top of page

Bölüm 12

[12:1] HASAN CEMAL’E İKİNCİ MAİL
12-1a.png
H. Cemal’in mailime kısa sürede dönmesinin ardından, bir gün sonra, kaldığı otelin sabah kahvaltısında ona eşlik eden gruba mailimi okuduğunu gruptaki kişilerden birinden öğrenmiştim. Buna da değinerek, on gün sonra ona yeni bir mail yazmaya, vesile olduğu değişimi kendisiyle paylaşmaya karar verdim.

* * *

22 Aralık 2014
Hasan Bey merhabalar;

Uzunca mailimi (arkadaşlarınıza da olmak üzere) okuduğunuz ve dönüş yaptığınız için teşekkür ederim. Olanca meşguliyetiniz ve zihinsel yoğunluğunuzun arasında, yalnızca ilk ve son paragrafı okumuş olabileceğiniz gibi fesat fikirler de aklıma gelmemiş değildi.

"Eksen kayması" deyimi, aşina olduğumuz bir ifade. Ben ise sizin Yerevan'daki konuşmanızı dinlediğim günden bu yana, eksen kırılması yaşıyorum. O gün gözlemlediklerimin, bendeki bazı şeylere darbe vurduğunun farkındaydım. "Bu bir çatlama mı yoksa kırılma mı?" diye soruyordum kendime. Tam olarak ne ölçüde bir etkisi olduğunu anlamam zaman aldı.

Size sorum, Türkiye ve Ermenistan'ın AB üyeliği üzerinden tahayyül edilen, Türk-Ermeni sorununa tedaviye karşıt olarak, Ermenistan'ın Avrasya Birliği üyeliğinin gelecekteki olası etkileriydi. Bir de parantez açıp, Ermenistan'ın Rusya ile ilişkilerini desteklediğimi eklemekten de geri durmamıştım.

Zira artık ben "Doğu"yu "Batı"yla, Ermeniyi Türkle çatıştıracak, nereden baksanız falsolu formülasyonları kendime kabul ettiremiyorum. Nefrete, karşıt bir nefretle cevap verme tavrım, hayatın karmaşık yapısında uzun ömürlü olamıyor. Din, dil, etnisite olarak bin karşıt gruba ayrıldığımız bir dünyada, insanların birbirini harcaması gerçekten çok kolay. İnsanları memnun etmek de çok zor. Yıkıcılıkta birleştiğimizde, kendi hayatımızı da imece usulü yıkıyoruz.

Yazdığınız kısa cevap üzerinde uzun uzun düşündüm. Halen daha da düşünmeye devam ediyorum. Bir barış projesi olarak AB, global bir projeye dönüşmedikçe, daha geniş ölçekte bölgesel ve siyasal ayrımların öznesi olma konumundan sıyrılamayacak. "Millet" konsepti canlı kaldığı sürece, milliyetçilik virüsü de baki kalacak. "Millet"lerin, farklı kültürlerin bir aradalığı, ayrımları azaltmayacak, aksine güçlendirecek. Kimliklerin grup menfaati gütmelerini ahlaki vaazlarla yavaşlatmak mümkün ama, engellemek mümkün değil gibi. Sanıyorum şimdiyi geçmişten bakarak şekillendirmeye çalıştıkça, çözüm yollarımız da geçmişin kronik hastalıklarından ari olmayacak. Belki de şimdiye gelecekten bakmaktadır çözüm. Ege denizinden Hazar denizine uzanacak bir Ermeni ulus devleti de inşa etseniz ve kendini Ermeni hissedenlerin "ulusal gurur"unu onarmaktan öte yüceltseniz de, bu faydasız. Gelecek yalnızca sınırları anlamsız kılmakla kalmayacak, milletleri anlamsız kılmanın dahi ötesine geçecek. Sağ kalmaya ve genetik yayılmaya programlı DNA'mızı yeniden inşa edebilecek gücümüz var. Ama bunu toplumlara kabul ettirecek siyasal gücümüz yok henüz, çünkü gelecek üzerinden düşünmeye alışık değiliz. Gün gelecek bilgisayarımızın tuşlarına basarak birleştirdiğimiz dünya, beyinlerimizi çevrimiçi kılarak birleşecek. Kolektif bir aklı fiziki olarak kuracağız. Benliğimiz hiçleşirken, sonsuzlaşacak.
Birbirimizi öldürerek, birbirimize hükmederek kendimize "üstünlük" payesi vermeyeceğiz, çünkü hepimiz geçmişe üstün bir sistemin parçası olacağız. "Öteki"ni yıkabilmemiz için, "kendi" sınırlarımızı yıkabilmemiz gerekiyor sanırım ve bu imkanı bize teknoloji, felsefe veriyor. Lazım olan, gelecek siyasetinin farkına varmak. İşte bu, sizin bana yazdığınız cevabın bence çekirdeğinde olan şey.

Muhtemelen o gün siz oldukça demokratik bir üniversite ortamında, fikirlerinizi özgürce ifade edebilseydiniz ve "geleceğin insanları" olan gençler, geçmişi size silah doğrultur gibi yöneltmeseydi, belki ben sizi hiç duyamayacaktım. Sizi duymamı engelleyen zihnimdeki virüslü müzik, çalmaya devam edecekti. Ama o genç insanlar, benim sizi yalın bir sessizlikte dinlememi de sağladılar. Dilerim onlar da sizin kitabınızı okuduklarında, farklı bir kırılma yaşayacaklar.

Biz insanlar genellikle bize keyif veren insanlara minnettar kalmaya meyilliyiz. Kafamızı karıştıranlara, ezberimizi bozanlara, bazen canımızı sıkanlara pek hak ettiği değeri vermiyoruz. Sizi dinlediğim o gün, evime çok üzgün döndüm. Bu hüzün birkaç gün de sürdü. Ama şimdi kendimi çok daha iyi hissediyorum. Borç aldığım virüsü, sayenizde sahibine iade ettim. Vesile olduğunuz bu pozitif değişim için, bir kez daha teşekkür ediyorum. O "geleceğin insanları" olmayı henüz öğrenmemiş genç arkadaşlarıma da...
[12:2] YALNIZ GEÇEN YILBAŞI (2)
12-2a.png
Bir önceki yılbaşında, kutlamaların olduğu Cumhuriyet Meydanı’nda kendime verdiğim sözü yerine getiremedim. Denedim ama olmadı. Bazı şeyler istemekle olmuyor. Meydanda yine kutlama hazırlıkları yapılıyordu. Ben ise birkaç meze ve Ermeni birası ile odamın yolunu tuttum. Bu, mutlu çiftleri görmekten daha güvenli bir durumdu.
[12:3] MICHIO KAKU ve MEDENİYET SEVİYELERİ
12-3b.png
Günlük uğraşlarım zamanla uluslararası ilişkiler analizlerinden, artarak daha genel geçer fizik konularına yöneldi. Öyle ki her gün fiziğin bir başka alanı üzerinde okumalar yapıyor, videolar izliyordum. Matematik ile uğraştığım zamanlarda fiziği uygulamalı matematiğin konusu olarak gördüğümden (bir pür matematik sevdalısı olarak) küçümsemiş, felsefe ile uğraşırken de şüphecilere omuz vererek güvenilir bulmamıştım. Oysa artık hayatımda hiçbir şey beni fizikte öğrendiğim yeni bir şey kadar heyecanlandırmıyordu. Yürütülen deneyler, çıkarılan sonuçlar, teoriler ve olası teknolojik uygulamaları, bu uygulamaların ekonomilerde değiştireceği şeyler ve bir adım sonrası, dünyanın nasıl bir hal alacağını düşünmek, bana güçlü bir heyecan ve umut sağlıyordu.

Böyle araştırmalar içerisindeyken, bir gün profesör Michio Kaku’yu keşfettim. Japon asıllı bu Amerikalı teorik fizikçi, izlediğim bir videosunda İngilizce olarak şöyle diyordu:

“Biz fizikçiler uzayda yaşam var mı diye baktığımızda küçük yeşil adamlar aramıyoruz. Tip-1, Tip-2 ve Tip-3 uygarlıkları arıyoruz.

Tip-1 uygarlığı gezegenin gücünü kullanarak depremleri, iklimi, okyanus üzerindeki şehirleri, yanardağları, kısacası gezegensel olan her şeyi kontrol eder.

Tip-2 uygarlığı yıldızlarla ilgilidir. Onlar gezegenlerinin gücünü tüketmiştir ve enerjilerini doğrudan ana yıldızlarından alırlar. Hafta sonu güneşlenmek yerine, güneş patlamalarından yararlanırlar. Devasal mekanizmalarına enerji sağlamak için güneşin gücünü kullanırlar. Yıldızlarının gücü tükendiğinde ise galaksiye yönelir; galaksideki milyarlarca yıldızın enerjisini kullanmaya başlarlar. Örneğin ‘Buck Rogers’ Tip-1 uygarlığına karşılık gelir; bir gezegensel uygarlık. İki yıldız sistemini kolonileştirmiş olan ‘Star Trek ve Gezegenler Federasyonu’ Tip-2 uygarlığına, Star Wars İmparatorluğu ise bir Tip-3 uygarlığına karşılıktır.

Peki biz skalada neredeyiz? Tip-0. Skalada yer almıyoruz bile. Biz enerjimizi, yıldız ya da galaksilerden değil, ölü bitkilerden, yani petrol ve kömürden alıyoruz. Ancak ne zaman Tip-1 seviyesine yükselebileceğimizi hesaplayabiliriz. Yaklaşık olarak 100 sene içinde. Gazeteyi her okuduğumda Tip-0’dan Tip-1 olan tarihi geçişin kanıtlarını görüyorum. İnsan neslinin tarihindeki en önemli çağda yaşadığım için ayrıcalıklıyım: Tip-0’dan Tip-1’e geçiş.

Gazeteyi okuyorum ve her yerde bunun kanıtlarını görüyorum. Avrupa Birliği nedir? Avrupa Birliği NAFTA’ya yani ABD, Kanada ve Meksika’ya karşı kuruldu. Peki neden? Çünkü Tip-1 ekonomisinin başlangıcını görüyoruz. Gezegenin devasa ticari blokları, Tip-1 ekonomisinin başlangıcı.

Peki bu Tip-1 ekonomisi hangi dili konuşacak? Dünyanın neresine gidersem gideyim bütün elit kesimin ikinci dil olarak İngilizce konuştuğunu görüyorum. Gelecekte Dünya’mız da böyle olacak. Herkes kendi anadilini konuşacak ama buna ilaveten bir Tip-1 dili olacak. Muhtemelen İngilizce.

Ayrıca bir Tip-1 kültürü ve Tip-1 politika sistemi de olacak. Dünya’nın neresine giderseniz gidin, her insan tarafından anında tanınabilir iki kişinin resmini gösterebilirsiniz: Madonna ve Arnold Schwarzeneger. Başka bir deyişle Hollywood filmleri, Rock’n Roll, rap müziği, blucinlerden bahsediyoruz. Bu Dünya’nın gezegensel kültürü olacak. İnternet nedir? İnternet Tip-1 telefon sisteminin başlangıcı.

… Tip-2 olunduğu taktirde ölümsüzsünüz. Bilimsel olarak tespit edilen hiçbir şey bir Tip-2 uygarlığını yok edemez. Bir süpernova dahi bir Tip-2 uygarlığını yok edemez. Ana gezegeninin yerini değiştirebilir ya da en basiti nükleer patlamaları durdurabilir.

Uygarlık galaktikleştiği zaman ise (Tip-3) galaksinin kaderini kontrol altına alabilme yetisine sahip olur.”
[12:4] “DÜNYA DEVLETİ BİR YAHUDİ FİKRİ”
12-4a.png
3 Ocak 2015 - Bir yıl önce olduğu gibi yine Sarkis’in evinde, aile üyeleri, Gayane ve Hrant’la birlikteydim. Ortam ve kadro bir öncekinin aynısıysa da, konuşulan konular oldukça farklılaşmıştı.

Yahudilerden konu açılınca Gayane kendini tutamadı ve Yahudileri sevmediğini söyledi. Yine de “beterin beteri” vardı ve teselli olarak, “Türk çıkma da ne çıkarsan çık.” dedi. Sarkis ise Yahudilerin Ermeniler ile tarihi rekabetini ve bu rekabetten doğan komplo teorilerini tekrarladı.

“Bir dünya devleti kurulmasından yanayım. Bu her tür toprak edinme mücadelesinin sonunu getireceği gibi, ortak bir insanlık kültürü ve politikası da oluşturabilir.” dediğimde, Sarkis yüzünü ekşiterek, “Hiç de iyi olmaz.” dedi ve ekledi, “Dünya devleti bir Yahudi fikri.”

Benim de buna itirazım vardı:
“Dünya devletinde dünyayı Yahudiler yönetmeyecek.”
“Kim yönetecek peki?”
“Yapay zeka!”
“Fantezi!”
“Neden fantezi olsun. Yapay zeka sürekli olarak gelişiyor. Satrançta en iyi oyuncuyu yapay zeka yendi ve şimdi daha zor hedeflere doğru ilerliyor. Öyle bir noktaya gelinecek ki, her alanda en zeki insandan daha zeki olacak.”
“Satrançta yapay zekanın kimseyi yendiği falan yok. Ayrıca yapay zeka insan zekasını falan da geçemez.”

* * *

1997’de Dünya satranç şampiyonu Garry Kasparov IBM tarafından geliştirilen Deep Blue’ya (3½–2½) yenildi. 2011’de IBM tarafından geliştirilen Watson “Jeopardy” adlı Amerikan yarışma programında en iyi yarışmacılara üstün geldi. 2016’da ise “efsane” go oyuncusu Lee Sedol Google tarafından geliştirilen AlphaGo’ya (3-0) yenildi.

İnsansı robotlar alanında lider konumda olan Japonya merkezli Softbank Robotics şirketi CEO’su Masayoshi Son’a göre yapay zeka 2047’ye kadar insan zekasını geçecek ve tekillik gerçekleşecek. 1999’da ABD Başkanı Bill Clinton tarafından Ulusal Teknoloji Madalyası ile ödüllendirilen ve bugün de Google’ın danışmanlarından biri olan mucit Raymond Kurzweil’in hesaplamalarına göre de tekillik 2050 civarı bir tarihe denk geliyor.
[12:5] “SAKIN HA YUNANA İNANMA!”
12-5a.png
Türkler için sık sık “göçmen sürüsü” diyen Paul adındaki Ermeni facebook “arkadaşım”, gen testimden ve buna dair açık mektubumdan habersiz olarak bir gün mesajlaşmamızın bir noktasında şöyle yazdı:

18 Ocak 2015 - Sen idealist bir genç olduğun için bravo. İnanmışsın yapıyorsun. Herkes yapamaz. Ne de olsa memleket. İyisi ile kötüsü ile toprağında yaşıyorsun. Başarılar. Ben Amerika ile Atina arasında gidip geliyorum. (...) Sakın ha Yunana inanma. ‘Allah bir.’ deseler bile. 33 senedir içlerindeyim. Büyük konuştum. Tanrı'ya dedim, ‘Eğer dünya harbi çıksa, adada bir Yunan bir ben kalsam dokunmam.’ Tanrı beni cezalandırdı. Karım Amerikalı Yunan.
[12:6] ESKİ ASALA ÜYESİ VAZGEN SİSLİYAN İLE
12-6a.png
Ocak ayı sonlarına doğru yolum bir arkadaşımın davetiyle Yerevan’da Hınçak Partisi bürosuna düştü. Parti yöneticilerinden birkaçı ile tanıştım ve çay içip sohbet ederken, odada bulunan bir kişi dikkatimi çekti. Kim olduğunu, ancak Hınçak parti broşürlerinden birini alıp okumaya başladığımda öğrendim. Bu kişi 1981’de Türkiye’nin Paris büyükelçiliğine bombalı saldırıyı gerçekleştiren ASALA üyelerinden biri olan Vazgen Sisliyan’dı. Çayını içerken bir yandan da misafirlere hitap ediyordu: “Artık soykırımın tanınma aşaması tamamlanmıştır. Türklerin ‘Soykırımı tanıyoruz.’ diyerek ortaya çıkması artık yetersizdir. Her Türk sembolik de olsa bir tazminat ödemeli.”

Bir gün sonra yine bir grup Hınçak partili ile Yerablur’daydım. Azerbaycan’ın vurup düşürdüğü Ermenilere ait bir helikopterde hayatını yitiren Ermeni askerlerin mezarına çiçek bırakıldıktan sonra Vazgen Sisliyan gruba bir konuşma yaptı. “Onlara çok şey borçluyuz. Eğer vatanımız üzerinde bugün bir Ermeni olarak yaşıyorsak, bunu tarihimizdeki sayısız kahramana borçluyuz.” dedi ve saygı duruşunda bulunuldu.
[12:7] İKİ KÖTÜ HABER
12-7a.png
1 Şubat 2015 - İstanbul’da bir belediyenin aile büyüklerinden kalma topraklarda gerçekleştirdiği bir istimlak işlemi nedeniyle annem uzunca bir süredir kendisine para ödenmesini bekliyordu. Bu gelecek paraya binaen borçlanmıştı. Ancak bir noktada anlaşıldı ki, ortada bir yanlış hesap vardı. Belediyenin istimlak ettiği o arazinin hakları çok daha önceden noter yoluyla bir başkasına devredilmişti ve annemin araziyle ilişkisi yalnızca fonksiyonu olmayan bir görüntüden ibaretti. Bu kötü muhasebecilik annemin oldukça kırılgan ekonomisinin de bir krize yuvarlanması anlamına geliyordu. Ne yapacağını bilemez haldeydi.

Annemin ekonomik kriz haberinden sonra aynı gün çok daha kötü bir haber babamdan geldi. Dedem fenalaşarak hastaneye kaldırılmıştı ve durumu kritik bulunarak yoğun bakıma alınmıştı. Aile üyeleri karamsardı ve yoğun bakımdan çıkamayabileceği konuşuluyordu. Gidip dedemi görmeliydim, zira bir daha şansım olmayabilirdi.
[12:8] SARKİS İLE TARTIŞMA
12-8b.png
2 Şubat 2015 - Sarkis beni bir iş için evine çağırdı ve ben de gittim. Ara sıra bana irili ufaklı işler veriyordu. Kızına Türkçe öğretmenin dışında, yazdığı bir yazıyı düzenlemek, Ermeniceden Türkçeye çevrilmiş bir metnin imlasını kontrol etmek, bir konuşma yapacağı zaman işine yarayacak malzemeleri sağlamak üzere açık kaynak araştırması yapmak ya da basılmakta olan bir kitabın redaksiyonu gibi… Ermenistan’a yerleşmemde bana (kendince) yardımcı olduğu için ben de ona gönüllü bir şekilde elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyordum. Şimdi ise benden hapishanede el yazısıyla yazdığı Türkçe notlarını bilgisayara geçirmemi istiyordu. Elbet onun yapacak “daha önemli işler”i olduğundan, benim bu işi halledebileceğimi düşünmüştü.

Dedemin sağlık, annemin ise ekonomik durumundan bahsettim biraz. Kendisine yardımcı olmak istediğimi ancak bir an önce Türkiye’ye gitmem gerektiğini söyledim. Anneme bu zor zamanında gerektiği gibi destek sunabilmek için de en az bir yıl yanında kalmayı düşündüğümü ekledim. Verdiği tepki ortamın havasını büsbütün değiştirdi.

“Demek kaçıyorsun!”
“Kaçıyor muyum? Niye kaçayım?”
“Evet. Bunun bir başka açıklaması yok. Bahane üretme.”
“Bunlar bahane değil, gerçek.”
“Geldiğinden bu yana hiçbir hedefini gerçekleştirmedin. Ermenice öğrenecektin, öğrenmedin. Üniversite okuyacak, politik çeviri yapacaktın; ama okulu bıraktın. Bir de üstelik hâlâ yurtta kalıyorsun.”
“Evet hâlâ yurtta kalıyorum çünkü yurt müdürü üniversiteyi bıraktığımı biliyor ve yurdun birçok boş odası olduğu için kalmaya devam edebileceğimi söyledi. Ermenicem ise derdimi anlatacak kadar var, ama senin istediğin kadar hızlı ilerlemiyor olabilir.”
“Zeki olan adam altı ayda öğrenirdi. Öğrenemiyorsun çünkü Ermeni değilsin.”

Hasmik Sarkis’in bağırarak konuşmasından rahatsız bir şekilde aşağı kattan yukarı çıktı ve Sarkis’i yüksek sesle uyardı: “Ne bağırıyorsun çocuğa! O bizim misafirimiz!”
12-8e.png
Ortalık biraz yatışınca kaldığımız yerden devam ettik.

“Geçenlerde senin bir arkadaşınla tanıştım. Amerika Ermenisiydi ve Amerika’da yirmi yıldır yaşadığı halde İngilizceyi öğrenmemiş olduğundan bahsetti.”
“O öğrenmek istememiştir.”
“Ben de Ermenice öğrenmeyi o kadar istememişimdir belki. Ayrıca benim zekamı sana kanıtlamaya ihtiyacım yok.”
“Zekanın kıstası dil öğrenmektir. Geldin ve öğrenemedin.”
“Günlük hayat içinde hep Ermenice öğrenmekten daha heyecan verici şeyler buldum; bunları öğrenmeye çok zaman harcadım.”
“Ne gibi?”
“Son zamanlarda nanobotlar, kuantum bilgisayarın çalışma prensibi, kompakt füzyon enerjisi, teraforming gibi.”
“Ben bile bunlarla vakit geçirmiyorum; senin ne işine yarayacak? Bunun için Ermenistan’a gelmene gerek yoktu. Bulunduğun yerde de bunları araştırabilirdin.”
“Ben buraya yaşamaya geldim ve nasıl istersem öyle yaşarım. İstediğimi istediğim hızda öğrenir, araştırmak istediğimi istediğim kadar araştırırım. Kendimi Ermeni davasına adamak zorunda da değilim. Kainat Ermenilerden ve Ermenistan’dan ibaret değil.”
“Bence senin Ermenice öğrenmen imkansız. O yetenek yok sende!”

Müsaade isteyip lavaboya gittim. Yüzümü soğuk suyla ıslattıktan sonra salona döndüm.

“Al defterini yazdıracak başkasını bul!”
“Tamam.”
“Ben gidiyorum.”

Görüşmenin başında kendisinde fazladan olan Ermeni soykırımına dair bir kitabı hediye etmeyi önermişti.

“O kitabı da bir başkasına ver. İlgimi çekmiyor.”
“Bana tavır yapıyorsun ha! Tamam. Daha çok gençsin. Takmıyorum.”

Eşinin yanına gittim ve kendisiyle vedalaştım. Ardından da Sarkis’in açtığı kapıdan çıktım ve ardıma bakmadan evin yolunu tuttum. Sarsılmıştım.
[12:9] ÇOK DİL BİLMEK ve DÜNYA DİLİ ÜZERİNE
p.12.5.png
Sarkis ile tanıştığım ilk zamanlar, bana beş dil (Ermenice, Türkçe, Almanca, Fransızca, Yunanca) bildiğini söylemişti. Aradan belki bir yıl geçmişti ki, Yunancadan vazgeçerek bildiği dillerin sayısını dörde indirdi. Zeynep Arslan ile 2016 Haziran’ında yaptığı röportajda ise “ben Alevilikle ilgili 300 tane kitap bitirmişim 6 dilden” dediğinde şaşırmadım. Zira bu tür şeylere şaşırmayacak kadar Sarkis’i iyi tanıyordum artık.

Diğer yandan bir kişi 50 bin kelime ile bildiği bir dil için de, 500 kelime ile bildiği bir dil için de “biliyorum” diyebilirdi. Benimse, hayatımda farklı dillere merak salmakla birlikte (Kürtçe, Yunanca, İbranice, Çince), dil öğrenme motivasyonum hep kısa ömürlü olmuştu. “Elma”nın fiziğini, kimyasını incelemek, dahası ontolojisi üzerine düşünmek dururken örneğin, altı dilde “elma” demeyi öğrenmeyi (parlayıp sönen çok kısa süreler hariç) hep gereksiz ve çok sıkıcı buldum.

Zekayı dil bilgisine indirgeyen Sarkis’i bir yana bırakıp, Nietzsche’nin yabancı dil öğrenmeyle ilgili ne düşündüğünü bilmek de faydalı olabilir. “İnsanca, Pek İnsanca” kitabının “Yüksek ve Düşük Kültürün Göstergeleri” bölümünde Nietzsche şöyle yazmaktadır:

“Birçok dili öğrenmek hafızayı olgular ve düşünceler yerine sözcüklerle doldurur, oysa hafıza her kişinin içinde yalnızca belirli, sınırlı miktardaki içeriği içine alabilen bir kaptır. Öyleyse, birçok dili öğrenmek, belirli başarılara sahip olduğumuz inancına yol açtığı sürece insana zarar verir ve sosyal etkileşimde birilerine gerçekten ayartıcı bir görünüm yansıtır; ayrıca bilgimize sağlam bir temel kazandırma çabasına ve dürüst bir şekilde başkalarının saygısını kazanma niyetine karşı işlemekle de dolaylı olarak zarar verir. Nihayet anadilimiz için hissettiğimiz daha ince linguistik duygunun köküne bir balta gibi iner: böylelikle bu duygu bir daha onarılamayacak şekilde tahrip edilerek ortadan kaldırılır. En büyük tarzcıları yaratan iki halk, yani Yunanlar ve Fransızlar, hiç yabancı dil öğrenmemişlerdi.”

Hemen akabinde Nietzsche çok dil bilmenin pratik yararlarını teslim ettikten sonra, bir gün herkesin aynı dili konuşacağına olan inancından bahseder:

“Ancak insanlar arası etkileşim kaçınılmaz biçimde her zamankinden çok daha kozmopolit hale gelmekte olduğu için ve örneğin Londra’daki iyi bir tüccar kendisinin şimdi sekiz dilde sözlü ve yazılı olarak anlaşılmasını sağlamak zorunda olduğu için, birçok dilin öğrenilmesi açıkçası zorunlu bir kötülüktür: fakat en sonunda had safhaya ulaşacak ve insanı bir çare bulmaya zorlayacak türden bir kötülüktür: ve uzak bir gelecekte, başlangıçta ticari bir dil olarak, ardından genel bir ruhsal ticaret dili olarak herkes için yeni bir dil olacaktır, tıpkı bir gün kesinlikle hava yolculuğunun yapılacağı gibi.”
[12:10] (KEMAL) DEDEMİN VEFATI
12-9a.png
Ermenistan’dan Türkiye’ye gitmek o kadar kolay değildi. Haftada bir kez otobüs kalkıyordu. İlk otobüste yerimi almak için gündüz odamdaki eşyaları tasnif edip paketlerken akşamları da masa lambamın aydınlattığı odamda, dedemin cezaevine gönderdiği mektupları tekrar tekrar okuyordum. Üniformalı bir resmini ise duvarıma yapıştırmıştım.

* * *

19 Nisan 2002 - “Çok kıymetli torunum, sen bana dedelik sevincini tattıran ilk varlık olarak değeri tartışılmaz bir üstünlüğe ve ayrıcalığa sahipsin. Bu defaki ayrılığımız bundan öncekilere benzemediği için çarpıcı. Gene de senin iradi gücüne inanarak, gerek bedenen gerekse zihnen yıkılmayacağını, daima gökyüzündeki aydınlıktan yararlanıp umutlarını yeşerteceğini, ayaklarının altındaki çamura bulaşmayacağını düşünüyorum.”

02 Mayıs 2002 - “Satırlarıma son vermeden önce bilmem kaçıncı defa yeniden okudum mektubunu. En başta da belirttiğim gibi kendini ayakta ve güçlü tutmak konusundaki gayret ve başarına hayranlık duydum. Hakikaten tek başına kalsan da yalnız değilsin ve kalmayacaksın. Bu inancını kaybetme. Bilki gerekirse senin kaldığın yere yakın, görünür bir yere çadır kurar post serer sesimizi ve görüşümüzü ulaştıramasak da nefesimizi üfleriz üzerine. Bu nefesler bulur seni TAŞ DUVAR'lar arasında DEMİR KAPI'lar ardında. VE de İNŞALLAH kısa bir süre sonra, DAĞLARINA BAHAR GELDİĞİNİ MEMLEKETİN göreceksin ve o baharın havasını soluyacaksın....”

10 Mayıs 2003 - “Kemal dedene gelince; O da seninle yatıp, seninle kalkıyor. Her an yanında olamadığı ve de seninle diyalog kuramadığı, tavla atamadığı, emeğine seni ortak edemediği için cidden üzgün ve sıkıntılı. Çevresine yansıtmamaya, kimsenin moralini bozmamaya gayret ediyor.”


* * *

Dedem yoğun bakımdayken Yerevan’da en büyük korkum, onu son kez göremeden, elini yüzünü öpemeden kaybetmekti. Mektuplarını okudukça, daha bir ağlamaklı oluyordum.

Bir sabah işlerimi bir yana bırakıp duvarıma yapıştırdığım fotoğrafını ve mektuplarını yanıma alarak çıktım. Merkezde bir dükkana girip tarattım. Yurda döndüğümde facebook sayfamda, üniformalı resmi ve askeri mührünü vurduğu mektuplarının bir görüntüsünü birleştirerek paylaştım. Görselin altına yazdığım bir yorum ise şöyleydi:

“Ben dedemi pek ala, üniformasız bir resmini paylaşarak anabilirdim. Mektupları paylaşmayabilirdim. Böylelikle, o sade bir ‘dede’ olmuş olurdu. Annemin anlattığına göre, beni cezaevinde her ziyaretinde, girişte askeri kimlik kartını gösterirmiş. Bir gün annem sormuş: ‘Baba neden normal kimliğini değil de, hep askeri kimliğini gösteriyorsun?’ O da yanıtlamış: ‘Çünkü ben bir askerim ve torunumdan utanmıyorum. Bunu göstermeye çalışıyorum.’"
12-9b.png
Büyük saygı duyduğum ve en az babam kadar sevdiğim dedem ile bir yaştan sonra politik olarak ters düşmüştüm. O cezaevi koşullarında askeri kimliğini gösterip, benden utanmadığını söylerken bir sosyalist değildi. Ben de Ermenistan koşullarında onu askeri kimliğiyle saygı ve sevgiyle anarken, dedemden utanmadığımı herkese göstermek istiyordum.

Çoğunluğu Ermeni milliyetçilerinden oluşan çevremde Ermeni kökenli olmadığımı yazdığımda oluşan şaşkınlık, asker dedem ve onun ailenin diğer askerlerinden bahsettiği mektubuyla birlikte birkaç kat daha arttı. İçlerinden biri (Andre) durumu temkinli bir şüphecilikle yorumladı:

“Sen bir Armenak olarak, gerçek bir Ermenistan sevgisini yüreğinde hissetmiş ve bunun en büyük elle tutulur kanıtı olarak, her şeyi geride bırakıp anavatana/Ermenistan’a koşup, orada bir düzen kurmaya kalkmış bir vatan evladısın. Buna hepimiz gönülden inanıp, sahip olduğun erdemlerin destekçileri olmaktan onur duyduk. Lakin sahip olduğun aile ve efradının geçmişi, hepimizin hiç aşikar ve aşina olmadığı kadar bize aynı zamanda zıt bir çizgide. Ve şunu da özellikle açık kalplilikle ifade ediyorumki, eğer gerçekten de tüm samimiyetine inanmamış olsaydım, senin aramıza bizlere karşı gizemli bir ajan olarak katılıp, geçici olarak devreye girdiğini düşünecektim.”

Bir diğer Ermeni (Rafael Demircian) ise çok daha iyimser ve kendinden emindi:

“Armenak Jan şu an sen benim için en kıymetli insanlardansın anarşist ruhlu oluşun isyankar ezilenden yana duruşun seni Ermeni gibi davranmaya ve Ermenistana yerleşmeye itti Bizim senin gibi vicdanlı güzel insanlara ihtiyacımız var umarım arkadaşların ve Ermenistan devleti kıymetini bilir seni baş tacı yaparlar şimdi seni daha çok seviyor gözlerinden öpüyorum ve en güzel günlerin senin olmasını diliyorum. (…) şu çağda devletler ağzımızdaki dişleri kıçımızdaki donun rengini biliyor artık eskisi gibi şu casus bu muhbir lafları bayatladı kimse de itibar etmiyor hadi kolay gelsin.”

Bir gün sonra ise dedemin gece vakti vefat ettiğinin haberi geldi. Ağlamaya başladım. Korktuğum başıma gelmişti. Ertesinde Ankara’da askeri bir cenaze töreniyle toprağa verildi. Ailem ise apar topar gelmemin artık bir anlamı kalmadığını söylediğinde, Yerevan’da kalmaya karar verdim. Dedemin resminin altına, askeri cenaze törenini de ekledim. Böylece etnik kökenden sonra, Sarkis’in beni gizli tutmam için uyardığı ikinci şeyi de herkese açık etmiştim.
[12:11] Y DNA: E-V13
12-11a.png
Dedemin vefat ettiği gece, Family Tree DNA şirketi Y-DNA test sonucumu açıkladı. Bu test babadan oğula geçen Y kromozomunu inceleyerek, baba tarafından erkek atalarımın binlerce yıl önce nerede yaşadığına dair bilgi sunuyor, en derin köken bilgilerini veriyordu.

Ortaya çıkan sonuç, halamla yıllarca süren tartışmalarımızın da sonunu getirecek cinstendi; zira o atalarımızın Balkanlara Anadolu’dan, Anadolu’ya da Orta Asya’dan geldiğine inanmıştı. Oysa Y-DNA haplogrubum olan E-V13’ün yaklaşık 7000 yıl önce bugünkü Yunanistan’da ortaya çıktığı düşünülüyordu.

Balkanlar’da nüfusun %20’sini oluşturan E-V13 soyu, Anadolu’da nüfusun yaklaşık %4’üne, Kafkaslar’da ise yaklaşık %2’sine tekabül ediyordu. Bu oran örneğin Kuzey Yunanistan’da %35’e çıkarken, Makedonya Arnavutları arasında %39’a, Yunanistan’ın güneyi Mora Yarımadasında %47’ye çıkıyordu. Kosova ise %47.5 yoğunluk ile birinci sırada gelmekteydi.

Ünlü bir DNA blogger’ı olan Dienekes ise Kosovalıların bölgeye Orta Çağ sonrası geldiğini söyleyerek, Yunanistan’ın kuzeyindeki (Kosova gibi) bölgelerde bulunan E-V13 varlığını antik Epirotların, antik Makedonların, Korint ve Dorların tarihi etkisi ile açıklıyordu. E-V13 hablogrubunun alt dallarının Yunanistan’da (ve özellikle de Mora’da) Kosova’ya göre çok daha zengin olması da, aynı blogger için E-V13’ün Kosovalılara Yunanlardan geçtiğine dair bir işaretti. Sonuç olarak Dienekes E-V13’ün tek başına “Yunan geni” olarak adlandırılamayacağını da belirttikten sonra şöyle devam ediyordu: “E-V13 Yunan kurucu soylarından biridir.”
[12:12] ARTIK YAZMANIN ZAMANI GELDİ
12-12b.png
Dedemin vefatından sonra artık Türkiye’ye dönmek için acele etmeme gerek kalmamıştı. Annem de biraz bekleyebilirdi. Böylece “Soykırımın 100. Yılı” olan 24 Nisan’ı Yerevan’da geçirmeye karar verdim. Akabinde babama bahsini ettiğim otobiyografik kitap çalışmasına başladım. Adı “Polipatika” olacaktı. Çok anlamına gelen “poli” ile engebeli arazilerde yürümeyle oluşan dar yol olarak “patika” birleşecek ve “politika”nın engebeli arazisinde katettiğim birbirinden farklı dar yolları ifade edecekti.

Facebookta ise arkadaşlarıma yazma sürecimin başlangıcını şöyle duyuruyordum:

7 Şubat 2015 - Ben çok rahat bir çocukluk yaşadım. Erken delikanlılık dönemim de çok rahattı. Büyük evlerde, bahçeli evlerde büyüyen bir şehir çocuğuydum; tek çocuktum. Dedelerimin, anneannemin, babaannemin "has ekmeği”ydim. Babam sefer dönüşlerinde oyuncaklarla, şekerlerle gelirdi. Açlık nedir bilmedim. Şımartılarak, bol bol sevgiyle büyütüldüm. Çocuklarının kendisinden korktuğu sert ve katı dedem bile, dizlerinin üzerine çöküp beni sırtında emekleyerek gezdirirdi. Üşümedim hiç. Kolej çocuğuydum. Öyle kilometrelerce okula yürüyen çocuklar bana çok uzaktı. Servis gelir beni evimin önünden alırdı. Eli açık, bonkör insanlarla çevriliydim.

Belki de bundandır, hep başkalarının acısına göz diktim. Sokakta üşüyenlerin, çöpten beslenenlerin acısını paylaşmak istedim. Evsizlerin, eli nasırlı kimselerin...

Babamdan bir fiske yemedim ama, polislerden çok sefer dayak yedim. Küçük Armutlu'da nöbet tutar, operasyon beklerken, çok sokakta yattım. Kalacak yer bulamadığım bir kış günü, bir gece kondu inşaatında tir tir titreyerek, sabahın olmasını bekledim. Cezaevinde geçirdiğim günlerde, ölüm orucundakilere destek ekibi olarak 15 gün boyunca ağzıma bir lokma girmedi; açlığı öğrendim. İstanbul'u mahalle mahalle gezdim, varoşları öğrendim. Yoksul sofralarında diz çöküp "Allah ne verdiyse” yemeyi..

Şimdi Ermenistan'dayım. F tipindeki tekli hücremden az biraz daha büyük bir kiralık odam var. Kendime ait bir evim, bir arabam yok. Yalnız bisikletim, bir sürü kitabım, bir de merdaneli çamaşır makinam...

Kimileri çok zor çocukluk geçirir ve hayatının geri kalanını rahat bir yaşam sürmek için harcar; kimileri de tersidir. Rahattan başlar, yaşamına zorluk ve ızdırap katmak için çabalar. Kimileri mal mülk toplar, kimileri de anlatılası anılar.
[12:13] SİBİRYALIYIM EZELDEN
12-13a.png
3 Mart 2015 tarihinde mitokondrial DNA (mtDNA) test sonucum açıklandı. Ne Yahudilerde ne Ermenilerde ne de Türkiye Türklerinde pek rastlanmayan bir anne soyuna mensuptum: C haplogrubu.

Orta Asya’da varoluş bulduğu düşünülen bu haplogrubun altgruplarından C1b, C1c, C1d ve C4c Amerikan yerlilerinde bulunurken, yalnızca C1a Asya’da, özellikle de Sibirya bölgesinde bulunmaktaydı. Otozomal DNA test sonucumda Amerika değil Kuzeydoğu Asya çıktığına göre, C1a alt grubuna ait olduğum da (ek bir teste gerek kalmaksızın) belli oluyordu.

Bu durum anne hattımın Yahudi kökenli olabileceği ihtimalini de tümden ortadan kaldırıyordu. Aksi gibi genetik araştırmacıların beni genetik olarak en iyi temsil ettiğini iddia ettikleri "%70 Yunan - %30 Nogay" formülünü de destekler vaziyetteydi. Zira baba hattım (E-V13) “Yunan kurucu soylarından biri” olarak değerlendirilirken, anne hattım (C1a) da Orta Asya/Sibirya menşeili çıkmıştı.

Bir gün sonra bu sefer Facebook sayfamda arkadaşlarıma anne tarafımın (Ermeni olmadığı gibi) Yahudi de(!) olmadığına dair bir durum güncellemesi yapıyor, Türk-Yunan melezi olduğum önermesine teslim olduğumu ilan ediyordum.
[12:14] KÜLTÜR MİLLİYETÇİLİĞİ
12-14b.png
Artur ile buluşup bir kafeye yemek yemeğe gittik. Ona da orada yeni bir genetik durum güncellemesi yaptım. Akabinde aramızda şöyle bir diyalog geçti:

“Sen benim için her şartta %100 Ermenisin.”
“Teşekkür ederim.”
“Ermenilik illa genetik değil. Bunu daha önce konuşmuştuk. Bu bir kültür meselesi.”
“Biliyor musun, ben de bunun üzerine düşünmüyor değilim. Şu halimize bir baksana! Üzerimizdeki gömlek, blucin Ermeni kültürü mü? Ya şu yediğimiz hamburger, içtiğimiz kola? Çalan müziği duyuyor musun? Amerikan pop! Hangi dil ile konuşuyoruz şu an? İngilizce. Uzakdoğu yemeklerini seviyorum ve birlikte Çin restoranına da gittik. Sen Rusçayı çok iyi biliyorsun ve ben İskandinav dilinde müzikler dinlemeyi seviyorum. Hepimiz Amerikan filmlerini az çok seviyor, takip ediyoruz. Kültürel aidiyet mi? İçimizde Ermenilik ve Yunanlıktan öte, hepimizde biraz Amerikalılık ve daha birçok kültür var. Globalizm çağında kültürel milliyetçiliği beyhude bir çaba olarak görüyorum. En iyisi kültürel melezliği de genetik melezlik gibi kabul etmek.”
[12:15] ANİ İLE TANIŞMA
12-15d.png
21 Nisan 2015 - Avusturya’dan arkadaşım Olcay Yerevan’a gelmişti. Facebook dışında ilk kez buluşacaktık. Böyle buluşmaları hep çok sevdim. Buluşma yerine vardığımda, Fransa ve Almanya’dan gelen Türkiye kökenli diğer insanları fark ettim. Hepsi bir araya gelmişti ve içlerinde uzaktan tanıdıklarım da vardı. Sarkis ise bir köşede onlarla sohbet ediyordu.

Yerevan’da dini, milliyeti ne olursa olsun, Türkçe konuşan insanlar birbirleri ile karşılaştığında, hep kendiliğinden bir grup oluştururlar. Şimdi de 24 Nisan için Yerevan’a gelen Türk, Kürt, Zaza, Çerkez ve başka milletlerden Türkiyeli insanlar hızla kaynaşmıştı ve Olcay ile buluştuğumda ben de otomatik olarak gruba eklendim.

Grup Soykırım Anıtı’na 24 Nisan kalabalığından önce, bir ön ziyaret gerçekleştirmek istiyordu. İki geniş araba ayarlandı ve Olcay ile birlikte ben de bir tanesine bindim. En arka koltukta oturan iki kişiden biri Avrupa’dan gelen Türklerden biriydi. Yanında ise koyu kestane renk saçı, beyaz teni, yuvarlak yüz hatlarıyla hoş bir genç kız oturuyordu. Tanışmak için hamlemi yaptım. Adı Ani’ydi. Ermenice sohbetimiz Türkoloji yüksek lisans öğrencisi olduğunu anlayınca Türkçeye döndü.

Anıta doğru yola çıktığımızda ziyaretçilerden biri sordu:
“Ee Armenak, sen ne işle uğraşıyorsun burada?”
“Şuan sadece bir kitap yazmakla uğraşıyorum.”
“Öyle mi? Ne üzerine?”
“Felsefi temelli bir otobiyografi denilebilir belki.”

Bir diğer ziyaretçi:
“Kaç yaşındasın?”
“Otuz bir.”
“Otobiyografi yazmak için biraz erken değil mi?”
“Olabilir, ama sanıyorum otobiyografi yazmak için sadece çok yaşamak gerekmiyor. İnsan az miktardaki anıyı değerlendirerek de otobiyografi yazabilir. Örneğin daha dün, bir kız arkadaşımla gerçek hayatta evlenmeyip, bir simülasyon oyununda evlenmemiz üzerine yazdım. Buradan da içinde yaşadığımız gerçekliğin ne kadar gerçek olduğuna dair o dönemde gerçekleştirdiğim sorgulamalardan bahsettim. Bu noktada şüpheci felsefe ve çağın fiziksel kuramları üzerinden de geçmem gerekti.”

Sonra başladım kuantum dolanıklıktan, dijital evren kuramından, sicim teorisinden bahsetmeye. Birkaç dakika boyunca dur durak bilmeden anlattım. Daha sonra öğrenecektim ki, arabaya bindiğimde Ani’nin dikkatini çekmeyi başarmışım. Hatta Ermenice ve Türkçe olarak kendimi tanıtırken, bir an aklından “Acaba bu ileride benim evleneceğim kişi mi?” diye bile geçmiş. Zira görüntüm, hal ve tavırlarım ve Türkiye’den tek başına yaşamaya Ermenistan’a gelmem oldukça havalı görünmüş. Lakin ne zamanki fizikten bahsetmeye başlayıp, bir sürü terim kullanarak konuşmama devam etmişim, o vakit kendine, “Yanlış alarm! Bu o kişi olamaz.” demiş.
12-15e.png
Anıta çiçek bırakmak niyetiyle bir çiçekçinin önünde duruldu. Olcay’ın benim için de bir çiçek almış olduğunu görünce ona, “Benim için neden aldın? Ben defalarca anıta çiçek bıraktım.” dedim. “Olsun yine de al bir tane.” dedi. “Hay Allah, ne yapsam ki? Ani’ye mi versem acaba?!” dedim, dedim ama, yine de çiçeği kendime sakladım.

Anıtın bulunduğu kompleksin girişine vardığımızda arabadan indik ve yürüyerek anıta tırmandık. Olcay çiçeğini bırakıp sönmeyen ateşin önünde dizlerinin üzerine çöktü. Duygulanıp ağlayanlar, göz yaşı dökenler oldu. Ermenistan televizyonlarından biri de oradaydı ve hem onları kaydediyor hem de onlarla röportaj yapıyordu. Ben ise bir köşede durmuş etrafı gözlemliyordum.

Bir ara yanımda durup meraklı bir şekilde olayı anlamaya çalışan Ermeniler oldu. Durumu izah ettiğimde bu daha da ilgilerini çekti ve röportaj bitiminde gidip ellerini sıktılar. Biri, “Biz Türkleri çoktan affettik. Tek arzumuz onların da bizi anlamaları ve yaralarımızı sarmamıza yardımcı olmaları.” dedi.

O sırada merdivenlerden anıta her biri elinde soykırımı tanıyan bir ülkenin bayrağıyla bir grup genç indi. Yunanistan bayrağı dikkatimi çekti ve elinde bulunduran gencin yanına yaklaşarak Ermenice, “Ben Yunan asıllıyım. Elinizdeki bayrak ile bir resim çektirebilir miyim?” diye sordum. Gülümsedi ve bayrağı uzattı.

Grup akşam için bir geleneksel Ermeni restoranında canlı müzik eşliğinde bir şeyler yemeyi planlıyordu. Biz de orada olacaktık. Ani ise gruba gün içinde bir rehber olarak eşlik ediyor, akşama doğru da evine dönüyordu. Olcay ile birlikte anıttan ayrılmadan önce Ani’ye akşam yemeğine bize katılmasını söyledim.

“Bilmem ki?”
“Gel gel. Beni bu yaşlılarla tek başına bırakma!”
“Olabilir belki.”
“Tamam o zaman. Biz şimdi gidiyoruz. Akşam görüşürüz.”
Telefon numarasını ise anıttayken çoktan almıştım.

Olcay ile gezdik, dolaştık ve bir restoranda yiyip içip keyifli bir sohbet gerçekleştirdikten sonra, akşamı beklemeye başladık.

Grup çoktan alt gruplara bölünmüştü. Bu alt gruplar belli bir saatte tekrar birleşti ve içlerinde Ani de vardı. Sayat Nova caddesinde “Mer Gyugh” (Köyümüz) adında bir restorana girdik. Ani’nin yanıma oturmasını istiyordum ama, Sarkis de oradaydı ve onu benden uzak bir köşeye oturttuğunda biraz canım sıkıldı. Kendisi ise masada karşımda (hafif sol çarprazımda) oturuyordu. Oturacağım yeri ben seçmemiştim; öyle denk gelmişti. Bir grup ki herkes birbiriyle konuşuyor ve konuşmadığım tek kişi karşımda oturuyor! Bu da ayrı bir can sıkıntısıydı. Ben de küs olmanın kurallarını uyguluyor ve aynı manda yoğurdundan kaşıkladığım adamla göz göze gelmemeye çalışıyordum.
12-15f.png
Bir süre sonra Sarkis’in kızı da restorana geldi. Onu görünce hemen kalkıp yanına gittim ve sarıldık. Babasıyla küs olduğumdan haberi yoktu. Masaya babasının yanına geçti ve benimle sohbete başladı.

“Karabağ’a gidiyoruz. Sen de geliyorsun değil mi?”
“Hayır ben gelmeyeceğim.”
Babasına dönerek:
“Baba Armenak Karabağ’a gelmeyeceğini söylüyor. Söyle de o da gelsin.”

Sarkis’e de bana da bir haller oldu. O konuyu değiştirmeye çalışırken, ben de meşgul olduğumu ve gelemeyeceğimi söyledim; konu kapandı.

Canlı Ermeni halk müziği ve şarkıları başladığında, grubun keyfi daha da yerine geldi. Ani oturtulduğu köşeden çıkıp Olcay ve benim yanıma gelince, benim de keyfimde bariz bir iyileşme gerçekleşti. Sohbete başladık. Ermenice ve Türkçe dilinde iyi bir çevirmen olmak istediğinden bahsediyordu. Bir sonraki hamlemi yaptım ve facebook kullanıp kullanmadığını sordum. “Ben seni facebookta buldum ve arkadaşlık teklifi gönderdim bile.” dedi! Doğrusu çok sevinmiştim; ama pek belli etmemeye çalıştım.

Restorandan çıktığımızda hafif bir yağmur yağıyordu. Mariam, Ani, ben ve Olcay birlikte bir süre yürüdük. Sonra iki gruba ayrılıp yolumuza devam ettik. Arkadaşım Olcay’a oteline kadar eşlik ettim. 
[12:16] SYSTEM OF A DOWN
12-16a.png
22 Nisan 2015 - Grup ile öğle yemeğinde yine bir aradaydık. Olcay ve yeni tanıştığım Çerkez asıllı Ethem ile yemeğimizi yiyor, sohbet ediyorduk. Grubun diğer üyeleri de yan masada oturmaktaydı. Ani yanlarından kalkarak bizim bulunduğumuz masaya geçti. Sohbet devam ederken, pek Ani’ye bakmamaya çalışıyordum. İçimde bir heyecan vardı. Ethem karısıyla ilk tanıştığı anı anlatıyordu. Ani’ye baktım ve göz göze geldik. İçim bir tuhaf oldu, gözlerimi kaçırdım.

23 Nisan 2015 - Ünlü Amerikalı-Ermeni rock grubu System of a Down soykırımın 100. yılı nedeniyle, Ermenistan’a bir halk konseri vermek için gelmişti. Benim de hoşlandığım parçaları vardı ve grubun canlı performansını izlemek için elimdeki bulunulmaz fırsatı kullanacaktım.

Fırsat içinde fırsat yaratmak da mümkündü. Ani’ye bir mesaj attım ve birlikte konsere gitmeyi teklif ettim. Tereddüt edince de ona daha önce bir kez konsere tek başıma gittiğimi (yılbaşı konseri) ve kendimi yalnız hissettiğimi yazdım. İşe yaradı. Gruba rehberlik hizmeti bittiği vakit onu otel lobisinden aldım ve meydanın yolunu tuttuk. Polis güvenlik nedeniyle meydana girişleri tutmuştu ve tek bir noktadan giriş gerçekleşiyordu. Yağmur altında birlikte konser alanına vardık ve konser başladı.

Konser alanında dev ekrana yansıtılan bir animasyonda soykırımın tanınmasının hem Ermeniler hem de Türkler için iyi olacağı anlatılıyordu. Yeni bir gelecek, ancak gerçeklik ve adalet temelinde yaratılabilirdi. Animasyonda bu amaç için gösterilen uluslararası çabalardan, soruşturma ve işkence görme riskini göze alarak Türkiye’de bu mücadeleye katılan insanlardan bahsediliyordu. Onlar az ama korkusuzdular. Dünya ise bir seçim yapmak zorundaydı: Ya inkarcı devleti seçecekti ya da soykırım suçu için adalet arayan o az ve cesur insanları.

Müzik başladığında grubu daha da yakından izleyebilmek için kalabalığı yararak arkalardan ortalara doğru ilerlemeye başladık. Beni kaybetmemesi için elini tutmuş, bir yandan ilerlerken diğer yandan Ani’yi kendime çekiyordum. Yağmur şiddetini arttırmıştı. Bir noktada bariyerler önümüzü kesti; durduk. Elinde şemsiye ile konseri izleyenlerin şemsiyesinden kafama sular dökülüyordu. Sırılsıklam olmayı daha baştan göze aldığımdan, umursamamaya çalışıyordum. Müziğin temposu ile yerimizde hoplayıp zıplamaya başladık.

System of a Down üyesi Daron Malakian dinleyicilere seslendi: “Bu bir rock konseri değil. Katillerimize …. Bu bir intikaaaaaam!!”
12-16c.png
Bir yanda yağmur, bir yanda soğuk; bir yanda intikamcı müzik, bir yanda Ani… Elini tuttum ve ellerimin arasına aldım. “Elin üşümüş.” dedim, ısıtmaya çalıştım. Oysa kendi elim belki daha soğuktu. Bir yandan da düzgün parmaklarına bakıyordum.

Serj Tankian konserin sonlarına doğru slow bir gitar eşliğinde kendi ailesinin hikayesini meydanı doldurmuş binlerce kişiye anlattı:

“Birkaç gündür düşünebildiğim yalnızca aile büyüklerim. Büyük annem kendi büyük annesi ile katliam yolundayken daha çok küçüktü. Onu bir Türk belediye reisi kurtardı. Türk hükümeti tarihi inkar etmek yerine, bu kurtarıcıları bir kahraman olarak selamlamalı. Dedem kendi babasının ölümünü gördüğünde beş yaşındaydı. Açlık nedeniyle görme gücünü yitirdi.”

Konser bittiğinde yağmur da zayıflamıştı. Sohbet ederek yürüdük. Evine taksiyle dönecekti ve güzergahı benim mahallemden geçiyordu. Ben de onunla taksiye bindim. İnmeye yaklaştığımda cebimden bir miktar para çıkardım ve masrafa ortak olmak istedim. Kabul etmedi. Israr ettim, yine olmadı. “Peki o zaman, ben de sana bir yemek ısmarlarım ve ödeşiriz.” dedim; arabadan indim.
[12:17] 24 NİSAN 2015
12-17a.png
Otelin restoranında buluştuğum Olcay bana bir gün öncesi için, “Hadi bakalım; yağmur altında birlikte konsere de gittiniz. Romantik bir ilişkinin başlangıcı mı yoksa bu?” diye sorduğunda, içimi bir acı ve hüzün kapladı. “Hiç sanmıyorum. Ben her şeye geç kaldım.” dedim. Zira iki aydan fazladır odama kapanmış yazarken, Türkiye’ye dönüş için 24 Nisan’ı beklemiştim ve hemen ertesinde ilk otobüs ile gitmenin planlarını yapıyordum. Gittiğimde eğer Anadolu Üniversitesi’nin “İkinci Üniversite” imkanını değerlendirebilirsem, iki yıldan önce de Ermenistan’a dönmeyi düşünmüyordum.

Katıldığım 24 Nisan anmalarından farklı olarak, 2015’in 24 Nisan’ı yağmurlu geçti. Otelin restoranında toplanan grupla birlikte anıtın bulunduğu alana doğru yürüyüşe geçtik. Anıta yakın bir noktada Sarkis’in kızı (Mariam) ile karşılaştım ve şemsiyesinin altına sığındım. Biraz ben ona babasıyla yaşadığım problemleri aktardım; biraz o bana. Biz böyle dertleşerek yürürken anıtın girişinde gözüm Ani’yi yakaladı. Yakınına gittim ve selamlaştık. Grup üyelerinden bazıları faaliyet gösterdikleri dernekler adına çelenk hazırlamıştı. Bir çelengin üzerinde “Türk Halkevi” yazıyordu. Ziyaretçiler ile yol üzerinde sohbet ederek ve ara ara da çelenklerin taşınmasına yardımcı olarak ilerledim. Anıtın yanında koro oluşturulmuştu. Bir diğer yanda da bir kadın ilahi okuyor, canlı müzik icra ediliyordu. Ancak hava muhalefeti nedeniyle fazla insan yoktu. Oysa 2014’ün 24 Nisan’ı öyle kalabalıktı ki, anıta doğru birkaç adım atıp birkaç dakika beklemek gerekiyordu.

Çiçeğimi bıraktıktan sonra sağanağa dönen yağmur altında grupça merkeze döndük. Olcay ile bir büfede bir şeyler atıştırdıktan sonra odamın yolunu tuttum. Akşam da geleneksel meşaleli yürüyüş olacağını duymuştum ama, iki gündür sırılsıklam olduğumdan, sıcak bir duş ve içecekten ötesini düşünemedim.
[12:18] ŞAH MAT
12-18b.png
25 Nisan 2015 - Aynı otelin restoranında Almanya’da taksicilik yapan Kürt asıllı biriyle Türkçe sohbet ediyor ve Ani’nin gelmesini bekliyordum. Artık rehberlik hizmeti bitmişti ve grubun üyeleri gitme hazırlığı içindeydi. Biz sohbet ederken birden bir garson masaya birkaç çeşit reçel ve bir demlik çay getirdi. Şaşırdık. “Biz bir şey sipariş etmedik.” dediğimde garson, “Arka masadan gönderdiler.” dedi. Arkama dönüp baktığımda iki üç masa ötede oturmakta olan iki adamdan birinin el salladığını gördüm. Türkçe olarak, “Hoşgeldiniz. Afiyet olsun. Siz bizim misafirimizsiniz!” dedi. Ermenice olarak teşekkür ettim ve bardaklarımıza ikram edilen çayı servis ettim.

Olcay’ı da tekrar görüşmek üzere otelin önünden yolcu ettikten sonra Ani geldi ve yanımıza oturdu. Sohbet güzeldi ama, Ani ile vakit geçirmek ve ona yemek sözümü tutmak istiyordum. Müsaade istedik ve kalktık.

“Aç mısın?”
“Henüz değil.”
“Ben de henüz aç değilim. Pinpon oynamaya gidelim mi? Ya da belki bowling ya da bilardo?”
“Satranç biliyor musun?”
“Satranç mı?”

Hayatımda ilk kez bir kız bana satranç bilip bilmediğimi sormuştu.

“Evet biliyorum.”
“Oynayalım mı?”
“Olur, ama nerede oynayacağız?”
“Satranç evinde.”
“Peki gidelim o zaman.”

İlgimi çekmeyi bir kez daha başarmıştı. Ermenistan’da o güne kadar sadece kaldığım yurtta alt komşum olan Slavik ile oynamıştım. Bir yüksek lisans matematik öğrencisiydi ve teklifi üzerine oynadığımızda yenmekte zorlanmamıştım. Şimdi ise teklif bir kızdan geliyordu. Bu benim için bir ilkti ve heyecanlanmama yetmişti. Yeneceğime emin bir şekilde Satranç Evi’ne doğru adımlamaya başlamışken, Ani’nin kişisel satranç tarihi üzerine açıklamaları beni tereddüte düşürdü.

“Satrancı üç yaşımdayken babam öğretti. Dokuz yaşındayken mahallemizde satranç oynamaya başladım ve bir süre sonra bütün kız ve erkekleri satrançta yendim. On bir on iki yaşlarına geldiğimde artık (Kotayk) il genelinde oynuyordum. Kızlar arasında satranç şampiyonu olunca Yerevan’a gidip gelmeye başladım. On beş yaşımda, 14-16 Yaş Arası Kızlar Grubu’nda Ermenistan 4.’sü oldum.”

Satranç evine doğru adımlamaya devam ediyorduk. Artık rakibimi yeneceğime o kadar emin olamıyordum. İş bir noktada “Yensem iyi olur.” diye içimden dilek tutmaya dönüştü. Satranca olan ilgim hiçbir zaman profesyonelleşememiş, ihtiyacım olan eğitim ve pratikten hep uzak düşmüştüm; ama yine de belki salt beyin gücü yeterdi. Ümitsiz değildim.

Dört katlı Satranç Evi’nde Ani bana kısa bir tur attırdı. Gün ortasında genç yaşlı birçok kişi vardı ve bir grup da bir ekran karşısında önemli bir satranç oyununu analiz etmekteydi. Satranç takımımızı alıp masalardan birine geçtik. Oldukça çekişmeli geçen ilk oyunda sadece bir kez hata yaptım ve bu hata kaybetmeme yol açtı. Hayatımda ilk kez bir kıza yeniliyordum.

İkinci oyuna geçtik. Bu sefer kesinlikle yenmem gerekiyordu. Hırslanmıştım. Bu oyunun da ortalarında bir yerde hata yapmam pek hayırlı olmasa da, saldırgan oyun tarzımı sürdürdüm. Birkaç kez onu sıkıştırdım ama her defasında kendini kurtardı ve oyunu avantajıma döndürecek taş kaybını ona bir türlü yaptıramadım. İkinci oyunun sonucu da benim aleyhime oldu.
Bozguna uğramadan yenilmiş olmaktan sevinç duyabilirdim belki ama içimde sevinç ve hüzünden daha farklı, tuhaf bir duygu vardı. Hem yenildiğim için gururum kırılmıştı, hem de satrançta beni yenen bir kız ile tanışma hayalim gerçek olmuştu. Bir süre sonra yenilmiş olmaktan ötürü yaşadığım kırgınlık ortadan kalktı ve memnuniyet tamamen duygu halime hükmetti. Yaşadığım en güzel yenilgi olduğuna kanaat getirmiştim.

Artık acıkmıştık ve yakınlardaki bir pizzacıya gittik. Kim olduğumu, Ermenistan’a neden geldiğimi, ne yaptığımı sorunca ben de elimden geldiğince özet bir şekilde anlattım. Çok şaşırdı. Dahası ben anlatırken bir ara gözleri doldu. Bu da beni çok şaşırttı, çünkü hayat hikayemi ilk kez bir kıza anlatıyor değildim ve daha önce hiçbiri anlattığım hikayeye bu kadar duygusal bir tepki vermemişti. O an anlattığım olayların duygusal ağırlığına dair bir kavrayışı olduğunu düşündüm. Aynı gün hem zeki hem de duygusal olduğunu öğreniyordum ve bu beni fena çarptı. O ana dek hoş bir kıza duyduğum erkekçe, yüzeysel bir çekim içerisindeyken; ilk kez çok daha derin bir ilgiyi içimde hissetmeye başlıyordum.

Birkaç gün sonra Türkiye’ye gidip iki yıl dönmemeyi planladığımı söyleyemedim ona. “Bir yıllığına gidiyorum.” demek bile ağrıma gitti.

Pizzalarımızı bitirdikten sonra uzunca bir yürüyüşe çıktık. Birlikte minibüs durağına doğru ilerliyorduk. Yer yer uzun sessizlikler oluyordu. Bir ara annesinden telefon geldi. “Armenak ile birlikte minibüs durağına doğru ilerliyorum.” dediğinde yine şaşırdım.

“Annen beni tanıyor mu?”
“Evet tanıyor. Ona grup içerisindeki herkesi tek tek anlattım. Senden de bahsetmiştim.”

Ne güzel bir şeydi. Benimle birlikteyken telefonda ailesine işyerinden arkadaşlarıyla olduğunu söyleyen sevgilim de olmuştu, kapalı telefonda annesiyle uzun uzun konuşan sevgilim de.

Onu minibüsüne bırakıp yurt odama dönerken artık her şeyin bittiğini düşünüyordum. Melankoli ruh halimi tümüyle ele geçirmişti artık. 
[12:19] “BU HAVADA GİDİLMEZ”
12-19b.png
26 Nisan 2015 - Güne Ani’den gelen bir mesajla başladım:

“Armenak sen aklımdan çıkmıyorsun. Ben hala şoktayım hikayenden. Bütün resimlerine baktım, bütün akşam ve şu an bile cezaevindeki resimlerin gözümün önünden gitmiyorlar. Ne yalan söyleyim, daha önce böyle bir şey hiç görmediğim ve duymadığım için ilk başta güvenim sarsıldı, ne düşüneceğimi bilemiyordum. Anca toparlıyorum kendimi. Biraz fazla duygusallaşmış olabilirim, ve duygularımı saklayamadığım için kusura bakma. Şu an bilmiyorum benim için kıymetinin ne kadar arttığını tahmin edebilir misin acaba? İnanmak ve güvenmek istiyorum. Aksini beceremem de.”

Sıra bendeydi.

“…ben de dün gece yatağımda uyumaya çalışırken seni düşünüyordum ve senin benim yaşıma geldiğinde ne kadar başarılı ve önde gelen bir insan olacağını düşündüm. Unutma, kaliteyi anlamak zor değildir. Sen de benim kıymetli arkadaşımsın ve ben de seni tanımaktan ötürü şanslıyım. Şanssızlığım sadece daha erken tanıyamamak.”

Ani mesajımı gördükten sonra bir süre sessiz kaldı.

“Sessizlikten daha iyi, daha doğru sözler bulamadığım için geç cevaplıyorum, pardon. Kafam karışık, içim dün gibi zaman-zaman titriyor hala, ders de çalışamıyorum ve bunun sorumlusu sensin.”

Ok yaydan çıkıyor.

“System of a Down konserini dinliyor, resimlerine bakıyordum. Yeni mesajın geldi. Benim de hiç gidesim yok Türkiye'ye. Ama sanırım artık daha fazla gitmem gerekli çünkü kalsaydım daha fazla direnemez ve aşık olabilirdim.”

“Ne? Bana mı?”
“Evet sana.”


Karşı taraftan da bir ok bana doğru geliyor.

“Sen biraz daha kalsan ben aşık olabilirim. O yüzden elini çabuk tut.”

Bir süre sessiz kaldıktan sonra cevap yazıyorum:
“Gitmeden önce herhangi bir duygusal çıkış yapmak istemiyordum ama her geçen zaman daha da zorlaşıyor. Bazen yazabileceklerinden korkarsın.”
“Evet aynı durumdayım.”


Ne yapacağımı bilemiyorum. Arkamı dönüp gitmeli miyim? Duygularımı bastırmayı becerebilir miyim?

“Ben eğer şimdi gidersem mutsuz olacağım ve belki de çok canım acıyacak. Annemle bu durumu konuşmayı düşünüyorum. Belki yazı burada geçirmeliyim. Hiç Sevan'a, Dilican'a, Garni'ye, Karabağ'a gitmedim. Belki beni gezdirirsin.”

“Konuşma, hiç bir şey yapma, planların neyse öyle kalsın. Git Türkiye’ye, beni düşünme ve ne kadar kalacaksan kal. Geçici bir tutulma sebebiyle değişmemesi gereken şeylerin değişmesini istemem. Biz arkadaşız ve olaylar nasıl gelişirse gelişsin böyle kalmayı umud ediyorum.”

“Gitmek istemiyorum. Planlarım arasında seninle tanışmak yoktu.”


Ona Nazan Öncel’in “Bu havada gidilmez.” parçasını gönderdim. O ise sağduyu çağrısı yaptı ve “geçici bir heves” için planlarımızı değiştirmememiz konusunda ısrar etti. Sözlerine artık içindeki “titreyiş ve ateşin söndüğü”nü bile ekliyordu. 
[12:20] CESARET EDİYORUZ
Screenshot_2.png
27 Nisan 2015 - Ani’den bir mesaj geldi.
“Seni ne zaman görebilirim?”
“Bir yıl sonra belki.”
“Seni tanımak istiyorum. Ama görünen o ki geç kalmışım.”
“Ben kalmak istediğimde gitmemin daha doğru olacağını söyleyen sendin. Beni zaten pek çok kişiden fazla tanıdın.”
“Biraz daha kal desem kalır mısın?”

Duymak istediğim buydu! Hiç tereddütsüz, bekletmeden yanıtladım:
“Evet kalırım.”
“O zaman seni ne zaman görebilirim? :)”
“Sana ne zaman müsaitse.”
“Bugün?”
“Peki. Saat kaçta?”
“Ben dersteyim şimdi. 14:15'te bitiyor. Yani saat 3’ten sonra.”
“Tamam. 3'te William Saroyan heykelinin orada olurum.”

Buluştuk ve birlikte Yerevan’ın güzel bir restoranına gittik. İkimiz de heyecanlıydık. Restoran çıkışında yürürken elini tuttum; artık birer sevgiliydik. Bir süre el ele yürüdük. Bir banka oturduğumuzda başını omzuma yasladı. Biraz zaman geçti, sarıldı ve uzunca bir süre öyle kaldı. İçimde bir dinginlik oluştu. Yerevan’ın binaları, arabaları, sokaklarında yürüyen insanları daha bir farklı göründü.

Evine döndüğünde bu yeni gelişmeyi annesiyle paylaşmış. Annesi Ani’den on yaş büyük olmama biraz şaşırmış doğrusu; ama hikayemi öğrendiğinde şaşkınlığı daha büyük olmuş. Yine de engel olmak istememiş ve “Ben karışamam. Ne istiyorsan yap.” demekle yetinmiş. Bize de bu aşamada daha fazlası gerekmiyordu. Durumdan gayet memnunduk ve tadını çıkarıyorduk.
[12:21] “CIA AJANI FALAN MISIN?”
12-20b.png
Ani’nin annesinden sonra benim annem de durumdan haberdar oldu. Ona karşı biraz mahcuptum çünkü önce 24 Nisan etkinlikleri için, şimdi de “aşk sebebiyle" ona desteğimi erteliyordum. Ancak annem bu yeni duruma oldukça sevindi ve bana “mutluluğun hakkını verme” tavsiyesinde bulundu.

Ani’yle el ele Yerevan sokaklarında bir akşam vakti yürürken, “Armenak, sen yoksa CIA ajanı falan mısın?” diye soruverdi. Trajikomik bir şekilde Ermenistan’daki ilk sevgilim de ajan olmamdan şüphelenmişti. Cevaplamadan önce bir süre sessiz kaldım.

“Bu soruya ‘Evet’ demek mi yoksa ‘Hayır’ demek mi daha kötü acaba diye düşündüm. Eğer ben bir CIA ajanı olsaydım; bu, sana anlattığım tüm hikayemin bir yalan olduğu anlamına gelirdi. O vakit aramızda dürüst bir ilişkiden bahsedilemezdi. Üstelik Ermenistan’a gelişim de pek iyi niyetli olmamış olurdu. Diğer yandan bu soruya ‘Hayır’ demenin de kendine göre kötü yanları var. Eğer bir CIA ajanı olsaydım, bu oldukça iyi bir işimin olduğu anlamına da gelirdi. CIA’in beni seçmesi, yetiştirmesi ve Ermenistan’a göreve göndermesi, ahlaki boyutu bir yana bırakılarak düşünüldüğünde, üstün bir yeteneğin göstergesi olmalı. Birkaç yıldır da burada olduğuma göre, düşünsene böyle bir durumda bankamda ne kadar para biriktirmiş olurdum. Tüm bunları birlikte düşündüğümüzde, sana verebileceğim cevap, ‘Maalesef ben bir CIA ajanı değilim.’ demek olacak. Sana anlattığım hikaye tamamen gerçek ve bu nedenle de ben hem işsizim hem de parasız pulsuz biri.”

İlişkimizin başlamasından bir hafta sonra annesiyle Yerevan’da bir etkinlikte tanıştım. Öğrendiğime göre annesi de Rusya’da yaşayan babası da ortalamanın üzerinde milliyetçi insanlardı. İlk buluşmada Ermenice olarak Ermeni tarihi ve jeopolitik üzerine sohbete koyulduk. Kendimi sevdirmem ve onaylarını almam kolay değildi ancak Ani’nin verdiği tüyoları değerlendirerek başarılı ilerliyor görünüyordum.
[12:22] “SANA GÜVENMEMELİYDİM.”
12-21a.png
İlişkimizin birinci ayında gezip tozup birbirimizi daha iyi tanımaya çalışırken ilişkimizi pek etrafa duyurmak aklımıza gelmemişti. Birkaç yakın arkadaşla tanışma birinci ayın sonunda yerini Facebook’ta ilişkinin açıktan ilanına bıraktı. Dışişleri’nde çalışan arkadaşımın Sevanavank’ta çektiği bir fotoğrafımızı duyurumuzun görseli olarak seçtik. Aldığımız tepkiler hayli olumluydu, ancak herkesin bu durumdan memnun olmadığını kısa bir zaman sonra acı bir şekilde öğrenecektik.

2 Haziran 2015’te Ani’den gün ortasında bir telefon geldi:
“Armenak, benden bir şey saklamıyorsun değil mi?”
“Nasıl yani?”
“Yani senin hakkında bilmem gereken bir şey var mı?”
“Bilmen gereken şeyleri zaten sana söyledim. Daha öte bilmen gereken acil bir şey yok. Neden sordun?”
“Senin hakkında bana anlatacakları olan bazı kimseler varmış. Onlarla buluşmaya gidiyorum.”
“Peki. Öğrendiklerini benimle de paylaşırsın sonra.”

Doğrusu bu ilginç ve gizemli durum canımı sıkmakla birlikte beni pek korkutmamıştı. Kim ya da kimlerin hakkımda ne anlatacağının merakı ağır basmış, olumsuz bir sonuca yönelik kaygılara beni savurmamıştı. Ancak bu işin başında böyleydi. Saatler geçtikçe durumu daha ciddiye almaya başladım, çünkü Ani’den hiçbir dönüş olmadığı gibi mesajlarım da cevapsız kalıyordu. Mevzu her ne ise bir saat, hadi bilemedin iki saatte biteceğini tahmin ederken saatler birbiri ardına geçip gidiyordu ve Ani’ye ulaşamadıkça kaygılar beni ele geçiriyor, bana işkence ediyordu.

Artık akşam olmuştu. Diz üstü bilgisayarım arızalı olduğundan teknik servisteydi ve eski model renkli telefonumdan Facebook’a girdikten bir süre sonra Ani’nin benimle “ilişki durumu”ndan çıkmış olduğunu ve ortak resimlerimizi sildiğini fark ettiğimde başımdan aşağı kaynar sular döküldü.
12-21c.png
Gördüğüm manzaraya inanmak istemiyordum. Sersemlemiş şekilde aşağı katta yaşayan arkadaşım Sasun’un yanına gittim ve bilgisayarını kullanmak için izin istedim. Sanki eski püskü telefonumdan değil de bir bilgisayar ekranından Facebook hesabıma girsem farklı şeyler görecektim. Ama durum Sasun’un bilgisayarında da aynıydı ve sanıyorum betim benzim atmış olacak ki Sasun hiç iyi görünmediğimi, neyimin olduğunu sordu. Konuşmakta bile zorlanıyordum ve kendimi zorlayarak, “Konuşturma beni Sasun. Sessiz kalmak istiyorum.” diyebildim.

Her kim/kimler Ani’ye ne anlattı ise hedefine ulaşmış görünüyordu. Aşık olduğum kız anlaşılan o ki üzerimi çizmişti ve bu bende müthiş bir ihanete uğramışlık duygusu yaratıyordu. Bunun bir izahı olmalıydı. Zar zor, oturduğum koltuktan kalktım ve odama geri döndüm. Ani’nin telefonunu ısrarcı bir şekilde çaldırmam sonucu telefonunu açtı. Daha eve yeni dönüyordu.

“Ben seninle şuanda konuşmak istemiyorum.”
“Bana kısa da olsa bir açıklama yapmak zorundasın. İlişki durumundan çıkmışsın. Resimlerimizi silmişsin. Neden?”
“Ben sana güvenmekle hata ettim. Sana güvenmemeliydim.”
“Öyle mi? Ne öğrendin de bu kanaate vardın?”
“Söylemek istemiyorum.”
“Söylemek zorundasın!”
“Ailen çok milliyetçiymiş.”
“Bu yeni bir bilgi değil.”
“Benim düşünmeye ihtiyacım var.”

“İlişki durumu”muzu yok etmek, resimlerimizi silmek için düşünmeye ihtiyaç duymamıştı ve şimdi benimle yüzleşmek yerine lafı dolandırıyordu. “Düşünme ihtiyacı”nın sonucunun ne olacağı zaten belliydi. Bu saçmalığa daha fazla katlanamayacaktım. Öfkeyle bağırmaya başladım:

“Düşünecek bir şey yok! Yazıklar olsun sana! Birlikte geçirdiğimiz günlere lanet olsun! Duyuyor musun beni? Lanet olsun! Bitti bu ilişki. Aferin sana!”

Akabinde telefonu kapattım. Sinirimden titriyordum. Yaralanmıştım.
[12:23] ROMANTİK BİR FİLMİN KÖTÜ KARAKTERİ
12-22d.png
Ani’nin ilişkiyi bitirmeye karar verdiğini ve bunun için “yumuşak iniş” manevraları yaptığını düşünüyordum. İlişkiyi bitirdiğimi söylemek, patrona “Sen kovmuyorsun. Ben istifa ediyorum!” demekten farksızdı. Facebook listemden onu silmiş; Skype listeme ise dokunmamıştım. Bazen çevrimiçi oluyordu. Odamda müzik dinlerken, öfkeli ve bazen de hüzünlü bir şekilde yeşil ışığına bakıyordum. Odamdan çıkıp birlikte yürüdüğümüz yerlere gidiyor, o sokaklarda yürürken, Ermenistan’ın benim için ne anlama geldiğini sorguluyordum.

6 Haziran 2015 günü beklemediğim bir şey oldu. Ani’den bir mesaj geldi. Bir sitem mesajıydı bu. Şöyle yazmıştı mesajında:

“O kadar kolay mı sevdiğinden vazgeçmek?! Gerçekten sevdiğin insanı, onu hiç düşünmeyip onun yerine düşünerek, cehennemin dibine göndermek kolay mı ya o kadar?! Sonunda üzülsem bile sana güvenmeyi seçmiştim. Pişman değilim. Sana olan güvenimi çevremdekiler sarsamadılar, bazı şeyleri (belki de hayatımın tercihini yapmak için son kez) düşünmeye ihtiyacım olduğunu dediğimde ve o an bile sana sonuna kadar dürüstken, bir cümle ile, bir an içerisinde beni suçlayıp hayatından silmekle onu yok eden sen oldun. Oysa o büyük tercih günü geldiğinde elimi bırakmayacağına inanmak istiyordum.”

Anlaşılan o ki bazı şeyleri yanlış yorumlamıştım. Beni neden savunmadığını, anlatılanlara neden direnmediğini ve teslim olup resimlerimizi sildiğini sordum kızgın bir şekilde. “Resimlerimizi silmek senden vazgeçmem anlamına gelmiyordu. O gün neler yaşandı sen bilemezsin. Benim zaman kazanmaya ihtiyacım vardı.” dedi.

Peki o gün orada neler yaşanmıştı? Bilgisayar başından saatlerce yazıştık ve ortaya çok enteresan bir manzara çıktı: ilişkimiz Sarkis Hatspanian tarafından saldırıya uğramıştı.
[12:24] “YAHUDİ MASON TÜRK AJANI”
12-23a.png
Ani o günü şöyle anlatıyor:
2 Haziran 2015 - Holokost sınavına gitmeliydim. Sınavdan önce Ruzanna aradı.

“Nerdesin?”
“Sınava gidiyorum.”
“Sınav?”
“Evet. Ne oldu ki?”
“Sınavdan çıktığın gibi hemen beni ara.”
“Tamam peki.”

Sınavdan çıktıktan sonra Ruzanna’yı aradım.
“KGB kapına dayanmadan hemen evime geliyorsun.”

Konunun ne olduğunu tahmin edebiliyordum ama anlayamıyordum. Korka korka girdim evlerine.

Ruzanna: “Korkuyor musun? İşte öyle korkarsın. Korkmalısın da. Boyundan büyük işlere bulaşıyorsun. Otur şimdi Sarkis gelir. Adam o kadar endişelenmiş ki, işi gücü bırakıp bizi aradı. Şimdi senin için buraya gelecek. Biz de geceden beri yerimizi bulamıyoruz. Gel bak kimlerden mesaj alıyoruz.”

Baktım Eva Ananyan isimli bir sayfadan gece saat 4-5 civarında hem Ruzanna’ya hem Şahe’ye* aynı metin kopyalanıp gönderilmiş. Metnin özü de şu:

“Eski Hayaznlı** Ani Sarukhanyan Armenak Taçyıldız isimli Yahudi-Mason-Türk bir adamla ilişki içerisinde. Kızı uyarın, adamdan uzak dursun.”

Daha sonra profili araştırdım ve Sarkis’in sahte hesabı*** ya da Sarkis’e çalışan biri olduğunu hemen anladım.

Kapının zili çaldı ve Sarkis geldi.

Sarkis: “Neler oluyor? Neler duyuyorum? Anlat bakayım iş buna nasıl vardı? Siz ne zaman tanıştınız? Ne zaman yakınlaştınız?”

Sarkis: “Sen, Ermeni bir kız, ne işin var öyle insanlarla? Tanıyor musun hiç onu? Kim olduğunu biliyor musun? Saf mı bu çocuk? Ben onun soyunu sopunu biliyorum. Asker aileden geliyor. Kemalist milliyetçiler. Babası milliyetçi, milliyetçi yürüyüşlere falan katılıyor Türk bayraklarıyla. Kendisi de Ermenistan’a geliyor. Her şeyi geliyor bana anlatıyor, hani günün birinde ortaya bir şey çıkarsa ‘Ben sana söylemiştim.’ diyebilmesi için.”
Sarkis: “Başlarda anne tarafının Ermeni olduğunu söylüyordu. Sonra sadece anneannesinin Ermeni olduğu ortaya çıktı. O da fasulye pilakisine kereviz koyduğundan dolayı. Sonra güya test yaptırdı ve Yahudi olduğunu öğrendi. Gerçek de şu ki Yahudi-Mason-Türk ailenin çocuğudur ve buralarda ne aradığı meçhul.”

Sarkis: “Ne aşkı? Bu romantik dramatik aşk senaryosu bile değil, bu bir saçmalık.”

Sarkis: “Annesi alkolik. Tedavi olacak. O da gidip annesinin tedavi süreciyle ilgilenecek.”
Ben: “Ama dedesiydi hasta olan. Yoğun bakımdaydı. Yani gitme sebebi dedesiydi, yetişemedi. Vefat etti dedesi.”

Sarkis: “Ben her şeyi biliyorum. Biliyorsunuz, kimin hakkında istersem bir telefon açarım Türkiye’ye ve istediğim kişinin dosyası en ufak ayrıntılarına kadar önüme gelir.”

Sarkis: “DKHP-C üyesiydi. Sen biliyor musun DHKP-C’nin ne olduğunu? Git Google’da araştır. Tam bir Kemalist terör örgütü.”

Sarkis: “Sonra gitmiş Allah bilir nasıl Ermeni kilisesinde vaftiz olmuş. Aram Ateşyan’ın Ermenileri kabul etmemesine rağmen böyle insanları kabul etmesi zaten şaşırtıcı değil. Ateşyan sorunsuz bunu kabul etmişse artık sen düşün arkasında ne güçler olduğunu.”

Sarkis: “Ermeni olmadığı ortaya çıkınca onu çağırdım ve dedim ki: ‘Ermenistan pasaportunu derhal devlete teslim ediyorsun ve ülkeyi terk ediyorsun.’ O günden bu yana ne benim, ne de eşimin gözlerinin içine bakmaya cesareti yok. Bir daha karşımıza çıkmadı.”

Sarkis: “Onunla ilişkine devan edersen Ermeni bir kız olarak seni sileriz.”
12-23d.png
Ben: “Şimdi Armenak ajan mı?”
Sarkis: (Dalgacı bir halde) “Hayır, ajan benim.”

Sarkis: “Ben biliyorum ki sen akıllı kızsın ve en doğru kararı alırsın.”

Ruzanna: “Hemen şimdi siliyorsun onu (facebook’tan). Ne kadar tehlikeli bir şeyin içinde olduğunun farkında değilsin. Sonra bize teşekkür edeceksin. Bundan sonra onunla aranda hiçbir söz, hiçbir bağ olmayacak.”

Ben: “En azından son bir kez onunla bir konuşmam lazım.”

Ruzanna: “Hala konuşmaktan bahsediyor. Konuşursan tekrar kandırır seni. Seni kandırabilir ama bizi asla. Onun gibi kimler kimler geldi geçti hayatımızdan senin haberin var mı? Ben onun gibilerini beş parmağım gibi bilirim. Onun nesini seviyorsun? Farklı mıydı? Sen bir Özbek’e de aşık olurdun. Diasporadan mı istiyorsun? Gelecek sene Gevork gelecek, tanıştırırız. Kucağına Tüürk alıp oturtmuşsun, Tüüüüüürk!! Biz başkalarına ders veriyoruz, bizim burnumuzun dibindeki, bağrımıza bastığımız kızımız nelere girişiyor.”

---
* Şahe Acemyan madalya sahibi bir 1. Karabağ Savaşı gazisidir.
** Hayazn Ermenistan’da milliyetçi bir harekettir.
*** Sarkis Hatspanian'ın tarafımızdan tespit edilmiş 8 sahte hesabı vardır. 
[12:25] YARGISIZ İNFAZ
12-24a.png
Ruzanna Ani’nin çok sevdiği ve saygı duyduğu bir kadındı. İkinci annesi gibi gördüğü, hayat hakkında çok şeyler öğrendiğine inandığı bu kadının eşi, benim daha Ermenistan’a gelmeden önce bir Karabağ savaşı belgeselinde tanıyıp hayran olduğum bir isimdi: Şahe… Savaş başladığında Amerika’dan kalkıp savaşa katılmış bir gönüllüydü. Öyle cephe gerisinde hizmet edip de, elinde tüfekle resim çektirip, “savaşı ben kazandım” havalarında olanlardan da değil hani. Ani ile 9 Mayıs Zafer Günü, “Ana Ermenistan” heykeli altındaki Zafer Müzesi’ni gezerken de resimlerine rastlamıştım. Birliği belli, icraatları belli bir şahin ruhtu.

Ruzanna-Şahe çiftinin Ani ile tanışması ise, Ani’nin on altı – on sekiz yaşları arasında, oldukça sert bir milliyetçi hareket içinde gösterdiği çok yönlü faaliyetler sayesinde olmuştu. Milliyetçilik her birini birbirine bağlamıştı ve Ani’nin benimle birlikte olmayı seçmesi, ikilinin Ani’nin üzerini çizmesi ile sonuçlanma tehdidi içeriyordu. Madem bu çift Sarkis tarafından ajan olduğuma inandırılmıştı; o zaman bunu tersine çevirmek mümkündü. Belki çok zordu ama imkansız olamazdı.

Ani’ye Ruzanna’yı arayıp benim için Şahe’den randevu almasını istedim. O bir savaş kahramanı ve eğer ben de iddia edildiği gibi bir ajan isem, o halde ona teslim oluyordum. Beni istediği metotla sorgulamasını ve bana ajan olduğumu itiraf ettirmeyi denemesini önerdim. Ancak bunu başaramazsa, o halde Sarkis’in bir yalancı olduğunu kabul etmeliydi.

Ani Ruzanna’yı aradı ve teklifimi iletti. Fakat restimi görmediler. Kendimi en zor koşullar altında bile savunmama imkan tanınmadan, hükmüm kesinleşmişti.
[12:26] SAVUNMA
12-25a.png
Ani ile buluşmaya Yerevan merkezine geldiğimde, yanımda ona göstermek için bir sürü malzeme getirmiştim. Sarkis ile aramdaki facebook mesajlaşmaları, günlük kayıtları*, telefonda arananlar listesi**, Sarkis’in el yazısıyla doldurduğu formların kopyaları ve daha birçok şey. Dahası onu Artur ile buluşturacak ve hakkımda bir devlet görevlisi olarak görüş bildirmesini sağlayacaktım.

Artur ile bir kafede buluştuk. Ani’ye Artur’a olup bitenleri anlatmasını söyledim. Ani anlattı, Artur dinledi. Sonra sıra kendisine geldi. Vatandaşlık formumun kopyasını eline alıp göstererek, “Ajanlar bu ülkeye bu şekilde gelmezler. Ortada eğer bir ajan varsa, bu Sarkis’ten başkası olamaz.” dedi.

Ani: “Peki formda milliyeti için Ermeni yazıyor. Bu vatandaşlığını kaybetmesine yol açar mı?”
Artur: “Hayır açmaz. Bu yalnızca bir formalite. Esas olan vaftiz kağıdıdır. Merak etme, Armenak vatandaşlığını falan kaybetmeyecek.”

Ani biraz olsun rahatlamış görünüyordu. Artur’a teşekkür ettim ve ayrıldık.

Bir başka mesele de aile üyelerimin itibarsızlaştırılmasıydı. Annemi de babamı da, diğer akrabalarımı da tanımasının en iyi yolu, Türkiye’ye bir ziyaret gerçekleştirmesiydi. Olup biteni babama anlattığımda, “Bir aydır tanıdığım biri için beş saat bana da bir şeyler anlatsalar, ben de şüpheye düşerdim.” diyerek Ani’ye hak vermiş ve eklemişti, “Ani’nin muhakkak Türkiye’ye gelmesi ve bizleri tanıması gerekiyor. Bakalım anlatıldığı kadar kötü insanlar mıymışız? Bunun takdirini o yapsın.”

Babam gibi annem de ilişkimizin başından beri Ani’yi sevmiş, ilişkimize sahip çıkmış bir kişi olarak, yaşananlardan üzgündü. Sarkis’e karşı bana attığı ev kazığından beri güvensizdi. Ani’ye ise tereddüte düştüğü için kızmadığını söylüyordu.

Ancak Ani ile yazı birlikte Türkiye’de geçirme planımız sürecin etkisinden kurtulamadı. Annesi beni daha fazla tanıması gerektiğini, bir buçuk aydır tanıdığı bir insan ile tek başına Türkiye’ye gitmesinin kendisini tedirgin edeceğini söyledi. Biz de karara saygı duyduk. Böylece sıra benim beklenen Türkiye’ye dönüşüme geldi.

---
* Çocukluğumdan beri "günlük" tutma alışkanlığım işe yaramıştı; çünkü Sarkis ile ilişkimin nasıl başladığı ve ilerlediğinin kronolojik, otantik aktarımları vardı. Bu kayıtlar kolayca Ermeni kökenli olmadığımı sonradan öğrendiği iddiasını çürütüyordu. Facebook kayıtları da günlüklerimi destekliyordu.
** Sarkis ile tartışmamdan sonra, anneler gününde eşini arayıp anneler gününü kutlamıştım. Aramızda samimi, içten bir görüşme gerçekleşmişti. Bu samimiyeti gösteremezdim ama, Sarkis'in iddia ettiği gibi çekincelerim olmadığına dair ufak da olsa bir kanıttı. 

©2023, Polipatika 

bottom of page