok insan, yetimhanenin Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi’ne iade edilmesi talebiyle yetimhane alanında nöbet tutmaya başlamıştı. Bu talep kısa zamanda ilgi gördü ve destek topladı.
Direnişin 45. gününde ben de Kamp Armen’deydim. Tanıdığım, tanımadığım birçok insan içerisinde Sarin de vardı. Çalıştığı ve yaşadığı yere olan yakınlığından da istifa ederek, direnişe başından itibaren aktif katkısını sunmuş, “Kamp Armen Direnişi”nin ön plana çıkan simalarından birine dönüşmüştü.
Beni karşısında gördüğünde ilk tepkisi şaşkınlıkla “Ohaaa!” demek oldu. Ayaküstü kısa bir “Naber, nasılsın?” sohbeti ile yetindik. Sonrasında o işleri ile “meşgul” olmaya, ben ise çevredeki insanlar ile sohbet etmeye yöneldim. Günlerden cumartesiydi ve güzel bir havada birçok insanın katılımıyla renkli bir ortamdı.
Günün etkinlik programı içerisinde Ayşe Gül Altınay ve Fethiye Çetin’le “Torunlar” kitabı üzerine söyleşi ile Türkiye’nin ilk vicdani retçilerinden biri olan Mehmet Tarhan’la söyleşi de vardı.
“Torunlar” kitabı Anadolu’da 1915 ve çevresi yıllarda, “Müslümanlaştırılmış” Ermenilerin torunlarının Ermeniliklerini keşif sürecine dair örneklerden oluşuyordu. Kitabın hazırlayıcılarından biri olan Fethiye Çetin’in, anneannesinin Ermeni olduğunu keşif sürecine dair bir de “Anneannem” adında kitabı vardı. Kitabın yazılma süreci ve içeriği üzerine anlatımlardan sonra, sözü dinleyicilere bıraktılar. Ben de kendi hikayemden kısaca bahsetmek istedim; zira farklı “torunlar”ın farklı hikayeleri vardı.
“Ben üç kuşak asker bir sülaleden geliyorum. Ailemde istiklal madalyalı, rütbeli askerler var ama benim adım Armenak ve birkaç gün önce Ermenistan’dan geldim. Türkiye vatandaşı olduğum gibi, Ermenistan vatandaşıyım da. Peki bu nasıl oldu? Çünkü biz armut değiliz! Bu şu demek: Armut dibine düşebilir ama bizler insanız. Bir ruhumuz var. Aklımız, duygularımız… Bizler yer çekimi ile belirlenmeyiz. Eğer ‘Türkleşme’, ‘Müslümanlaşma’ diye bir şey varsa, pekala ‘Ermenileşme’, ‘Hristiyanlaşma’ da olabilir. Aslına bakarsanız, ben de anneannemin Ermeni olduğunu düşündüm. Amerika’dan bir gen testi sipariş ettim ve bu inancımı kanıtlamanın bir yolunu aradım. Lakin bulduğum Ermenilik değil Yunanlık oldu.” Dinleyicilere dönerek, “Bence buradaki herkes DNA testi yaptırmalı. Çok fazla bir ücreti yok. Bence gerçekleri bilmek için ödediğinize değer.” Salonda bir gülüşme oldu. Zira bir anda kendilerini bir reklam filminin içinde bulmuş gibi oldular.
Bir sonraki söyleşi Mehmet Tarhan ile olacaktı. Dinlemeye gitmek yerine bahçede sağda solda oturan insanlarla vakit geçirmeyi tercih ettim önce. “Vicdani Ret” üzerine bir şeyler dinlemeye dair bir isteksizliğim vardı. Sonunda fikrimi değiştirdim ve nelerin konuşulduğunu dinlemek üzere toplanma alanına gittim. Vicdani ret nasıl tanımlanır? Neyin reddi? Türkiye’de vicdani retçilik nasıl olmalı? Bu tip soruların cevaplarını alıyordum. Dinleyicilerden biri Kobani’de IŞİD’e karşı direniş üzerinden konuyu irdeledi. Ben de kendi aklımdaki soruyu sormaktan kendimi alamadım.

“Uluslararası ilişkilerde realizm akımına göre küresel sistem anarşiktir. Bunun nedeni bir dünya devletinin olmaması dolayısıyla, bir dünya polisinin de olmamasıdır. Bu anarşik sistemde, irili ufaklı devletler sürekli olarak bir güç mücadelesi içerisindedir ve savaşlar neredeyse kaçınılmazdır. Bu teori göz önünde bulundurulursa, savaş karşıtlarının nihai hedefi dünya devletini kurmak değil midir?”
“Enteresan bir yaklaşım. Ancak böyle bir durumda asker üniforması gidecek, polis üniforması gelecek. Değişen bir şey olmayacak.”
“İtirazım var. Askerin görevi ‘düşman’ı yok etmektir; polisin görevi ise ‘suçlu’yu yakalamaktır. Diğer yandan polisin kitle imha silahları yoktur. Savaş uçakları, denizaltıları yoktur. Zorunlu askerlik diye bir şey vardır ama zorunlu polislik diye bir şey yoktur.”
Bu itiraz Mehmet Tarhan’ın aklına yatmadı. Onun itirazları da bana konunun etrafından dolanmak gibi göründü.
Geceyi Kamp Armen’de geçirdim ve yeni edindiğim arkadaşlar ile sabaha kadar sohbet edip, günün erken saatlerinde ayrıldım.
[13:2] ATATÜRK VE DÜNYA DEVLETİ

Efendiler, İngiliz tarihçilerinden Wells, iki yıl önce yayınlanan bir tarih yazdı. Eserinin son sayfaları «Dünya tarihinin gelecekteki safhası» başlığı altında bazı düşünce ve görüşleri içine almaktadır. Bu görüşlerin yönelmiş olduğu hedef «Un gouvernement fédéral mondial» yani «birleşik bir dünya devleti»dir.
Wells, bu bölümde, birleşik bir dünya devletinin nasıl kurulabileceğini ve böyle bir devletin önemli ayırıcı özellikleri ile ilgili tasavvurlarını belirtiyor; adaletin ve tek bir kanunun hâkimiyeti altında dünyamızın ne durumda bulunacağını tahayyül ediyor.
Wells, «bütün hâkimiyetler tek bir hâkimiyet içinde eritilmezse, milliyetlerin üstünde bir kuvvet meydana çıkmazsa, dünya mahvolacaktır» diyor ve «gerçek devlet, çağdaş hayat şartlarının bir zaruret haline getirdiği birleşik dünya devletinden başka birşey olamaz»; «hiç şüphe yoktur ki, insanlar kendi icatları altında ezilmek istemezlerse er geç birleşmeye mecbur olacaklardır» görüşünü ileri sürüyor.
«İnsanlığın dayanışması ile ilgili büyük hayallerin sonunda gerçekleşmesi için ne yapmak ve neyin önüne geçmek gerekeceğinin doğru olarak bilinmediği» ve «saldırgan bir dış siyaset geleneğine sahip olan devletlerin, birleşik bir dünya devleti tarafından güçlükle temsil edilebileceği» de bildiriliyor. Wells’in «Avrupa ve Asya’nın felâketleri ve ortak ihtiyaçları, belki dünyanın bu iki parçasındaki milletlerin bir dereceye kadar birleşmesine yardım edecektir», «olabilir ki, dünya ölçüsünde bir birleşmeye gidilmeden önce, bir sıra bölgesel birleşmeler yapılabilir» şeklindeki düşüncelerini de kaydedeyim.
Efendiler, bütün insanlığın görgü, bilgi ve düşüncede yükselip olgunlaşması, Hristiyanlığı, Müslümanlığı, Budizmi bir yana bırakarak basitleştirilmiş ve herkes için anlaşılacak duruma getirilmiş saf ve lekesiz bir dünya dininin kurulması ve insanların, şimdiye kadar kavgalar, çirkeflikler, kaba istek ve iştahlar arasında bir sefalethanede yaşamakta olduklarını kabul ederek, bütün vücutları ve zekâları zehirleyen zararlı tohumları yok etmeye karar vermesi gibi şartların gerçekleşmesini gerektiren «birleşik bir dünya devleti» kurma hayalinin tatlı olduğunu inkâr edecek değiliz. (Nutuk; Bölüm 14, Konu 24)
* * *
Bu satırları okuduğumda, İstanbul’da kuzenim Mehmet’in evindeydim. Şaşırmakla birlikte etkilenmiştim de. Kimileri Atatürk’ün son cümlesindeki “hayal” kelimesine atıfta bulunarak, kendisinin Wells’in düşüncelerini sadece “tatlı bir hayal” olarak görüp ciddiye almadığı şeklinde yorumluyordu. Ancak Martin Luther King’in “Bir hayalim var” konuşmasında hayalini kurduğu şeyler de, tam da olması gerektiğini düşündüğü şeylerdi. Nutuk’ta Atatürk, Wells’in düşüncelerini değerlendirirken hiçbir açık itiraza girişmediği gibi, fikri çok da iyi anladığını ve benimsediğini hissettiriyordu.
[13:3] LİBERAL FAŞİZM

Bilim kurgu yazarı ve tarihçi Wells 1932 Temmuz’unda Oxford Üniversitesi’nin yaz okulundaki Genç Liberaller’e yaptığı konuşmada, ilerici liderlerin liberal faşistler olması gerektiğini söylemişti. Wells’e göre bir yanda sosyalist proleterya diktatörlüğü, diğer yanda milliyetçi sosyalizm yükselişteyken, liberallerin bu gansterler dünyasında düzensiz, disiplinsiz, gevşek bir halde hareket etmemesi gerekiyordu. Liberal liderler de sosyalist ve faşistler gibi silahlı devrimci birlikler oluşturmalı, iktidarda olduklarında da parlamenter demokrasiden ziyade ilerici hedeflere ulaşma gayesiyle otoriter bir oligarşi kurmalıydılar ve globalist bir rotaları olmalıydı.
[13:4] BABA & OĞUL

22 Ağustos 2015 - Babamla Kızıltoprak’ta bahçeli bir restoranda buluştum. Birbirimizi görmeyeli epey olmuştu. Sohbetimizin bir noktasında kulağıma arka masalardan birinden bir kahkaha sesi geldi. Sese takıldım. Bir süre sonra bir küfür işittim. Biraz daha gülme, biraz daha gürültü… Artık sinirimden babamın söylediklerine kulak veremiyordum.
Öfkem yükselişe geçtiğinde ortamı hızla terk etmek, kendimi kendimden kurtarabilmenin en kesin yoluydu. Ancak babamla yiyip içip anlatırken, bir yere gitme imkanım da yoktu. Kendimi o masadakilere saldırmamak için zor tuttuğumu söylediğimde beni sakinleştirmeye çalıştı ve garsonu çağırıp masanın üzerindekileri bahçenin daha uzak bir köşesindeki bir masaya taşımasını rica etti. Yeni konum biraz işe yarar gibi oldu. Sesler artık daha uzaktan geliyordu ve biz de tabağımızdakileri biraz daha hızlı yedik ve kalktık.
Kadıköy’e kadar sohbet ederek yürüdükten sonra, birer bira içmeye karar verip bir pub’a oturduk. Kadıköy’ün hali de bir başkaydı doğrusu. Biralarımızı yudumlamaya başlamıştık ki, masamızın hemen arkasında ellili yaşlarda iki solcunun rahat sohbetini ensemizde hissettik. Siyasal “analiz”leri sık sık karşılıklı küfürlerle kesiliyordu.
“Uluslararası sermayenin anasını s… !”
“Emperyalizmin ta a… koyayım!”
Bu sohbet bana eğlenceli gelmişti doğrusu; ancak bu sefer de babam gerildi ve buradan da içkimizi hızla bitirip kalkmak zorunda kaldık.
[13:5] “SELAMÜN ALEYKÜM!”

Ani’nin babası eski Karabağ Özgürlük Hareketi’nin aktivistlerinden biriydi. Uzun yıllardır yaşadığı Rusya’dan Ermenistan’a abisinin ölüm yıldönümü için geldiğinde, Ani’den bizi tanıştırmasını istedi. 29 Ağustos günü, “dünya telefonu” sayesinde ilk görüşmemizi gerçekleştirdik. Babası açılan kamerada beni gördüğünde ilk söylediği “Selamün aleyküm!” oldu. Şaşırdım. Gülümseyen gözlerle bana bakıyordu. Ben de kendisini Ermenice selamladım. Baba sözlerine şöyle devam etti: “Nasılsın gardaş?” Belli ki Türkçe bilgisini gösteriyordu. Yine Ermenice olarak karşılık verdim ve sohbet Ermenice devam etti.
“Seviyor musun sen benim kızımı?”
“Ciddi misiniz?”
“Birbirinizi iyi tanıyor musunuz?”
Kendinden emin ve rahat tarzı beni de rahatlatmıştı. Elimden geldiğince sorularına cevap vermeye çalıştım. Ani’ye döndü ve, “Gayet normal bir adam.” dedi. Baba ile tanışma seansından sonra Ani’den de tebrik aldım. Söylediğine bakılırsa, hiç hatasız Ermenice konuşmuştum.
[13:6] ANADOLU ÜNİVERSİTESİ

5 Ekim 2015 - Anadolu Üniversitesi’nin Muğla Açık Öğretim Fakültesi Bürosu’na doğru ilerlerken, kaydımın yapılıp yapılmayacağını bilmiyordum. Bildiğim YÖK Disiplin Yönetmeliği’ne göre bu mümkün değildi.
İnternet üzerinden kayıt formunu doldurup, gerekli ödemeyi bankaya yatırarak, elimde evraklarla büroya vardığımda, meraklı ve sabırsızdım. Sıra bana geldiğinde kaydım sorunsuz bir şekilde yapıldı. İçimden, “Acaba bir yanlışlık mı var?” diye soruyordum. Kayıt sonrasında bir paket içinde ders kitaplarımı verdiler. Dokuz adet büyük kitap ve hepsi de benim! F tipi günlerimde, Savaş’a gelen Anadolu Üniversitesi kitaplarını nasıl özenerek, kıskanarak incelediğim geliyordu aklıma.
Eve dönüş yolunda çok mutluydum. Alt sınıflardan almam gereken derslerle birlikte, artık ben bir “Uluslararası ilişkiler bölümü 3. sınıf öğrencisi”ydim! Bu kimlik bana diğer tüm kimliklerimden daha değerli göründü. Peki acaba bölümü bitirebilecek miydim? İki yıllık bir gayretin sonunda, YÖK’ten üniversiteye, “Bu kişinin diploma almaya hakkı yoktur.” diye bir uyarı gidebilir miydi? İşte bu ihtimal beni ürkütüyordu.
Bir süre sonra “devletin şahsiyetine karşı bir suçtan hüküm giymiş” biri olarak, üniversiteye kaydımın neden alındığını (çok geç kalmış olarak) öğrenecektim. Farkında değildim ama, 2012 Ağustos’unda YÖK Disiplin Yönetmeliği değiştirilmişti! Yeni yönetmeliğe göre, bir öğrenci üniversite kampüsü dışında bir suça karıştığında, mahkemede aldığı cezanın yanı sıra, ikinci kez üniversite tarafından cezalandırılmayacaktı. İkinci olarak, suç (örneğin bir terör örgütüne mensup olmak ve faaliyet yürütmek) kampüs bünyesinde gerçekleştirilmiş ise, öğrenci ilgili üniversiteden atılabiliyordu ama, öğrencilik hakkı elinden alınmadığından, pekala cezaevinde ya da sonrasında, bir başka üniversiteye kaydını yaptırabiliyordu!!
İçimdeki endişeler yerini huzura bıraktı. Eğer bir kaza, bela, sağlık problemi olmaz ise, hevesle başladığım bu üniversiteyi bitirebilecektim ve sonunda ben de lisans mezunu olacaktım. Böylelikle yeni tanıştığım insanlara kendimi memnuniyetle “Ben de uluslararası ilişkiler öğrencisiyim.” diyerek tanıtmaya başladım. “İlerlemiş yaşım” ise memnuniyetimi gölgeleyemiyordu.
[13:7] HUKUK vs STRATEJİ

Kitaplarımı AÖF Bürosu’ndan alıp eve döndüğüm gibi ders çalışmaya başladım. Derslerimden biri “Strateji ve Güvenlik” dersiydi. Kitabı büyük bir heyecan ile okuyor, bitsin istemiyordum. Konu hakkında bilgi edinmek bana enerji veriyordu. Diğer yandan derslerimden bir diğeri de “Hukukun Temel Kavramları”ydı. O kadar sıkıcı bulmuştum ki, kitabı okumakta zorlanıyordum. Her ne kadar zinde bir şekilde çalışmaya başlarsam başlayayım, kısa bir süre sonra uykum geliyordu.
[13:8] 1 KASIM SEÇİMLERİ ve LDP SÜRPRİZİ

7 Haziran seçimleri öncesinde, tanıdığım herkeste iyimser bir hava vardı. Atatürkçü bildiğim insanlardan dahi HDP’ye oy vereceklerini duyuyordum. Selahattin Demirtaş “Kürt hareketi”nin gülen yüzüydü. “Biz parlamentoya demokratik bir şekilde girdiğimizde, demokratik siyasete olan inanç artacak. HDP güçlenince PKK’nin silah bırakması daha gerçekçi olacak. PKK’ye silah bıraktıracak olan AKP değil, HDP’dir. Dağdan indirmeyi biz başaracağız.” diyordu.
7 Haziran sonrası HDP %13 oy oranı ile mecliste 80 sandalye kazandıktan sonra işler değişti. 11 Temmuz günü yaptığı açıklamada KCK ateşkesi bozduğunu ilan ederken, Türkiye’yi karakol, askeri amaçlı yol ve baraj yapmakla suçluyordu. Akabinde silahlı saldırılar, mayınlı tuzaklar, araba yakmalar, termik ve hidroelektrik santrallerine baskınlar başladı. Ağustos’ta artık “çözüm süreci” tamamen rafa kaldırılmıştı.
Erken seçim tarihi olarak belirlenen 1 Kasım’a gelindiğinde, ortalıkta ciddi bir toz bulutu vardı. İnsanlardaki iyimserlik uçup gitmiş, HDP’ye az biraz sempatim de mevcudiyetini yitirmişti. Yine de çevremdekilerin bir kısmı HDP’ye atılan oyu mümkün olan en anti-AKP oy görmeye devam ediyor, HDP’de ısrar ediyordu.
Ben ise hapishane dışındaki ilk oyumu, “özgürlük için” vermek istiyordum. Liberal Demokrat Parti’ye oy verme kararımı kesinleştirmiştim ki, bir süre sonra Sevan Nişanyan LDP’den aday olacağını açıkladı. Bu açıklama HDPli Ermenilerde soğuk duş etkisi yaratırken, bende büyük bir sevince yol açtı. Bir röportajda LDP’ye olan ilgisini şöyle açıklıyordu Nişanyan:
“LDP, öteden beri sevdiğim ve savunduğum bir partidir. Bu da bir felsefi duruş meselesidir. En temel meselenin özgürlük olduğunu savunan tek siyasi harekettir. Ne yazık ki Türkiye’de hak ettiği ilgiyi göremedi. İkincisi, partinin kurucusu olan Besim Tibuk’u öteden beri tanırım ve takdir ederim.”

Sevan Nişanyan’ın adaylığının hemen akabinde ben de oyumun rengini belli ettim. Bir arkadaşım bana şöyle diyordu: “Heba edilecek bir oyumuz, öyle bir lüksümüz var mı”… Annem de beni eleştiriyordu: “Bırak şimdi LDP’yi falan. Ya CHP’ye ya HDP’ye ver oyunu.” Ben ise diretiyordum: “Ben bir bireyim ve özgürlük için özgürlüğün partisine oy vereceğim. Bu benim için sembolik bir oy. Hem neden 1. lig partilerini tutmak zorunda olalım? Belki LDP’nin, ne bileyim, Vatan Partisi’ni geçmesini istiyorumdur.”
Sonunda oy verme günü geldi çattı. Annemle birlikte Akyaka’da bir ilkokulda oy kullanmaya gittik. Annem yolda bile beni LDP’ye oy vermekten vazgeçirmeye çalışıyordu ve ben de ona direniyordum. Oy pusulasını ve zarfı alıp perdenin arkasına geçtiğimde, beni şoke eden bir sürpriz ile karşılaştım. Oy pusulamda LDP yoktu! “Ama bu nasıl olur?” diyordum kendime ve gözlerimin önündeki pusulayı soldan sağa, sağdan sola tekrar tekrar tarıyordum. Gerçekten de pusulada LDP’nin olmadığını kendime kabul ettirinceye kadar epey bir zaman geçti. Bu çok can sıkıcı bir durumdu. Sonradan öğrenecektim ki, Nişanyan’ın Aydın’dan adaylığını Yüksek Seçim Kurulu reddedince, LDP Muğla adayı Aydın’a kaydırılmış ve Muğla adaysız kalmıştı.
Peki şimdi ne yapmalıydım? “Ya CHP ya HDP” diye başımın etini yemişti annem. Galiba dediği olacaktı. CHP’nin seçim kampanyasını beğenmiyor değildim. Oylarını arttıracağını düşünüyordum. HDP’nin oy kaybı ise kesindi. Belki “bir şans daha” vermek iyi olabilir, barajı geçmeleri “daha demokratik” bir meclis tablosu ortaya koyabilirdi. Böylece pişman olma riskini de göze alarak, ilk özgür oyumu HDP lehine kullandım.
HDP 1 Kasım seçimlerinde 1 milyon oy kaybetti. Yine de %10.6 oy ile barajı geçmeyi başarmıştı. Tanıdığım Kürt milliyetçileri ise bu kaybı “gereksiz Türk oylarından kurtulmak” olarak değerlendiriyordu. Onlara göre alınan oy artık neredeyse tamamen Kürt oyuydu ve köprü geçilmişti. Daha da iyisi, HDP’nin sırtında taşıdığı asalaklardan kurtularak tümüyle Kürt hareketinin asli taleplerine uygun şekilde davranması olacaktı.
[13:9] ANİ’NİN GELİŞİ

13 Kasım 2015 sabahı… Babam ile Atatürk Havalimanı’nın Dış Hatlar kısmında Ani’nin gelen yolcu kapısından çıkmasını sabırsızlıkla bekliyorduk. Sonunda bir noktada bavulunu çekerek gelirken göründü. Havalimanında birbirimize sıkıca sarıldık. Tam beş ay boyunca birbirimizi bilgisayar ekranından görmekle yetinmiştik. Buluşma sonrasında rotayı Kadıköy’e çevirdik.
Ani Türkiye’nin bazı doğu illerinde bulunmuş olmakla birlikte, batısına ilk kez geliyordu. İstanbul’a dair birçok resim görmüş, video izlemişti. Bir Türkolog olarak İstanbul’u merak ediyordu. Süremiz kısıtlıydı ve gezi planımızı geciktirmeden uygulamaya koyduk. İlk durak Kadıköy oldu.
İkinci gün Kadıköy’den vapurla Eminönü’ne geçip Sultanahmet’e kadar yürüdük ve oradan Topkapı Sarayı’na geçtik. Sarayın bahçesinde yürürken Türk tarihi üzerine konuşuyorduk. Bir ara çok gizli bir bilgi paylaşıyormuş gibi eğildi ve hafif kısık bir sesle, “Biliyor musun bence mesele yalnızca güç meselesi. Gücü olan topraklarını genişletiyor. Gücü olan kendisine tehditleri de, önündeki engelleri de ortadan kaldırıyor. Türklerin gücü yetmiş ki bugüne kadar yaptıklarını yapabilmişler. Durum tersi olaydı ve güçlü taraf Ermeniler olsaydı aksi mi olacaktı?” dedi. Şaşırtıcı derecede realist bir bakış açısıydı. Realizmin babası kabul edilen Yunan general ve tarihçi Tukidides de “Pelopponnes Savaşlarının Tarihi” adlı yapıtında şöyle diyordu: “Dünya devam ettikçe hak sadece eşitler arasında bir meseleyken, güçlü yapabileceğini yapar, zayıf ise mecbur kaldığına katlanır.”
“Aslında ben de böyle düşünüyorum.” diyerek karşılık verdim.

14 Kasım’ı 15 Kasım’a bağlayan gece, bana doğum günü hediyesi olarak minyatür bir satranç takımı hediye etti. Bir yandan “Görürsün sen! İntikamımı alacağım.” diyor, diğer yandan ise 2-0’ın büyüsü hiç kalksın istemiyordum.
Gündüz olduğunda programımıza devam ettik. İlk durağımız Türkiye Ermenileri Patrikliği’nin bulunduğu Kumkapı’ydı. Patrikliğin karşısında bulunan Meryem Ana Ermeni Kilisesi’nde bir süre oturduktan sonra, Bezciyan Ermeni İlk ve Orta Okulu’nun bahçesine yöneldik. Pazar günü olması nedeniyle kapılar kapalıydı ve dışarıdan bakmakla yetindik. Bahçenin orta yerinde bir Atatürk büstü vardı ve önüne üzerinde “Atam izindeyiz” yazılı bir çelenk bırakılmıştı. Okul pencereleri Atatürk resimleri ve Türk bayrakları ile süslenmişti.
Kumkapı’dan yürüyerek yine Sultanahmet meydanına çıktık. Ayasofya müzesini gezdikten sonra Sultanahmet Camii’ne girdik. Oradan da istikamet Anadolu yakasında bir alışveriş merkezi oldu. Babam'la birlikte bir akşam yemeği yedik.
Ani’nin gelişinden önce annemle yine incir çekirdeğini doldurmayacak bir sebepten kapışmış olduğumdan, İstanbul’dan sonraki durağımız Erdek oldu. Teyzemle birlikte birkaç gün geçirdikten sonra halamı görmek üzere Ankara’ya geçtik.

Ankara’da ilk durağımız Anıtkabir’di. Çanakkale Savaşı’ndan Kurtuluş Savaşı’na, Atatürk’ün otomobilinden kitaplığına kadar birçok konuda bilgi veren müzeyi gezip dolaştık. Hediyelik eşya kısmına geldiğimizde, kendim için bir hediye aldım: Atatürk’ün Geometri kitabı. Saatler süren gezimiz biterken, dışarıda nöbet tutan askerlerin nöbet değişim ritüeli de Ani’nin ilgisini çekti.
Birkaç gün içinde Bahçelievler’de oturan halamın evinden hareketle bakanlıkların bulunduğu sokaklara, kuvvet komutanlıklarının ve TBMM’nin bulunduğu caddeden Kızılay’ın kitapçılarına kadar birçok yere uğradık. Halamla, kuzenlerimle sohbetler, teyzemle ve babamla olduğu kadar samimi ve sıcak ilerliyordu.
22 Kasım’da hızlı tren ile Ankara’dan İstanbul’a döndük. Bir gün sonra Acıbadem’den metrobüs ile Mecidiyeköy’e gelip, oradan Taksim’e yürüdük. İstiklal caddesinin ara sokaklarından birinde birlikte bira içip dinlendikten sonra, Yüksek Kaldırım’dan Karaköy’e indik. Balık ekmeğin keyfine vardıktan sonra ışıklandırmaların aydınlattığı İstanbul’u denizden seyreyleyerek tekrar Kadıköy’e vardık.

24 Kasım son gündü. Ani ile Kadıköy çarşıdan tramvaya bindik; daire çizen hatta bindiğimiz yerde indik ve aynı yerleri bir de yürüyerek geçerek, Bahariye’den Moda sahiline ulaştık. Kayalıklarda oturup denizi seyrettik.
“Ee nasıl buldun bakalım İstanbul’u?”
“Bulmayı düşündüğüm gibi.”
“Ne şekilde bulmayı düşünüyordun?”
“Gayet güzel!”
“Benim ‘çok milliyetçi’ akrabalarımı nasıl buldun?”
“Çok sevdim. Çok sıcak insanlar.”
“Onlar da seni çok sevdiler.”
Akşam olduğunda babam bizi yine arabasıyla alıp havalimanına bıraktı. Böylece ayrılık vakti gelip çattı. Hüzünlü bir andı ama hazırlamıştık buna kendimizi. Dönüş yolunda aklımda Ani ile son sarılışımız ve arkasından baka kalışım vardı. Yine de durumdan memnundum. Sonunda Türkiye planını uygulamaya koyabilmiş, birlikte güzel vakit geçirmiştik.
[13:10] EVLİLİK ONAYI

“Elalem ne der?” kaygısının işe yarayabileceği durumlar da oluyormuş. 15 Ocak 2016 tarihinde Ani ile annesinin arasında geçen bir diyalog bunlardan biriydi şüphesiz. Şubat ya da Mart gibi Türkiye’ye tekrar gelmek isteyen Ani’ye annesi itiraz etti:
“Ortada nişan yok bir şey yok. Ne bu öyle Türkiye’ye gidip kalmalar falan! Ayrıca seni burada Armenak ile birlikte görenlere ne diyeceğim ben? Damadım diyemem, nişanlısı diyemem. Aslında daha sen Türkiye’ye gitmeden bir nişan falan yapmak lazımdı.”
Ani: “Peki diyelim ki nişanlandık; Türkiye’ye sık sık gidip gelmeme izin verecek misin?”
Anne: “ … ”
Ani: “O zaman ben evlenmek istiyorum. Madem evlilik özgürlük; bu yaz evleneceğim. Hatta doğum günümde! Ben onunla yaşamak istiyorum.”
Anne: “Evlen, yaşa.”
Bu diyaloğu Ani bana detaylarıyla anlattığında çok şaşırmıştım. Açıktan üniversite bitirmeye çalışan otuz iki yaşında bir öğrenciydim. Ailem ne işle meşgul olduğumu soranlara “Kitap yazıyor.” gibi tatmin edici olmayan bir cevap veriyordu. Türk bir aileden geliyordum ve Ermeniceyi bile henüz doğru düzgün konuştuğum söylenemezdi. Kendime pek şans tanımadığım mevcut durumda, birden Ani’nin annesinin geleneksel kaygıları yolumuzu aydınlatmıştı.
İkinci gün annenin nabzını tekrar yoklamak için, bir kısmı Yerevan’da, bir kısmı İstanbul’da olmak üzere iki parçalı bir nikah-düğün planı sunduk. Onaylayacak mıydı? Kendi önerisini mi sunacaktı? Yoksa dünkü konuşmanın yönünü değiştirmek için bir girişimde mi bulunacaktı? Asıl öğrenmek istediğimiz buydu. “Siz bilirsiniz.” dedi anne ve derin bir oh çektik. Gerçekten de iş ciddiydi.
Esasen, anne benim önce bir yere geldiğimi görmeyi istemiyor değildi. Fakat bunun hemen olamayacağının farkındalığıyla birlikte, birbirimize kavuşmak için heyecanımızın ve güçlü isteğimizin de günbegün tanığı olmuştu. “Gidin yoksulluk içinde yaşayın!” dedi kızına sonunda. Elbet geçinmenin bir yolunu bulacaktık; geleceğimizi birlikte inşa edecektik.

18 Ocak 2016’da babam beni ziyarete Yalova’ya geldi. Bir süredir annemden ayrı olarak, Yalova’da halamın ufak tefek yazlığında yaşıyordum. Balık pişirmiş, güzel de bir salata yapmıştım. İçkilerimizi de doldurup sohbete başladık. Ani ise Yerevan’da heyecan içinde beklemedeydi. Babamla konuşmakta olduğumu biliyordu. Sonunda evlilik konusunu açtım. Uzun bir süre ben anlattım o dinledi. Bir noktada, “Her şeyden önemlisi şu:” diyerek sözü aldı. “Sen seviyor musun Ani’yi? Onunla evlenmeyi gerçekten istiyor musun?” Ani’ye olan sevgim şüphe götürmezdi. “Evet seviyorum.” diye cevapladım.
Evlilik mi? Esasen evliliği ciddiye almıyordum. Dahası, yıllarım evliliği hor görerek geçmişti ve Ani’de ya da bende evlilikle tamamlanacak bir eksik görmüyordum. Biz tamdık; eksik olan etrafımızdaki insanlardı. Komşular, mahalle sakinleri, tanıdıklar, akrabalar, arkadaşlar vs… Biz evlendiğimizde içi rahat edecek olan onlardı. Evlenmeyi değil, çevredeki insanların bizi rahatsız etmesine bir son vermeyi istiyordum. Dahası Sarkis’in operasyonunun da etkisiyle, evliliği ilişkimin etrafına ördüğüm bir kale duvarı gibi zihnimde canlandırıyordum.
Sonunda, “Sizin adınıza sevindim.” dedi babam ve devam etti, “Sizden yana karamsar değilim. Başaracağınıza inanıyorum.”
Böylece ilişkimizde önemli bir viraj daha dönülmüş oldu.
[13:11] ERMENİSTAN ZİYARETİ

23-24 Ocak’ta (2016) Muğla Üniversitesi’nin bir sınıfında Anadolu Üniversitesi AÖF final sınavlarına girip çıktıktan sonra yönümü Ermenistan’a çevirdim. 27 Ocak günü Atatürk Havalimanı’nda uçağıma binmeden önce, gümrüksüz mallar mağazasından alabildiğim kadar rakı aldım. Ermenistan’dan nasıl konyak getirmek değerli ise, oraya da rakı götürmeyi anlamlı buluyordum.
Rakılardan biri Ermenistan’a vardığımın ikinci günü eski yurt müdürüme gitti. Bana her zaman için nazik ve anlayışlı olmuştu. Eşyalarımı saklayabilmem için özel bir odada yer ayırmıştı ve aylar sonra döndüğümde de onları eksiksiz buldum.
30 Ocak günü Ani ve bir grup arkadaşı ile Kotayk ilinin Tsaghkadzor kasabasına gittik. Bu kasaba özellikle kış turizmi açısından çok rağbet edilen bir yerdi. Karla kaplı tepeleri, teleferikleri, kayak merkezi, çeşit çeşit oteli ve kiliseleri ile tam benlik bir yerdi.
Ani’nin ayarladığı otel John Steinbeck, Jean-Paul Sartre, Cengiz Aytmatov ve Paulo Coelho gibi yazarların da daha önce kaldığı “Yazarlar Evi”ydi. Otel eskiydi ama lüks otellerden çok daha hoşuma gitti. Her yer kalın bir kar örtüsüyle kaplı kasabada fazla geciktirmeden yürüyüşe çıktık. Kar eğlencelerinin tadını çıkarıp eski kiliselerini ziyaret ettik. Hayatımın en mutlu günlerinden birini yaşadığıma emindim.
Bir akşam etkinliğimizi, facebook’ta 1 Şubat günü şöyle aktarmışım:
* * *
Akşam, otel odasında arkadaşlarla buluşmuşuz. Bir arkadaşımız babasının yaptığı şarabı getirmiş. Telefonumuzdan, bilgisayarımızdan müzik açıyoruz. Hint müziği, Arapça, Yahudice, Japonca, Moğolca, Almanca, İngilizce, Ermenice, Türkçe... Bir süre sonra şarap etkisini gösteriyor, söz alıyorum:
“Arkadaşlar, müzik dinliyoruz ama, bunlar başkalarının söylediği şarkılar. Neden ruhumuzu ortaya koyup kendimiz söylemiyoruz? Hepimizin en az bildiği bir tane şarkı vardır!”
Sessizlik oluyor. Kimse söylemeye niyetli değil. Konuşmama devam ediyorum.
“Benim çocukluğumda akşamları sofra başında toplanan aile fertleri içki ve mezeyle birlikte sırayla şarkı söylerdi. Sesi güzelmiş değilmiş, makam bilirmiş bilmezmiş bakılmazdı. Önemli olan birlikteliğe bir katkı sunmaktı.”
Sessizlik devam ediyor. Bir heyecan var ama, herkeste bir çekingenlik, bir korku. Başlıyorum bir şarkı söylemeye. Madem ben önerdim...
“Bu kente yalnızlık çöktüğü zaman, uykusunda bir kuş ölür ecelsiz. Alıp da başını gitmek istersin, karanlık sokaklar, kör sağır dilsiz...”

Grup Yorum'dan bir şarkı. Hâlâ en iyi bildiğim şarkılar devrimci şarkılar. Bitiriyorum. Şimdi sıra kimde? Grup önerime sahip çıkacak mı? Çekingenlik devam ediyor. Ama ben ısrarcıyım.
“Biliyor musunuz bizler öyle bir kültürde yetişiyoruz ki, kavga etmeye, küfretmeye utanmıyoruz. Ama 'seni seviyorum' demeye, 'özür diliyorum' demeye utanıyoruz. Kötü şeyler değil, iyi şeyler yapmak bizi utandırıyor. Hadi cesaret gösterin ve söyleyin.”
Ve ardından bir şarkı başlıyor. Kaldı üç kişi. Bir kişi daha söylemeye başlıyor. Gruptan kişiler eşlik etmek istiyor, engelliyorum.
“Hayır, o söyleyecek. Bu bireysel bir olay.”
Kaldı iki kişi.
“Ben tam hatırlamıyorum.”
“Tamam sen başla, yardım ederiz.”
Başlıyor. Yüzde elli yalnız söylüyor, sayıyoruz. Kaldı bir kişi.
“Hayır ben söylemem, sesim iyi değil.”
“Burada kimsenin sesi iyi değildi. Söyle.”
“Hayır olmaz, hatırlamıyorum hiçbir şarkıyı.”
“Bak dostum, sen Savunma Bakanlığı’nda çalışıyorsun. Bu ülkeyi koruyan sensin. Bu milleti koruyan sensin. Bana milli marşı bilmediğini söyleme sakın?!”
“Biliyorum ama söylersem ayağa kalkmanız gerekir.”
“Arkadaşlar ayağa kalkıyoruz.”
Başlıyor söylemeye. Hepimiz saygı duruşundayız. Sonunda çember tamamlanıyor. Beş kişi, her biri de tek başına şarkı söylüyor. Başarıyorum. Harika bir gece geçiyor. Mutlu mesut, uyumaya odalarımıza dağılıyoruz.
* * *
Tsaghkadzor dönüşü birçok arkadaşımla buluşma imkanım oldu. Bu buluşmalardan biri de Sasun ileydi. Ani ile birlikte bir akşam Sasun’u da alıp bir pub’a gittik. Müziğimizi dinler ve biralarımızı yudumlarken Sasun Ani’ye sordu:
“Sence Armenak romantik biri mi?”
“Onun kendine göre bir romantizm anlayışı var. Kendi tanımı içerisinde romantik biri.”

Sasun bana döndü.
“Nedir senin romantizm tanımın?”
“Romantizm mum ışığında yemek yemek ya da sevdiğine çiçek götürmek değil örneğin. Dahası sırf karşı cinsle alakalı bir şey de değil. Romantizm özdür, şekil değil. Romantizm tutkudur; romantizm sevdiğin şey için mücadele etmektir. Hayatı hissedebildiğin kadar yoğun hissetmektir. Radikalizmdir romantizm.”
* * *
Ben Ermenistan’dayken Ani’nin Rusya’da yaşayan babasının da evlilik kararımızdan haberdar olduğunu öğrendim. Bir itirazı olmamıştı. Böylesi bir gelişmeyi bekliyordu. Annesine sevincimi ifade etmekle birlikte, söylemeden de edemedim:
"Aslına bakarsanız ben evliliğe inanan biri değilim. Normal şartlar altında sevdiğim kişi ile evlenmeyi gerekli görmem. Ama Ani ile ilişkimin çok özel olduğunun farkındayım. Önümüzde politik, sosyolojik, hukuki bir sürü zorluğun olduğunu ve ilişkimizin hedef alındığını biliyoruz. Bu noktada evlilik benim için ilişkimin etrafına kale duvarları çekmektir. Onu dış etkenlerden korumanın en etkili yoludur."

Ben böyle söylediğimde gülümsedi ve sessiz kaldı. Ertesi günü hep birlikte akrabalar ile tanışmaya gittik. Sıcak bir karşılama, geleneksel Ermeni yemekleri ve ev yapımı votka ile hoş sohbet geçen güzel bir buluşma oldu.
* * *
Ani benim arkadaşlarımla tanıştığı gibi, ben de onun arkadaşlarının bir kısmı ile tanıştım. Nikolay Ani’nin sınıf arkadaşlarından biriydi. Bilişim üzerine Fransa’da, Kanada’da ve Almanya’da eğitim almıştı. “Milli” ve “tarihi” tartışmalara hiç girmeden, teknolojinin geleceği üzerine uzun uzun sohbet edebildik. Birkaç gün sonra Ani’ye bir mesaj atıp bize 11 Şubat’ta Mariott otelde yapılacak bir etkinliği haber verdi: “IBM Watson Günü Yerevan”
Bu benim için oldukça heyecan verici bir haber oldu çünkü IBM Watson hakkında oldukça meraklıydım. Çalışma prensibine ve geliştirilme sürecine dair uzun uzun belgeseller seyretmiştim. Tam da ben Yerevan’dayken böyle bir toplantı olacaksa, kaçıramazdım. Ani ile etkinlik için biletlerimizi alıp günü geldiğinde toplantı salonunun güzel bir köşesinde yerimizi aldık.
Seminer sürerken yanımda oturmakta olan adamın elindeki cep bilgisayarından Türkçe çalıştığını görmek benim için oldukça tuhaftı. Elindeki bilgisayar ona Türkçe cümleler içerisindeki boşlukları doldurması için seçenekler sunuyor; bazen de bir kelime için tanım verip doğru olup olmadığını soruyordu. Kafasını eğip elindeki bilgisayardan birkaç soru çözüyor, ardından da kafasını kaldırıp birkaç saniye etrafı süzüp tekrar kafasını Türkçe eğitimine gömüyordu. Takıldığı bir soruda ona yardımcı oldum. Kafasını çevirip bana baktı. Türkçe olarak, “Güzel programmış.” dedim. Türkçede henüz çok ileride değildi ve Türkçe bir sohbete girmek yerine Ermenice kısa bir sohbet gerçekleştirdik.
Seminer sonunda sunumu gerçekleştiren Armen Pischdotchian soru alabileceğini söyledi. Bir iki kişinin sorularını yanıtladıktan sonra sessizlik oldu.
“Evet daha soru alabilirim.”
Eh, madem fırsat var, bir iki soru da ben sorayım diye düşündüm. Elimi kaldırdım ve mikrofonu alıp ayağa kalktım.
“Merhaba. Adım Armenak Taçyıldız. Size iki sorum olacak. Birincisi, günün birinde ABD seçimlerinde Watson yarışabilir mi? İkincisi ise, tekillik yakın mı?”

Sorduğum birinci sorunun pop bir soru olduğunun farkındaydım ancak, yine de sorunun içeriğinde örtülü bir soru daha olduğuna inanıyordum: ‘yapay zeka bir gün dünyayı yönetebilir mi?’
Pischdotchian’ın cevabı net oldu.
“Hayır, hiç sanmıyorum.”
İkinci sorum ise Ray Kurzweil’in “Tekillik Yakın” adlı kitabına bir gönderme niteliği taşıyordu. Yerevan’a gelmeden önce, tam da layık olduğu şekilde, elektronik kitap okuyucudan okuduğum kitabında, Kurzweil nano-teknoloji, bio-teknoloji, robotik ve bilişim gibi alanlardaki devrim niteliğindeki buluşların ve gelişim trendinin insanlığı nasıl radikal bir şekilde dönüştüreceğini anlatmıştı. Michio Kaku ile birlikte Kurzweil bir süredir düşünsel dünyamın cumhurbaşkanı ile başbakanı gibiydiler.
“Tekillik mi? Hani şu kara deliklerle ilgili olan mı?” dedi Pischdotchian.
“Hayır efendim; teknolojik tekillik.”
“Bilmiyorum.”
“Güçlü bir yapay zekanın ortalama insan zekasını yakaladığı noktayı ve sonrasını ifade eder. Açıkçası bu soru Kurzweil’in ‘Tekillik Yakın’ adlı kitabına bir göndermeydi.”
“Hımm… Tanımıyorum. Tekillik dediğin bu şey benim de konuşmamda belirttiğim Turing testi ile alakalı. Evet bir gün olabilir böyle bir şey.”
* * *
Ermenistan’dayken halletmeyi planladığım bir iş de vatandaşlığımı belgeleyen bir evrak edinmekti. Ani ile birlikte OVIR’e gittik. Kaleme aldığım dilekçede Türkiye vatandaşı olduğum ve Türkiye’ye Ermenistan vatandaşlığı edindiğimi bildirmek üzere, ilgili vatandaşlığı ne zaman kazandığıma dair bir belgenin tarafıma verilmesini istediğim yazıyordu. Dilekçeyi götürüp ilgili memura verdiğimizde, cevap için bir hafta sonra gelmemizi istedi. Bir hafta sonra gittiğimizde ise Ermenistan Cumhuriyeti Emniyet ve Pasaport ve Vizeler Dairesi Başkan Yardımcısı Albay’ın imzası ile Ermenistan Başkanı tarafından hangi tarihte ve hangi kararname ile vatandaşlığa kabul edildiğimi gösteren bir belge tarafıma verildi.
Dönüş yolunda taksi içindeyken sık sık elimdeki kağıda bakıyordum. Ara sıra da bu belgeyi Türkiye’de ilgili kuruma verdiğimde beni neyin bekleyebileceği geliyordu aklıma. Her ne olursa olsun, sonuçlarını peşinen kabullenmiştim.
* * *
13 Şubat sabahı Yerevan’ın Malatia-Sebastia ilçesinden bindiğim otobüs ile dönüşe geçtim. Ardahan’ın Çıldır kapısından ülkeye giriş yaptığımızda, kapıda iki saat bekletildik ve üzerine otobüs ve eşyalarımız özel bir şekilde arandı. Neyse ki otobüs de biz de temiz çıktık ve geçişimize izin verildi.
[13:12] BABA & OĞUL (2)

16 Şubat 2016 – Babamla Bostancı’da buluşup sahilde bir yürüyüş yaptıktan sonra bir birahaneye girdik. Biralarımızı beklerken oturduğumuz masanın hemen çarprazında bir masada oturan üç kişinin hal ve hareketleri dikkatimi çekti. Bir tanesi oldukça bağırarak konuşuyordu ve yüksek sesle gülüyordu. Bir diğeri ayağını yere, ellerini sandalye kolluklarına vuruyordu. Çevresindeki insanları hiç umursamıyorlardı. Üçüncü kişide bir olumsuzluk görmedim.
Gelen biramdan yudum alıp babamı dinlerken, sık sık dikkatim yan masanın hareketlerine ve ani seslerine kayıyordu. Sonunda konsantrasyonumu iyice kaybettim ve kaşlarımı çatarak yan masadakilere gözlerimi dikip kilitlendim. Bir tanesi dönüp “Ne bakıyorsun!” dese infilak etmeyi bekleyen bomba gibiydim. Babam dikkatini kendisine çekmeye çalıştı ama pek işe yaramadı. Hesabı istedi ve “Bitir biranı, kalkıyoruz!” dedi. Kalan birayı kafaya diktim ve dışarı çıktık.
“Ben de senin yaşlarındayken mekan dağıtmıştım, ama sana bakıyorum da, sen beni geçmişsin.”
“Bu bir şey değil. Kontrolümü kaybettiğimde asıl o zaman fena.”
“O halde sana kolay gelsin. Ama bil ki seninle bir yere gitmekten çekiniyorum artık.”
[13:13] SAVAŞÇI GEN

26 Aralık 2015 tarihinde Family Tree DNA şirketinin bana özel sayfasında dolaşırken dikkatimi bir test çekmişti: Savaşçı Gen (MAOA) Testi. Tanıtım sayfasında şöyle diyordu:
“Savaşçı mısınız? Sporda ya da iş hayatında strese nasıl karşılık veriyorsunuz? Belki de cevabı genlerinizdedir. … X kromozomunda bulunan MAOA geni davranışlarımızı belirlemede rol oynayan birçok genden biridir. ‘Savaşçı gen’ varyantı MAOA geninin fonksiyonunu düşürür. Çalışmalar ‘savaşçı gen’i yüksek risk alma ve misillemede bulunma davranışlarıyla ilişkilendirmiştir. ‘Savaşçı gen’e sahip erkekler illaki daha saldırgan olmak zorunda değildir, ancak algılanan bir çatışma durumunda saldırgan bir şekilde karşılık vermeleri daha olasıdır.”
Testin siparişini verirken konuyla ilgili araştırma yapmaya başladım. Bu genin ilk ne zaman tespit edildiği, ne kadar yaygın olduğu, neden yalnız erkeklerde işlevsel olduğu ve bu gene sahip erkeklerin birbirleriyle benzer yönlerine dair şeyleri anlatan belgeseller izledim.
Acaba bu gen bende var mıydı? Olsa, sanki hayatımda birbirinden farklı birçok şey ortak bir zemin bulacakmış gibi geliyordu. Babamın beni bürosundan uzaklaştırmadan önce, “Herhalde senin içine şeytan girmiş!” dediğini hatırlıyordum. Belki içimdeki “şeytan” savaşçı gendi? Belki bende savaşçı genin bulunması, hedefi değişen ama yapısı değişmeyen radikalizme olan eğilimimi açıklayabilirdi.
25 Şubat 2016 tarihinde test sonucu açıklandı. Savaşçı gene sahiptim. Öğrendiğimde gecenin geç bir saattiydi ve sabaha kadar uyuyamadım. Bir an önce sabah olmasını istiyordum. Babama telefon açmalı ve “içimdeki şeytan”ı yakaladığımı ona söylemeliydim.
Yedi yaşından beri günlük tutuyordum. İlk günlüğümü bulup sayfalarını çevirmeye başladım.
“… kekler vermiş Berk beslenme dersinde bunları yesin demiş. Ben de yemeyimi bitirdim. sonra tenefise çıktım. iki kişiyle kavga ettim iki side çok güklüydü ama onların ikisinide yendim. Sonra teneffüs bitti. sonra derse başladım. on dakka sonra tenefüse çıktım. O tenefüstede arkadaşlarımla karşılaştım. ama arkadaşlarımla kavga ettim. Arkadaşımın adı Sonattı onun biyerini kanattım oda ağladı öbrsu ile kava ettim oda ağladı. tam susunca zilçaldı bizde içeriye kirdik. ders çalıştım dersimi bitirir bitirmez zil çaldı.”

Sabah babamı arayıp öğrendiklerimi heyecanlı bir şekilde ona anlattım. Öğrendiğime göre bu gene sahip erkeklerin beyin kimyasalları normal erkeklerde olduğundan farklı yoğunluktaydı. Dahası bazı beyin bölgelerinin de hacimleri normal erkeklerden bariz şekilde farklılaşmıştı.
“Görünen köy kılavuz istemez.” dedi babam söylediklerimi dinledikten sonra. “İnsanın kendisini tanıması da önemlidir.” diyerek devam etti. Halam öğrendiğinde ise, “Ne provokasyonu! Senin çocukken hiçbir şey yapmayan çocuklara bile durduk yere saldırdığını biliyorum.” dedi. Durum fenaydı. Hafiften kendimden tırsmaya başlamıştım.
* * *
Çocukken birkaç yaralama eylemim olmuştu.
Annemin sosyalleşmem için beni anaokuluna yazdırdığının ilk günüydü. Sınıftan içeri girdiğimde bir labutu kollarının arasına almış yerde yuvarlanan bir çocuk, beni görünce ayağa kalkmış ve medeni bir şekilde, “Benim adım Onur. Senin adın ne?” diye sormuştu. Karşılığım elinden aldığım labutu kafasına geçirmek oldu ve daha ilk günden velim anaokuluna çağrıldı.
Yine ufak bir çocukken, arkadaşım Müge’nin evine doğum günü nedeniyle gittiğimde, bahçede oynamıştık. Tanımadığım bir çocuğun yerden kum alıp (neden bilmiyorum) Müge’nin suratına attığını ve Müge’nin ağlamaya başladığını hatırlıyorum. Koşup bir kenara bırakılmış gazoz şişelerinden birini almış ve dönüp o çocuğun kafasında kırmıştım. Müge’nin babası başından kanlar akan baygın çocuğu kucaklayıp Acil’e götürmüştü.
Kavgalarımın sayısını bilmiyordum. Öyle ki mahallede ya da sınıfta gözüme kestirdiğim birinin yanına gidip, “Kavga edelim mi?” diye sorduğum oluyordu. Her seferinde döven ben de olmuyordum hani!

Mahallede esnaf “sarı şeytan” diye ad takmıştı. O zamanlar saçlarım açık kumraldı. Plastik borulardan milletin ensesine top haline getirilmiş kağıt fırlatmak, yukarıdan su dökmek, zile basıp kaçmak, ateşle fazla oynama, bakkallardan ciklet-şeker araklama, ufak patlayıcılar ve her türlü eşek şakası malzemesine ciddi paralar harcamak gibi eğlencelerim vardı. Sanırım bu nedenledir ki, annem uzun yıllar çok kızdığında “Allah da sana senin gibi bir çocuk versin inşallah!” diye beddua etti.
* * *
İngilizce araştırmalar bittikten sonra bir merakla Türk medyasında savaşçı gen hakkında yazılıp çizilenleri araştırmaya başladım. Hiç de testi yapan FTDNA şirketi gibi nazik değillerdi.
“Suçlu psikopat gen – Yüzlerce seri katilin beyin röntgenlerini inceleyen ünlü nörolog James Fallon ‘psikopat geni’ keşfetti. MAOA adı verilen genin, protein üretimini kontrol altına alarak davranışlara yön verdiği belirlendi.” diyordu Star haber.
NTV ise aynı gen için farklı bir sunumla çıkagelmişti: “Mafya geni bulundu – Yeni bulunan mafya genine sahip olanlar çetelere katılmaya, silah kullanmaya ve şiddete daha eğilimli oluyor.”
Anarko-kapitalizmi savunduğum yıllarda mafyayı teorik olarak özel bir yere koymuştum. Devletin ortadan kalkarak, devletin şiddet tekelinden kurtulunduğu bir “özgürlük” ortamında, şiddetin bireysel düzeye ineceğini ve bu “güvensizlik” ortamından ancak zayıfların ürkeceğini düşünüyordum. Oysa bu özgürlüğün tadına varacak kadar güçlü insanlar çıkabilirdi. Otantik bir mafya üyesinin tam da aklımdaki anarko-kapitalist algılayışta eşsiz bir yeri vardı. Pino Arlacchi’nin “Mafya Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” adlı kitabını duyduğumda, “Aha! İşte aradığım kitap bu olmalı.” demiş ve hemen edinmiştim. NTV’nin “Mafya geni” söylemi aklıma kitapta bir cümleyi anımsattı. Kitaplığımdan çekip sayfalarını çevirmeye başladım. Hatırladığım kısım altı çizili bir şekilde duruyordu.
“Mafioso bir haydut ya da bir eşkıya değildir. (…) mafioso yalnızca tahrike gelemeyen yürekli bir adamdır.”

Ani de dahil kimse böyle bir test sipariş ettiğimi bilmiyordu. O da diğer insanlar gibi sonucu öğrendiğim gecenin sabahında duymuştu. Ben anlattım, o dinledi. Haklı olarak ürkmüştü.
“Bana bir şey yapmazsın değil mi?”
“Seni seviyorum. Sana zarar verirsem, seni kaybedeceğimi biliyorum. Böyle bir şey istediğim en son şey olur.”
“Ben de seni seviyorum. Her ne olursan ol, seni sevmekten vazgeçebileceğimi sanmıyorum.”
Benzer bir sohbet daha önce olası MİT ajanlığım üzerine de yaşanmıştı. “MİT ajanı bile olsan seni sevmekten vazgeçemem.” demişti bir keresinde ve devam etmişti; “Ajanların duyguları yok mudur? Ajanlar sevemez mi? Sevilmeyi hak edemez mi? Bana sevginin gerçekliği lazım. Onu da sende görüyorum.”
[13:14] KÜRESEL ASİMİLASYON

Olcay ile 12 Mart tarihinde, Yerevan’dan sonra ilk kez İstanbul’da buluştuk. Yıllar önce devrimci faaliyet yürütmeye gittiğim Ümraniye’nin (nam-ı diğer) 1 Mayıs mahallesinde, bir diğer Dersimli ortak arkadaşımız İdris ile reelde tanışma imkanımız oldu.
Gelirken yanında “Dersimce” üzerine yazıp bastırdığı kitabı getirmişti İdris. Rakı sofrasını kurup sohbete başladık. Dersim’e dair her şey ile tutkulu bir ilişki içindeydi. Dersimce, Dersimlilerin genetiği, Dersim tarihi, Dersimli kimliği, Dersim politiği…
“Herkes anadiline sahip çıkmalı.” dedi İdris.
“Ben bu fikre katılmıyorum.” dedim.
“Neden?”
“Bence herkes İngilizce konuşsa daha iyi olur.”
“Nasıl yani?! Dersimce ölsün mü?”
“Yaşayacak da ne olacak? Kimin işine yarıyor?”
Bu fikrin İdris’e çok ters geldiğinin farkındaydım. Milliyetçilik dilde başlıyordu. Anlatımlarından çıkardığım kadarıyla, Dersimceye sahip çıkmak, aynı zamanda Türk milliyetçiliğine karşı da bir direnişti. O asimilasyona direniyordu ve bu onun için oldukça anlamlıydı. Oysa ben “küresel bir asimilasyon”dan yana olduğumu anlattım ona. İngilizce hariç bütün dilleri ölüme terk etmeliydi. Dünyada entegrasyon sadece ekonomik ve siyasi olamazdı. Kültürel bir birleşme de gerekiyordu ve bunun yolu çok-kültürcülük değil, kültürel hegemonyaydı.
Olcay da genç yaşta Avrupa’ya gitmiş ve Avusturya’da işini kurmuş bir Dersimli olarak kendi düşüncelerini açtı:
“Dersimin dağları ağaçları çok güzel diyorlar. Avusturya’da da var dağlar ağaçlar. Armenak doğru söylüyor. Dersimce öğrensek konuşsak ne olacak? ‘Dersimce ölsün mü?’ Ölürse ölsün! Ölmesin diye uğraşacağız da nereye kadar?”
Olcay ile İdris kendi aralarında tartışmaya başladılar. İlgiyle onları izledim. Sonunda İdris, Olcay ile paylaştığımız fikre razı olmuş göründü. Ancak bir şartla!
“Türkler de Türkçeden vazgeçeceklerse olur.”
[13:15] YÜKSEK ONUR ÖĞRENCİSİ

Birinci dönem (1. ve 2. sınıftan) fark dersleri de alarak, sorumlu olduğum dokuz dersin ortalamasını 3,77/4 (yüzlük not sisteminde 94,25) getirmiştim. 21 Mart günü bağlı bulunduğum AÖF Yalova Bürosu’ndan arandım. Öğrendiğime göre Yalova’da Açıköğretim, İktisat ve İşletme Fakültelerine kayıtlı toplam 5681 öğrenci vardı ve ben de “Başarı Belgesi” almaya hak kazanan 215 öğrenciden biriydim. Belgemi almak üzere 24 Mart günü Yalova Üniversitesi’nin konferans salonunda bulunmam istendi. Bir gün sonra ise aynı büronun müdürü Halide Hanım tarafından arandım. Törende bir teşekkür konuşması yapmak için seçildiğimi söyledi. Biraz bocaladım.
“Ben yapmasam olmaz mı?”
“Ne olacak? İçinden geçenleri kısaca ifade edeceğin basit bir teşekkür konuşması yapacaksın sadece.”
“Peki, madem öyle. Tamam.”
“Harika. O zaman biraz erken gelmeye bak.”
Telefonu kapattıktan bir süre sonra babamı aradım ve teşekkür konuşması yapmak üzere seçildiğimi söyledim. İlk tepkisi “Eyvah!” demek oldu.
Beklenen gün gelip çattığında Kapadokya MYO’daki münazaralarımda giymeye alıştığım pantolonumu, gömleğimi ve siyah süveterimi zorlanarak giydim. Artık eski kilomda değildim.
O gün Yalova Üniversitesi Anadolu Üniversitesi’nin Açık Öğretim Fakültesi yönetici ve akademisyenlerine ev sahipliği yapıyordu. Salon benim gibi belgesini alması için çağırılmış öğrenciler ile doluydu. AÖF Yalova Bürosu Müdürü Halide Hanım ve AÖF Dekanı Prof. Dr. Yücel Güney’in konuşmalarından sonra sıra teşekkür konuşması yapması üzere seçilmiş iki öğrenciye geldi. İlki bendim ve sahneye davet edildim.
“Merhaba.
Öncelikle bana konuşma imkanı verdiği için Anadolu Üniversitesi yetkililerine teşekkür ediyorum.
Bir uluslararası ilişkiler öğrencisi olarak, bugün burada oluşumuzun ne anlama geldiğini, biraz farklı bir algı düzeyinden değerlendirmek istiyorum.

Bireyler gibi, toplumların ve devletlerin de sınav zamanları olur. İçinden geçtiğimiz bu dönem, yalnız öğrenci olarak değil, toplum ve devlet olarak da sınava tabi tutulduğumuz bir dönem. Birkaç günde bir asker, polis ve sivillerin hayatını yitirdiğini, patlayan bombaların ve yıkılan evlerin haberlerini alıyoruz. Toplum olarak karamsarlığa itilmeye çalışılıyoruz.
Peki teröre verilecek doğru cevap ne olmalı?
Doğru cevap iyimser olmaktır. Yılgınlığa düşmemek, pes etmemek, mücadeleye devam etmektir. Bu ülkede yalnız kötü şeyler olmuyor. Bu ülkede güzel insanlar, güzel şeyler de yapıyor.
Açık öğretim, belki hayatta yüzümüze kapanan pek çok kapıdan sonra, açık bulduğumuz bir kapı. İçinden geçmişiz hepimiz ve hayatla olan savaşımızı veriyoruz. Bazen hayat da ne yazık ki terör gibi acımasız. Ama hepimiz birbirimize destek olarak, bu zor sınavları verebiliriz. Bireyler olarak halka, halk olarak devlete, ve devlet olarak bireye umut verdiğimizde, başaracağız. Onur belgelerinin en yükseğine hak kazanacağız o zaman. Çünkü pes etmemek onurlu bir davranıştır.
Teşekkür ederim.”
Konuşmamı bitirip alkışlar arasında yerime geçtim. Başarı Belgeleri dağıtılırken ayaküstü AÖF Dekanı Yücel Bey ile sohbet etme imkanım da oldu. Bir gün sonra AÖF Bürosu’ndan tekrar arandım. Halide Hanım akademisyenlerin konuşmamdan çok etkilenmiş olduklarını ve Açıköğretim E-Bülten’inde yazı yazmamı istediklerini aktardı. Kabul etmemin uygun olduğu bir teklif değildi ve nazikçe geri çevirdim.
Konuşma metnim kelimesi kelimesine aklımdaydı ve babama telefonda aynı konuşmayı yaptığımda çok duygulandığını söyledi. Halam ise “Seni alnından öpüyorum.” diyerek karşılık verdi.
Bu konuşmayı yapana kadar facebook’ta PKK’nın eylemlerine karşı çıktığım, devletin Doğu’da gerçekleştirdiği operasyonları desteklediğim ve ABD’nin PKK’nın uyuşturucu trafiğini ortaya serdiği raporları paylaştığım için bazı Ermeni ve Kürt “arkadaşlarım” benimle ilişkiyi kesmiş, dahası bir tanesi beni “tümüyle TC yanlısı görüşlere sahip” olmakla “suç”lamıştı.
[13:16] “BAYAN LAZIM MI?”

27 Mart 2016 – Ani’yi karşılamak üzere Yenikapı dört yolda bir noktada bekliyordum. Bir gün önce otobüsle Yerevan’dan hareket etmişti. Onu beklerken yanıma bir adam yaklaştı.
“Bayan lazım mı?”
“Yok hayır.”
“Lazımsa yardımcı olabilirim.”
“Eyvallah.”
Bir süre sonra Ani’nin otobüsünü yolun karşısında gördüm. Heyecanla karşıya geçtim ve bayanımı inerken otobüs kapısında yakaladım. Bir iki gün sonra birlikte Muğla’nın yolunu tuttuk. Sonunda annem ile de beklenen tanışma gerçekleşecekti.
[13:17] EVLİLİK HAZIRLIKLARI ve DÖRT GÜN SAVAŞI

İkametim Muğla’da olduğundan, ilgili evrakları Muğla’nın Ula Belediyesi’ne teslim etmemiz gerekiyordu. İstanbul’da bir çeviri bürosundan beklediğimiz evraklar vardı.
Biz kan tahlilleri gibi eksiklerimizi tamamlamaya çalışırken 1 Nisan günü Karabağ’da başlayan çatışma hızla savaşa dönüştü ve (ABD Dışişleri Bakanlığı’nın bildirdiğine göre) dört günde iki taraftan da toplam 350 kişi öldü. Azerbaycan’ın iddiasına göre 2000, Ermenistan’ın iddiasına göre ise 800 hektar büyüklüğünde toprak Azerbaycan kontrolüne geçti. Beşinci gün ise taraflar ateşkes ilan etti.
Çeviri belgeleri İstanbul’dan gelince dosyamız tamamlanmış oldu ve Ula Belediyesi’nden Kadıköy Evlendirme Dairesi’ne verilmek üzere izin belgesi aldık.
[13:18] ÇİFTE VATANDAŞLIK BEYANI

Ermenistan ile Türkiye arasında diplomatik ilişki bulunmadığından, vatandaşlık ile ilgili beyanımı bağlı bulunduğum nüfus müdürlüğüne yapmak durumundaydım. Evlilik işlerimiz için koşuştururken, Ula Nüfus Müdürlüğü’ne de uğradık. Memurlardan birine “Çifte vatandaşlık bildiriminde bulunmaya geldim.” deyince, beni müdür hanımın odasına yönlendirdi. Müdürün odasına girdiğimde masasının üzerinde duran gazete manşeti dikkatimi çekti; Karabağ savaşına dair bir başlık vardı.
“Ne için gelmiştiniz?”
“Çifte vatandaşlık bildirimi.”
“Ama buraya mı gelmeniz gerekiyordu?”
“Evet. Yönetmeliğe göre buraya gelmem gerekiyordu.”
“Hangi ülkeydi?”
“Ermenistan.”
Telefona sarılıp birkaç yere telefon açtı.
“Evet bizim yapmamız gerekiyormuş. Daha önce böyle bir şey yapmamıştım. Biraz bakmam lazım.”
Epey kalın bir kitap çıkarıp masasının üzerine koydu ve karıştırmaya başladı. Vatandaşlıktan çıkma ile ilgili kısımdan sesli olarak bir şeyler okumaya başladı.
“Efendim ben vatandaşlıktan çıkmaya gelmedim buraya. Edindiğim ikinci bir vatandaşlığı bildirmeye geldim. Çifte vatandaşlık ile ilgili kısım olacak.”
“Tamam, burada.”
Yazılanları okudu ve getirdiğim belgeleri incelemeye başladı. İki tane sorun vardı. Birincisi çeviri belgeler yeminli tercüme yaptırılmıştı.
“Bunlar noter onaylı tercüme olsun.”
İkinci problem de nüfus cüzdanımda babamın iki adı varken, çeviri belgesinde (orijinalde doğru yazdığı halde) tek bir ismine yer verilmişti.
“Çeviriyi de düzelt gel.”
Ani’nin uçağı ise birkaç gün içinde kalkacaktı ve onunla İstanbul’a dönmek durumundaydım. O gün bildirim işlemini tamamlayamadan döndüm; ancak devam etmek için ne gerektiğini öğrenmiştim.
[13:19] NORAYR ABİ

Ani’yi Yerevan’a uğurlamanın akabinde Kadıköy Evlendirme Dairesi’nden 22 Haziran’a gün aldım. Böylece sıra kilise nikahı için ayarlamalara geldi. Bir gınkahayr’a ihtiyacım vardı. Vaftiz zamanında olduğu gibi gınkahayr bulmak için zorlanmayacağımı biliyordum. Acaba tanıdıklarım arasında kimler gınkahayr’ım olmak isterdi? Daha önemlisi, ben kimin benim gınkahayr’ım olmasını isterdim?
Aklıma Norayr Kocabıyıkyan geldi. Diğer arkadaşlarıma göre oldukça yeni tanıştığım biriydi. PKK’nın eylemlerini açıktan eleştirirken bana destek çıkan bir o olmuştu. “Dört gün savaşı” sırasında Karabağ’ı Avrupa veya Amerika’dan klavye başında kurtarmaya çalışan ve dahası hızını alamayıp tankları Bakü’ye kadar yürüten Ermenilere frene basmalarını söyleyen de yine oydu. Bu tavırları nedeniyle milliyetçiler tarafından az da hırpalanmıyordu.
3 Mayıs günü Şişli’de çalıştığı yere gittim. Norayr abinin işi Ermeni cemaatine özel düğün, vaftiz ve cenaze organizatörlüğüydü. Sohbet etmeye başladık. Bana uzun yıllar Yunan gemilerinde gemicilik yaptığını, dünyayı gezdiğini ve sonunda yine çocukluğunun geçtiği İstanbul’a döndüğünü anlattı.
Konu karşılıklı kişisel hikayelerden dönüp dolaştı siyasete vardı. Sözünü esirgeyen bir insan değildi. Anlatım tarzından, yüz ifadesi ve bakışlarından sanki her an parlayabilirmiş gibi hissediliyordu. Türk milliyetçilerini sert bir şekilde eleştiren Türklere çok rastlamıştım da, ilk defa bir Ermeni'yi Ermeni milliyetçilerini hararetle eleştirirken izliyordum.
“Soykırımla ilgili olarak Türkiye zaten tazminat ödedi.” dedi. Şaşırdım.
“Nasıl yani?”
“Evet. Türkiye ABD’li Ermenilerin mağduriyetini gidermek üzere vakti zamanında ABD ile yapılan anlaşma uyarınca 900 bin dolar tazminat ödedi. Daha da ödeyecekti de, ABD dağıtacak kimse kalmadığını söyleyerek ödemeyi durdurdu.”
“Enteresanmış.”
“Evet. Bir de öyle bir anlatıyorlar ki, sanki sadece Türkler suçlu. Hayır. Biz de sütten çıkma ak kaşık değildik. Bir de şu tarih komisyonu kurma meselesi var. Ben anlamıyorum; Ermenistan neden uluslararası bir tarih komisyonu kurulması önerisinden uzak duruyor?”
“Peki ya Karabağ meselesi?”
“Bizimkiler kendilerini dev aynasında görüyor. Olmayan güçleriyle kışkırtıcılık yapıyor.”
“Ermenistan’ın ya da Karabağ’ın amigolardan fazlasına ihtiyacı var.”
“O kontrolünde tuttukları reyonlardan çıkmaları lazım. Başka yolu yok.”
Tarih, politika, ekonomi gibi pek çok konuda daldan dala atlayıp saatlerce sohbet ettikten sonra, sonunda asıl meselemiz olan düğün işine gelebildik. Düğünün bir kültürel şölen havasında geçmesini istediğim için ayinin kalabalık bir din görevlisi ekibi tarafından yürütülmesini ve hazır bulunacak beş kişilik koronun da müzikal dokuyu güçlendirmesini istiyordum. Beni böylesi bir şatafata gerek olmadığı konusunda ikna etti.
[13:20] BAŞARISIZ ÖĞRENCİ

Mayıs ayında Muğla’ya hem evlilik ile ilgili eksik bir işi, hem de çifte vatandaşlık bildirimini tamamlamak için gittim. Nüfus Müdürlüğü’ndeki müdür evrakları inceledi ve sonrasında bana doldurmam için bir form uzattı. Form İçişleri Bakanlığı’na gönderilecekti.
Muğla’da bulunduğum bir gün Kapadokya MYO’dan bölüm başkanım aradı. Bölümden bir öğretmenimin bana ulaşmaya çalıştığını ve telefonumu istediğini söyledi. Hayvancılık dersi öğretmenimiz Kenan Bey çok iyi bir öğretmendi. Derste sorduğumuz her soruyu en ince ayrıntısına kadar cevaplayabiliyordu. Mesleki tecrübesi de bilgi birikimi gibi muazzamdı. Teorik derslerle yetinmeyip sınıfça bizi bir kesimhaneye, bir mandıraya ve bir tavukçuluk işletmesine götürmüştü.
“Belki de bir iş teklifinde bulunacak.” diye düşündüm.
“Ya da belki bir firmaya beni tavsiye etmiştir.”
Telefonda konuşmaya başladık.
“Ee ne yapıyorsun Berk? Anlat bakalım.”
“Açık öğretimden uluslararası ilişkiler okuyorum. Üçüncü sınıftayım. Bir yandan da bir kitap yazıyorum.”
“Çalışmıyor musun?”
“Hayır, bir işim yok.”
“Hay Allah, ben de bu zamana kadar çiftliğini kurmuşsundur ya da önemli bir pozisyona gelmişsindir diye düşünmüştüm. Senden yana beklentilerimiz oldukça yüksekti.”
O an anladım. Öğretmenim bana iş teklif etmeyecekti. Daha ziyade, yıllar sonra parlak bir öğrencisinden bir başarı hikayesi duymak ve emeklerinin boşa gitmediğini öğrenmek istemişti. Ona bunu sağlayamamıştım. Sesimin tonu düştü.
“Elimden geldiğince uğraşıyorum.”
“Peki. Sana kolaylıklar dilerim.”
“Teşekkürler hocam. Size de iyi günler.”
[13:21] "KIZ ALMAYA" GİDİYORUM

6 Haziran 2016 – Yerevan’a uçuş yaptım. Bir haftadan kısa sürecek bu ziyaretim sonucunda, Ani’yi alıp götürecek ve “mutlu son”a erişecektim.
Ani ile Soykırım Anıtı’na giderken tanışmıştım. Telefon numarasını istediğim yer “sonsuzluk ateşi”nin hemen yanıydı. 8 Haziran’da yine o ateşin karşısında duruyorduk. El eleydik ve ateşe bakıyorduk. Arkadaşımız Sergey birkaç resmimizi çekti. Facebook’ta “Hatırlıyoruz!” başlığıyla açtığım albümün üzerine İngilizce olarak, “Suçlu bir kişi, bir grup insan ya da bir millet değil. Suçlu, bir ideoloji. Ona ‘milliyetçilik’ deniyor.” yazılıydı.
Ani’nin o zamana kadar tanışmamış olduğum akrabalarıyla tanıştım. Tanışmış olduğum akrabalarıyla yine güzel sofraların etrafına oturduk. Komşular, arkadaşlar ziyaret edip evlilik hediyeleri sundular; güzel dileklerini sıraladılar. Çocuk yapmak için fazla beklemememiz konusunda tavsiyede bulunanlar da oldu.
[13:22] NİKAH HAZIRLIKLARI

13 Haziran 2016 – Atatürk Havalimanı’nda indiğimizde nikahımıza fazla zaman kalmamıştı. Hızla hazırlıklara başladık. Gelinlik beğenmek bunlardan biriydi. Annem bu hazırlıklar esnasında Ani’nin yanında olmak için bizimle aynı zamanda İstanbul’a gelmişti. Benim de görüşümü almak için yanlarında bulunmamı istediler. Söğütlüçeşme’de bir aşağı bir yukarı gidip geldik. Bir gelinlikçide Ani ile çalışan arasında ilginç bir diyalog yaşandı.
“Nerelisiniz?”
“Ermenistan.”
“Ama Türk'sünüz değil mi?”
“Ermeni'yim.”
“Ama Türk asıllı Ermeni'siniz.”
“Hayır, Ermeni asıllıyım.”
“Hiç anlaşılmıyor.”
Teyzem dağıtılması için “nikah şekeri” yerine, bir sepet oya ve örmeler ile nar motifi hazırlamıştı. Kenarlarına isim ve tarih kağıtları ekleme işi ile uğraştık. Bu arada hem anne hem de baba tarafımdan bütün uzak akrabalarım Hristiyan olup adımı Armenak olarak değiştirdiğim konusunda bilgilendirildi. Bu nikah dairesinde (ya da kiliseye davet edildiklerinde) şok yaşamamaları için gerekli bir önlemdi. Damatlık, ayakkabılar, kuaför, fotoğraf video ayarlamaları da bir şekilde tamamlandı. Sıra Ani’nin Rusya’dan babasını, Ermenistan’dan ise annesini karşılamaya geldi. Nikahtan bir gün önce Atatürk Havalimanı’nda olacaklardı.
Ani’nin de anne babası benimkiler gibi ayrıydı. Kızlarının evliliği için daha önce hiç bulunmadıkları bir ülkede, üstelik Türkiye’de bir araya geliyorlardı. Yıllar önce Karabağ savaşı sırasında, iki “Karabağ Özgürlük Hareketi” aktivisti olarak tanışmışlardı. Savaşa halkın aktif desteğini sağlamak için gezmişler, konuşmalar yapmışlar ve cepheye gönderilmek üzere yardım toplamışlardı. Vatan ve millet için yürüttükleri bu mücadele, onları birbirine yakınlaştırmıştı.
Müstakbel kayınpederimi havalimanında karşıladıktan sonra ilk sohbetlerimizden birinde, “Anlamakta zorlanıyorum. Ermenistan’da sevecek bula bula benim kızımı mı buldun? Ya da benim kızım Ermenistan’da sevecek başka birini bulamadı mı?” dedi. Onun için kolay olmadığını biliyordum.
Beraberinde bir sürü Ermeni konyağı getirmişti. İlk fırsatta açtı ve kadehleri doldurup havaya kaldırarak evliliğimiz ve gelecek güzel günlerimiz için bir konuşma yaptı. Biz de kadehlerimizi kaldırdık ve konuşma bitince kafaya diktik. Kadıköy’de ufak bir akşam gezisi ile günü kapattık. Artık sıra o büyük heyecanla beklenen güne gelmişti.
[13:23] RESMİ NİKAH

Nikah şahitlerimizden biri, bizim buluşmamızı mümkün kılan Olcay’dı. Ermeni kültüründe gençlerin arabulucusu olarak “Surp Sarkis” anılır. Bizim ilişkimizin Sarkis’i ise fitne fesat işlerine meraklı olduğundan, arabulucumuz Olcay’a “Surp Olcay” adını verdik. Bizim mutlu günümüzde rol almak için Avusturya’dan kalkıp geldi.
Bir diğer nikah şahidimiz ise kuzenim Mehmet oldu. Çocukluğumuz birlikte oynayarak ve dövüşerek geçmişti. İkimiz de tek çocuktuk ve ayrı evlerde uyuyan kardeşler misaliydik. Büyüdüğümüzde oyuncak kavgası yerine, dış politikada Atlantik – Avrasya ekseni tartışmaları yapar olduk. Evde piyanosu başında yine Bach çaldığı bir gün, “Biliyor musun Hristiyan olmamda bence rolün var.” dediğimde şaşırdı.
“Nasıl yani?”
“Çocukluğumdan beri Batı müziğine beni öylesine alıştırdın ki, bir kilise müziği duyduğumda kendimi evimde hissediyorum.”
22 Haziran 2016 günü, akrabalarım Kadıköy Evlendirme Dairesi salonunda yerlerini almaya başlamıştı. Facebook “arkadaşım” Andre bir süredir İstanbul’daydı ve Ani’nin anne ve babasına çevirmenlik yapmak için yardıma Avrupa yakasından geldi.
Sonunda babam Ani’yi saçları yapılı olarak arabasıyla getirdi. Birlikte bekleme odasına geçtik. Ben her eylem öncesindeki gibi hafif bir heyecan içindeyken, o keyifli ve neşeliydi. Gelin ve damat olarak salona davet edildiğimizde ise heyecanlanma sırası artık ondaydı; “Kalbim uçuyor.” diyordu.
Nikah masasında oturduğumuz yerden davetlilere el sallıyor, baş selamı veriyordum. Halam ağlamaklı olmuştu. Bir ara babam ile aynı yüksek denizcilik okulundan mezun “Erol amcam”ı gördüm. Babamın en yakın dostlarından biriydi ve onu görmeyeli yıllar olmuştu. Daha iki yaşındayken, kızıyla lunaparkta çekilmiş resimlerim vardı. Onu orada elinde telefonuyla çekim yapar görünce asker selamı verdim. Bu çocukluğumdan gelme bir alışkanlıktı.
Nikah memuru hanım eline mikrofonu alıp nikah törenini başlattı. Gelin, damat ve şahitler olarak herkes kendini tanıttı.
“Kadıköy Belediyesi Evlendirme Memurluğu’muza evlenmek istediğinizi beyan ettiniz. Beyanlarınıza göre evlenmenize engel bir durumunuzun olmadığı anlaşıldı. Bu isteğinizi bir kez de şahitlerin ve davetlilerin huzurunda tekrarlamanızı rica ediyorum. Siz Sayın Ani Sarukhanyan. Hiç kimsenin baskısı ve etkisi altında kalmadan, kendi isteğinizle Armenak Taçyıldız beyefendi ile evlenmeyi kabul ediyor musunuz?”
Ani bana dönüp “Hayır mı desem?” dedi ve güldü. Neyse ki “Evet” dedi ve sıra bana geldi. Ya da öyle sandık. Nikah memuru tekrar eline mikrofonu alıp, “Siz Sayın Ani Sarukhanyan. Hiç kimsenin baskısı ve etkisi altında kalmadan…” deyince, müdahale ettim.
“İsimleri karıştırdınız. Kendisiyle evlenmiyor. Benle evleniyor.”
“Gelin hanım bir daha tekrar eder. Yapacak bir şey yok.”
Salonda gülüşmeler…
“Siz Sayın Armenak Taçyıldız. Hiç kimsenin baskısı ve etkisi altında kalmadan, kendi isteğinizle Ani Sarukhanyan hanımefendi ile evlenmeyi kabul ediyor musunuz?”
“Evet.”
“Sayın şahitlerimiz. Çiftimizin evlenme isteğini duydunuz. Şahitlik ediyor musunuz?”
“Evet.”
“Evet.”
“Hayırlı ve uğurlu olsun.”

Alkışlar… Ardından imza defteri geldi ve poz vermeyi de ihmal etmeyerek imzaladık. Nikah memuru mikrofonu tekrar eline aldı.
“Bu törenle aile birliğiniz kurulmuş oldu. Bu arada gelin hanım, ayağına basmak istiyorsanız buyrun.”
Ermenistan’daki nikahlarda ayağa basma adeti yok. Ancak izlediği Türk dizileri sayesinde, gelin hanım bu duruma hiç yabancı değil. Başlıyor basmak için ayağımı aramaya. “Aile içi şiddete karşıyız biz.” diyerek ayağımı çekiyorum, salondakiler gülüyor.
“Bu törenle aile birliğiniz kurulmuş oldu. Bu birliğinizin iyi günde olduğu gibi, zor ve sıkıntılı günlerinizde de sevgi, saygı ve hoşgörü ile sürdürmenizi diliyorum. Türk Medeni Kanunu’muzun ilgili maddeleri gereği Kadıköy Belediye Başkanımız adına sizi karı koca ilan ediyorum. Bir ömür boyu mutluluklar diliyorum.”
“Uluslararası Aile Cüzdanı”mızı da aldıktan sonra, grup grup resimler çekildik, tebrikleri kabul ettik. Konuklar dağılırken de elimden geldiğince ilgilenmeye çalıştım.
Andre’ye teşekkür edip uğurlamak üzere metrobüse yakın olan çıkışa doğru ona eşlik ederken, içeride Erol amcaya verdiğim asker selamına dikkat çekti ve bunun “derin devlet” olduğuma bir işaret olduğunu söyledi! Şaşırdım. Sanırım bir ipucu bulmak için “yardıma” gelmişti ve bulduğu da buydu. İki gün sonra ise “hiç olmazsa aklından geçeni pek saklayan biri olmamak”la övünecekti.
[13:24] BEYAZ TÜRKLER ve KARABAĞLI ERMENİLER

Resmi nikahın gerçekleştiği günün akşamı, aileler ilk kez rahat bir ortamda bir araya gelme imkanı buldu. Hep beraber Moda sahiline doğru yürürken, annem resim bölümünden mezun olduğu, bir zamanların Moda Kız Meslek Lisesi önünde birkaç resim çektirdi.
Ani’nin anne ve babası vatansever, benim anne ve babam Atatürkçüydü. Onların arasında bir köprü kurabilmiştik. O gece türlü türlü kültürel yemekle birlikte rakı kadehleri tokuştu. Kapıları birbirine kapalı iki komşu ülkenin sırtları birbirine dönük iki milletinin çocukları olarak, birbirimizin kalbine sızabilmiştik.
İki taraf da birbiri ile kişisel hikayelerini paylaştı. Gecenin ilerleyen saatlerinde Ermenice ve Türkçe şarkılar söylendi. Uluslararası ilişkilerin en duygusal halini yaşıyorduk.
[13:25] İSTANBUL’U GEZERKEN

23 Haziran 2016 – Resmi nikahın ertesi, Ani’de de bende de bir rahatlama vardı. Kilise gününe çok daha hazırlıklı giriyorduk. Fırsattan istifade, anne ve babasıyla birlikte kısa bir İstanbul gezisine çıktık. Mecidiyeköy üzerinden Taksim, İstiklal caddesinde alışveriş, yeme içme, Yüksek Kaldırım’dan yürüyerek Karaköy ve vapur yolculuğu ile tekrar Kadıköy’e varış...
Artık Ani’nin babasına “papa”, annesine ise “mama” diye sesleniyordum. Kolay olmuyordu ama bir süre sonra alışıyordu insan. Şüphesiz ki bana yıllarca “Berk” diyen arkadaşlarımın “Armenak” demeye alışmasından daha zor bir süreç değildi.
Papam bir ara gülümseyerek, “Türkiye AB’ye girsin. Biz de girelim. Başka ülkeler de girsin. Girmeyen kalmasın. Herkes AB’ye girsin. Zaten o zaman dünya devleti kurulur; biter bu iş.” dedi. Bu söylem bana Hasan Cemal’e bir buçuk yıl öncesinde yazdığım bir cümleyi anımsattı:
“Bir barış projesi olarak AB, global bir projeye dönüşmedikçe, daha geniş ölçekte bölgesel ve siyasal ayrımların öznesi olma konumundan sıyrılamayacak.”
Güldüm. Papam da gülümseyerek devam etti, “Hem o vakit uzaylıları düşman ilan ederiz! Birbirimize karşı değil, uzaylılara karşı birleşir ve mücadele ederiz.”
[13:26] KİLİSE NİKAHI

Sonunda bir hayalim daha gerçek oluyordu. Kadıköy’ün Muvakkıthane caddesi üzerinden Ani’nin gelinliğine basmamaya dikkat ederek, ilgili bakışların arasında vaftiz olduğum kiliseye doğru ilerliyordum. Konukların bir kısmı gelmişti bile. En az yarısı Müslüman olan davetlilerimizin içinde hayatında gezi amaçlı olsa dahi hiç kiliseye adımını atmamış insanlar vardı. Ben de hayatımda ilk defa bir kilise nikahında bulunuyordum; hem de damat olarak!
Norayr abi hem gınkahayrımız, hem de nikah organizatörümüzdü. Kilisenin içi amaca özel olarak süslenmişti. Teyzem resmi nikahta olduğu gibi, davetlilere dağıtmak üzere evinde tasarlayıp ürettiği bir sepet nar süslemesini getirmişti. Kuzenim Mert ise kilisenin farklı köşelerine kamera düzeneklerini kuruyordu. Her şey yolunda görünüyordu ki Norary abi endişeli bir şekilde gelip “Orgçu gelemiyormuş!” dedi. Fazla düşünmeden, “O halde kuzenim çalacak orgu!” dedim. Zira Mehmet’in çalmasını başından beri istiyordum ancak “kilise adetleri” gereği cemaat dışından birinin org çalmasına sıcak bakılmadığından talebim reddediliyordu. Ama madem ben patrikhane ile anlaşmamı org çalınması üzerinden yapmıştım, o org çalınacaktı o zaman. Norayr abi hiç diretmedi ve kuzenimin yanına gittim. Oturduğu yerde törenin başlamasını bekliyordu.
“Hadi kuzen orgu sen çalacaksın!”
“Sahiden mi?”
“Evet sahiden. Orgçu gelemiyormuş. Bu iş sana düştü.”
“Tamam o zaman.”
Kalktı ve kilisenin içinde, salonun hemen üzerinde duran bir balkon bölmesinde duran orga doğru yönlendirildi. Kısa bir süre sonra bir barok müziği salona yayıldı.
Norayr abi ile tek tek konukları kiliseye kabul ettik. Gelin ruhanilerin bulunduğu bir odada bekletiliyordu. Konuklar yerlerine oturduğunda Noray abi ile nikahın gerçekleşeceği yere geçerek gelini beklemeye başladık.
Önce annem ve babam yan yana yürüyerek kiliseden içeri girdi ve gelip kendilerine gösterilen ön sırada yerlerini aldı. Ardından Ani’nin anne ve babası birlikte içeri girdiler. Ben durduğum yerden ara sıra kafamı kaldırarak Mehmet’e bakıyordum. Bir ara göz göze geldik ve selamlaştık. Yanımda duran Norayr abi’ye, “Nasıl fena çalmıyor değil mi?” dedim. “Evet fena değil ama biz böyle çalmıyoruz.” diyerek karşılık verdi. Ani’nin babası eski eşini yerine oturttuktan sonra gelini getirmek üzere tekrar dışarı çıktı.

Bu noktada benim ve daha birçok kişi için bir sürpriz gerçekleşti. Annemin en yakın arkadaşlarından “Neşe teyzem”in beş yaşındaki torunu Zeynep nedime olmuştu. Elinde yüzüklerimizi taşıyan ufak bir tepsi ile içeri adımlamaya başladı. Salonun ortasına geldiğinde ise kendisine verilen işaret ile durdu. Ardından gelin babasının kolunda girişte göründü. İçeri girip yürürlerken bir görevli kadın tepelerinden süslemeler atmaya ve küçük nedimem de kalan yolun diğer yarısını kat etmeye başladı. Ben de gelin ile babaya doğru ağır adımlarla yürüdüm ve orta noktada buluştuk. Papam ile önce tokalaşıp, hemen ardından da sarılıp öpüştükten sonra kızını elinden aldım ve geri kalan yolu gelin ve damat olarak yürüyerek ön kısma geldik. Norayr abi’nin Yunan eşi de gınkamayr’ımız olarak törende görev almıştı ve gelinin ardından gelip o da yanımızda yerini aldı.
Dualar başlayınca aşağıdan Mehmet’e ruhaniler bitirmesi için işaret verdiler. Bu işaretten sonra müzik bir on saniye daha devam etti. Kuzen bunun için daha sonra, “Bana kadans için önceden haber verilmeliydi.” diyecekti.
Norayr abi ile nikah organizasyonunun detaylarını konuştuğum gün, “Sana öyle iyi tıbir (ilahi okuyan) bulacağım ki, herkes çok memnun kalacak.” demişti. Sözünü tutmuştu doğrusu. Davetliler güçlü bir sesten Ermeni ilahileri dinlerken Norayr abi de büyük gümüşten bir haçı kaldırmış Ani ile aramda tutuyordu.
Kırmızı bir ayin kıyafeti giyinmiş, bir elinde haç diğer elinde kutsal kitap tutan yaşlı bir papaz yanımıza gelerek konuşmaya başladı:
“Bakın evlatlarım, cenabı hakkın emri ve ruhani büyüklerimizin koyduğu kurallar gereğince, dini akidelerimizi gerçekleştirmek üzere, bu mukaddes kiliseye gelmiş bulunmaktasınız. Tanrı sizleri daimi sevgi, esenlik ve huzur dolu bir yaşamla solmaz taşa layık kılsın.
Lakin bilindiği üzere dünyamızda hastalık, fakirlik, işsizlik ve benzeri felaketler adeta kol gezmektedir. Bizlerin dua ve temennisi (odur ki) Tanrı sizleri bu ve benzeri olanaksızlıklardan beri koysun. Ancak Allah her ikinize de ebediyete dek bir diğerinize sevgi, saygı ve şefkat dolu bir yaşamla, sevinçli ve kederli günlerinizi müştereken paylaşmanızı emir buyurmaktadır.
Evladım damat, hayat arkadaşı olarak seçtiğin bu bayana ölünceye dek hiç kimseden çekinmeden sahip olacağına söz veriyor musun?”

“Veriyorum.”
“Gelin kızım, sen de ölene dek kocana sadık bir zevce olarak sevgi ve saygıda kusur etmeyeceğine söz veriyor musun?”
“Veriyorum.”
“Sizlerin vermiş olduğu bu sözlere öncelikle her şeye kadir Allah’ımız, şahittir bu mukaddes kilise, bizleri himaye eden melekler, aziz haçımız, mukaddes İncilimiz, ruhaniler ve siz sayın davetliler.”
Daha sonra papaz yanında duran küçük nedimeye döndü ve Ermenice dua okuyarak elinde tuttuğu haç ile tepside duran yüzüklerimizi kutsadı. Nedimemizin gözleri kocaman açılmış, bir papaza bir haça bakıyor; yaşlı adamın ona hiçbir anlam ifade etmeyen Ermenice sözleri ile şaşkınlık yaşıyordu. Sonunda yüzükler tuttuğu tepsiden alındı ve nedime anne ve babasının yanına gönderildi. Görevini başarıyla tamamlamıştı.
Tıbir güçlü sesiyle tekrar ilahi okumaya başlarken Ani ile el ele khoran denen kutsal platforma yaklaştık. Dualar ilahiler birbirini takip etti. Bu arada her ikimizin başına da taç takıldı. Her bir ilahi adımda, “Tanrı’nın Krallığı” denen göksel monarşik düzende yerimizi daha da bir sağlamlaştırmış oluyorduk.
Norayr abi’nin haç tutan sağ kolu çoktan çökmüştü. Arada bir papazlardan biri kolunu kaldırarak haçı yüksek tutmasını söylüyor, o da kaldırırken kısık sesle papaza “Kolum koptu yaa!” diyordu.
Beyaz bir ayin kıyafeti giyinmiş olan rahip Ermenice dua okuduktan sonra Türkçe olarak ayakta durmakta olan konukları yerlerine oturttu ve uzunca bir vaaz verdi. Bir tepsi içerisinde kutsanmış bir kadeh kırmızı şarabı içmem için bana uzattıklarında, alıp koca bir yudum içtim. Tabi Norayr abi’den tepki gecikmedi. Kısık sesle:
“Yavaş iç! Şarapçı mısın? Geline de vereceksin.”
Benden sonra Ani, Norayr abi ve eski eşi gınkamayr’ımız da birer yudum aldıktan sonra bir ruhani kadehi alıp götürdü. Oysa kadehin içinde hâlâ birkaç yudumluk kalmıştı!
Son birkaç ilahi ve duanın ardından yüzümüzü konuklara doğru döndük ve ağır adımlarla tekrar kapının yanına vardık. Bizim yanımıza da anne ve babalarımız geçti ve tebrik faslı başladı. Son konuk da tebrik sırasından geçtikten sonra Ani bana dönüp sıkıca sarıldı ve uzunca bir süre öyle kaldı. Başarmıştık! O, bugünü “büyük zafer” olarak adlandırmıştı.
Sıra bu “zafer”in tadını çıkarmaktaydı. Gruplar halinde Haydarpaşa iskelesine gidip bizim için hazır beklemekte bulunan tekneye geçtik ve boğaz turu yaparken farklı dillerde müziklerle danslar edip eğlendik.
[13:27] “GÖREV TAMAMLANDI”

IŞİD’in 24 saat öncesinde 45 kişiyi katledip 236 kişiyi de yaraladığı Atatürk Havalimanı’nın Dış Hatlar Terminali’de, Ani’nin anne ve babası ile vedalaşıyorduk. Aynı gün iki farklı ülkeden gelmişlerdi ve yine aynı gün farklı ülkelerdeki farklı hayatlarına dönüyorlardı.
Özellikle anne için zor olmalıydı. Üstüne titrediği biricik kızı yuvadan uçmuştu. Ben kendi ailemi yokluğuma alıştırmıştım ama Ani ve annesi için ayrılık çok yeni bir şeydi. Sarıldık, öpüştük ve en kısa sürede tekrar buluşmak üzere sözleştik.
Babası nikah günlerindeki koşuşturmalarımız arasında hikayemi benden dinlemiş ve şöyle demişti: “Kızımın ilginç biriyle evleneceğini biliyordum ama hiç bu kadar ilginç biriyle evleneceğini düşünmemiştim.” Artık sıra vedaya geldiğinde, fazla uzatmadı ve “Seni sevdim Armenak. İyi birisin. Hep böyle kal.” demekle yetindi. Kızıyla da vedalaştıktan sonra bavulunu çekerek yoluna devam etti.
Havalimanında yeni gelin ve damat olarak bir başımıza kalmıştık. Ani tutamadı kendini ve ağlamaya başladı; sarıldım.
Birkaç gün sonra Mert video çekimlerini ve resimleri getirdi. Birkaçını Facebook’ta paylaştığımızda Miran Pırgiç “İmkansızı başardın kardeşim.” diye yazdı.
Balayımızı Ege sahillerinde geçirdik. Ani’ye yüzmeyi öğrettim. Mutluyduk.
Tam da bu günlerin birinde Ani’nin aklına nikah-düğün resimlerimizden bir video hazırlamak geldi. Peki fon müziği ne olacaktı? Aklıma Sarkis ile Andre ikilisinin “derin devlet” yakıştırması ile Miran Pırgiç’in “imkansızı başarma” yorumu geldi. Bu malzemelerden bir şey çıkabilirdi. Çıktı da!
“Misson Impossible’ın müziği olmalı! Videonun başlığı da ‘Mission Accomplished!’”
---
* Aşağıdaki video benim hazırladığım versiyon: (1dk. 27sn.) [Başlatmak için üzerine tıklayın.]

bottom of page