top of page
Bölüm 10
[10:1] GERİ ADIM

Üniversitede günler hiç de kolay geçmiyordu. Bazı şeyler düşündüğüm gibi çıkmamıştı. Örneğin daha önce Sarkis’in söylediği gibi yabancı öğrenciler için Ermenice derslerin %30’unun İngilizce telafisi falan yoktu. Öğretmenlerden bir dönem içinde öğrenilecek konu başlıklarını alıp İngilizce olarak incelemeye başladım. Burada sıkıntı şuydu: Hangi konunun öğretmen için ne kadar değerli olduğunu, hangi kısımların “gerekli”, hangi kısımların ise “detay” olduğunu bilmeden, kendi meraklarımın doğrultusunda öğreniyordum. Derste İngilizce bir şekilde bir konu hakkında sunum yapmama izin verildiğinde bunu gayet iyi yapıyordum ancak bu sınav için iyi bir hazırlık değildi. Diğer öğrenciler dersi derste öğreniyor, önlerinde duran kitap ve öğretmenlerinin ipuçlarıyla, neyi ne kadar öğrenmeleri gerektiğini bilerek sınavlara hazırlanıyorlardı. Ben ise eve döndüğümde önce sayfalarca yazı okuyor, içlerinden önemli kısımları seçiyor, onların da özetini çıkardıktan sonra hafızama alıyordum. Bu süreç ise oldukça büyük bir zaman ve enerji harcıyordu.
Ermenice derslerin öğretmenlerini bir şekilde İngilizce serbest araştırma, sunum, ödevler ile ikna etmiştim ancak iş bununla bitmiyordu. İngilizce dersleri oldukça üst düzeydi. Sınıf arkadaşlarımın İngilizce seviyesi biraz daha aşağıda olsaydı şayet, İngilizce dersleri en azından benim için biraz rahat geçerdi ve belli oranda savsaklayarak diğer derslere zaman kırpabilirdim. Ama durum hiç de buna müsait olmadı. Her bir İngilizce dersinden (fonotik, leksis, gramer) sonra yeni ödevlerim oluyordu. Dil bilgisi öğretmeni ise her ders sözlü yapıyor, sorduğu bir soruya eksik cevapta ya da eksik bir ödevde kızıyordu. Bazen bu dersin ödevlerini, bazen de diğer derslerin ödevlerini yetiştiremediğimden, pek de iyi bir öğrenci olamıyordum.
Rusça zorunlu dersti ve hiç Rusça bilmeyen diğer diaspora öğrencileriyle birlikte bir sınıfta toplandık. Hızlandırılmış bir şekilde Rusça öğrenirken, Suriyeli ve Amerikalı Ermenilerle birlikte Ermenice sınıfında, Doğu Ermenicesi öğreniyordum. Bir sonraki dönem ise Çince, Farsça, İtalyanca, İspanyolca, Almanca, Fransızca dilleri arasından bir dil seçmemiz istenecekti. Daha ben Ermenice ve Rusçanın hakkından gelememişken bir de başka bir dilin sırtıma binecek olması beni endişelendiriyordu.
Bir süre dersler, sunumlar, ödevler arasında bir o yana bir bu yana koşup durdum. Sonunda ne öğretmenleri ne de kendimi tatmin edemeyecek sonuçlar çıkacağını fark edince, hazırlık okumadan direkt dilbilim okuluna gelmemin bariz bir hata olduğunu anladım. Dönem ortasında Dilbilim Üniversitesi’nden ayrılıp Yerevan Devlet Üniversitesi’nin Hazırlık Fakültesi’ne geçebilir miydim acaba? Sarkis geçemeyeceğimi düşünüyordu.
[10:2] EĞİTİM BAKANLIĞINDA “TUHAF” RANDEVU

Hafta içi bir gün telefonum çaldı. Ermenice bir şekilde konuşmaya başladık. Bir yerde sıkışınca, beni İngilizce konuşan birine bağladılar. Konuşan kişi Eğitim Bakanlığı’ndan aradığını, diaspora öğrencilerinin sorunlarını dinlemek üzere Cumartesi görüşmeye Bakanlığa davet ettiklerini söyledi. Ben de belirlenen saatte orada olacağımı söyledim.
Sarkis’e bu çağrıdan bahsettiğimde bunu tuhaf buldu. Bakanlık neden işgünü değil de, sorunlarımı dinlemek için hafta sonunu seçiyordu ki? Hafta sonları devlet kurumları kapalı olurdu. Sarkis’e “Ben istihbarat olmasından kuşkulanıyorum.” dediğimde, “Sanmıyorum.” dedi ve devam etti, “İstihbarat görüşmek istese neden Bakanlığa çağırsın ki? Onlar parklarda, kafelerde buluşur.”
* * *
26 Ekim 2013 – Günlüğümden:
Bugün Eğitim Bakanlığı’nda randevum vardı. Sarkis Abi’ye beni aradıklarını ve bakanlığa çağırdıklarını söylediğimde, “tuhaf” demişti. Diğer diaspora Ermenilerine sordum; “Son iki haftada Bakanlıktan davet aldınız mı?” “Evet” diyen daha yok.
Buluşma saatine 5dk. kala bakanlık binası önündeydim. Baktım bina kapısı kapalı. İçerde kimse yok. Köşede bir adam sigara içiyor ve bana bakıyor. Beni arayan kişiyi aradım. İngilizce olarak “Armenak merhaba. 5 dakikaya oradayım.” O gelmeden sigara içen adam yanıma yaklaştı. Bu adam Eğitim Bakanlığı’nda daha önce görüştüğüm “Uluslararası İlişkiler ve Diaspora Departmanı Şefi”ydi. Yanıma gelip Ermenice “Dersler nasıl Armenak?” dedi. “Eh işte. Biraz zor.” falan derken, bir adam arabasından indi. Daha önce hiç görmemiştim. Direkt bana doğru gelip elini uzattı. Şef bu arada koca devlet binasının kapısını tıklatıyordu. İçeriden 4-5 resmi üniformalı güvenlik görevlisi kapıyı araladı. Şef ile güvenlikçiler kendi aralarında konuşurlarken sonradan gelen adam, “Gel yürüyelim.” deyip beni uzaklaştırdı.
“Ee beğendin mi Ermenistan’ı?”
“Beğendim. Ancak yapılacak çok iş var.”
“Haklısın.”
Güvenlikçiler kapıyı açtılar ve şef bizi çağırdı. İçeri girdik. Binada in cin top oynuyordu. 4. kata çıktık. O esnada kendimi 2 polis tarafından Terörle Mücadele binasında sorgulanmak üzere en üst kata götürülüyor gibi hissettim. Yaşadığım bana hiç normal gelmiyordu. Asansörden çıkarken, “Şimdi bana vurmaya mı başlayacaklar?” diye geçti. Ama kimsenin bana vurduğu yoktu.
Odaya geçtik. Benimle telefonda konuşan kişi kendini bir komisyon üyesi olarak tanıttı; ama ne komisyonu olduğunu anlamadım. Şef benden izin isteyip bir sigara yaktı ve “Başlayalım.” dedi.
“Ee, nasılsın? Günlerin nasıl geçiyor? Bir sıkıntın problemin var mı? Biz böyle diasporadan öğrencileri çağırır hal hatırlarını sorarız.”
“Teşekkür ederim. Problemim yok değil. Ermenice bilmemem sorun çıkarıyor. Okul yönetimi rahatsız. Diğer öğrenciler gibi ders dinleyemiyorum. (Diğer derslerden geri kalmamak için) Ermenice dersini ihmal ediyorum vs.. vs.. Okuldan ayrılmayı düşünüyorum. Ancak artık vatandaş da oldum. Seneye yeni eğitim döneminde elimi kolumu sallaya sallaya istediğim bölüme gidemeyeceğim. Artık diaspora sayılmam. Keşke Dilbilim Üniversitesi değil de Yerevan Üniversitesi’nin Hazırlık Sınıfı’na gitseydim.”

Şef: “Öyle düşünme. Biz sana yardımcı oluruz. Seni direkt hazırlık sınıfına aktarabiliriz.”
Ben: “Sahiden mi? Bu çok iyi olur.”
Şef: “Türkoloji okumayı düşünür müsün? Ya da uluslararası ilişkiler?”
İşte bu beni çok şaşırttı.
Ben: “Tam da aklımdan geçeni okudunuz. Ben de bu bölümler üzerine düşünüyordum.”
Türk dili ve Türk siyasetine dair bilgi birikimimi avantaj olarak kullanmam gerektiğini belirttim.
Şef: “Dilbilim Üniversitesi’nde İngilizcen gelişir. Senin hızlı bir şekilde Ermenice öğrenmen gerek.”
Ben: “Evet bunun için de Hazırlık Sınıfı’na geçmeme yardımcı olursanız sevinirim.”
Şef: “Tamam biz bunu görüşelim. Okulunla da temasa geçelim. Verdiğin parayı da geri isteyelim. Kasım 10’da yeni bir hazırlık sınıfı açılacak. Sen şimdi okula herhangi bir çıkış başvurusunda bulunma. Benden haber bekle.”
Ben: “Tamam.”
Konuşma arasında komisyoncu da bir şeyler söyledi ama genellikle şefin söylediklerini tamamlayıcı şeylerdi. Şef kartını verdi, komisyoncu vermedi. Şefi odasında bıraktık. Komisyoncu bana eşlik etti. Asansörde, “Senin de söylediğin gibi, Ermenistan’da fazla Türkçe bilen yok. Bilenler de senin kadar iyi değildir.” Bina çıkışına yakın ise, “Üniversite ya da bir başka konuda sıkıntın olursa beni ara.”
Teşekkür ettim ve geleneksel asker selamımı atıp halimden memnun bir şekilde halkın arasına karıştım. Öyle ki, binaya girerken sorgu odasına doğru yürüyormuş gibi hissetmiştim kendimi. Çıkarken ise sanki devlet elini alnıma koymuş da beni takdis etmiş gibi hissediyordum. Söylenen basit bir prosedürdü, ama nedense sezdiğim çok daha derin, özel bir ilgiydi.
[10:3] ASKERLİKTEN MUAFİYET

28 Ekim 2013 – Sarkis beni arabasıyla alıp önce OVIR’e [Organization of Visas, Immigration and Registration], oradan aldığımız kağıt ile de Askerlik Şubesi’ne götürdü. Yolda boyumu, kilomu ölçeceklerini, sağlık durumumu kontrol edeceklerini düşünüyordum. Düşündüğüm gibi çıkmadı. Türkiye’de askerliği ne olarak yaptığımı sordular yalnızca. Bir form doldurduk ve bitti. Görüştüğümüz komutan zorunlu askerliğin yirmi yedi yaşına kadar olduğunu, otuzuma gelen benim askerlik hizmetinden muaf olduğumu söyledi.
Dönüş yolunda Sarkis’in Avrupa hikayelerini dinliyordum. Fransa’ya gitmeden önce Almanya’da geçirdiği sürede sisteme adapte olamadığını, Almanların doğuştan faşist olduklarını, Yahudi Soykırımı’ndan önce Ermeni soykırımında rolleri bulunduğunu ve daha da geride Afrika’da Namibya’da soykırım yaptıklarını söylüyordu. Dediğine göre Fransa’ya gittiğinde ise çok rahat etmişti; Fransa ve Fransızlar tam onun kafasındaydılar. Ben ise ona Almanları tercih ettiğimi, kendisinin tersine, Fransız kültürünü deneyimlediğim kadarıyla kendime pek yakın hissedemediğimi anlatıyordum.
Arabayla mahalleye vardığımızda Eğitim Bakanlığı’ndaki memurdan haber geldi. İşim eksiksiz halledilecekti. Artık harekete geçme zamanıydı.
[10:4] POLİS AKADEMİSİ

Eğitim Bakanlığı’nda bana çıkışa kadar eşlik eden komisyon üyesi, en son “Üniversite ya da bir başka konuda sıkıntın olursa beni ara.” demişti. Görüşmemizden dört gün sonra ona bir mesaj attım ve Hazırlık Sınıfı’nı bitirdikten sonra Polis Akademisi’ne gidip gidemeyeceğimi sordum. İki üç dakika sonra bir başka numaradan aradı ve “Bir gün buluşup dışarda bir kahve içelim olur mu?” diye sordu. Bundan memnun olacağımı belirttim ve bir randevu günü ve saati belirledik.
Buluşmaya elimde eylemci, mahkum, asker, öğrenci fotoğraflarımla birlikte gittim. Oturduğumuz kafede yeni arkadaşım Artur’a [isim gerçek değil] kısa bir hayat hikayesi sundum. Onu Eğitim Bakanlığı’nda çalışan bir komisyon üyesinden ziyade, bir devlet memuru ve dahası devletin temsilcisi olarak görüyordum. Sarkis benden kendi kafasına göre karman çorman ederek doldurduğu forma sadık kalmamı istemişken, ben Artur’a oldukça düzgün bir kronoloji sunuyordum.
Hayat hikayesini pek uzun tutmadım. Onunla sohbetimde daha fazla konuşmak istediğim, iç ve dış siyasetti. Batı’nın demokrasisinin Ermenistan’ın koşullarına uymadığını, Rusya ile olan müttefikliğine sadık kalmasının gerektiğini söyledim. Ermenistan’ın iç siyasetinin temeli “insan hakları” değil, devlet hakları olmalıydı. İşte polis bu devlet haklarının koruyucusuydu! Ermeni milleti devleti olmaksızın asimile olmaktan, yani yok olmaktan kurtulamazdı. Onun varlığına yönelik en ciddi tehdit ise dıştan değil, içten gelen olabilirdi.
Artur ise söylediklerimi anlıyor ve hak veriyor görünüyordu. Muhalefetin ülkeyi daha iyi bir yere götürmekten ziyade, ona zarar verme niyetini taşıdığı inancındaydı. Polisin ve devletin yanında olduğunu söylüyor, benim gibi düşünen bir kişiyle tanışmaktan duyduğu memnuniyeti ifade ediyordu.
[10:5] HAZIRLIK FAKÜLTESİNE GEÇİŞ

Dilbilim Üniversitesi’nde birkaç kağıt imzalayıp, ödediğim paranın bir miktarını geri aldıktan sonra Eğitim Bakanlığı’na tekrar gittim. Narek adında bir başka memur dosyalarımı kabul edip düzenlerken, kendisine Polis Akademisi’ne gitmek için herhangi bir yaş sınırı olup olmadığını sordum. Gülümsedi ve yaş sınırı olmadığını, Ermeniceyi iyi bildikten sonra hiçbir engelimin bulunmadığını söyledi.
Bir hafta sonra Yerevan Devlet Üniversitesi’nin yurtdışından gelen öğrencilere özel Hazırlık Fakültesi’ne kaydımı yaptırmak üzere Uluslararası İlişkiler Ofisi’ndeydim. Hayk adındaki yetkili kaydımı alırken ona da Polis Akademisi fikrimden bahsettim. “Biz sana hazırlığı bitirdiğine dair sertifika veririz ancak Akademi’ye geçiş için garanti veremeyiz.” dedi. Sonra da sordu:
“Neden asker değil de polis olmak istiyorsun?”
“Asker devleti, polis ise politik yapıyı korur. Bu nedenle polis daha politikleşmiş bir güvenlik örgütüdür.”
“Soyunda kim Ermeni? Deden, ninen?”
“Bu konuda konuşmak istemiyorum. Ben kendimi tamamıyla Ermeni hissediyorum.”
Hazırlık Fakültesi’nin bulunduğu mahalleye gittiğimde, karşımda bir üniversiteden ziyade lojmana benzer bir yapı buldum. Ben binayı dışarıdan izlerken yolda Fakülte’nin dekanına denk geldim. Sohbet ederek odasına çıktık. Her ne kadar ufak ve sade bir eğitim merkezi olsa da bulduğum, tanıştığım dekanda da olduğu gibi bir samimiyet bulmuştum. Kim bilir ne anılar vardı bu duvarlar arasında.
Dekan sekreter ile konuştu ve sekreter de beni aldığı gibi Ermenice sınıfına götürdü. Sınıfta Amerikalı, İtalyan, İranlı, Arap arkadaşlarım olacaktı. Bense tek Ermeni'ydim! Ermenice bilmeyen, Ermenistan vatandaşı!
[10:6] MUHALEFETİN MUHALİFİYİM

Sarkis ile aramdaki fikir ayrılıklarından birini de Ermenistan’ın dış politika yönelimi oluşturmaya başladı. O Batı ile Doğu arasında Ermenistan’ın denge politikası yürütmesi gerektiğini, bunun da ancak Rusya’ya karşı bağımsızlık mücadelesi verilmesiyle elde edilebileceğini düşünüyordu. Ben ise bu hedefi isabetli bulmuyor, Ermenistan’ın büyük güçler arasında denge politikası yürütebilecek güce sahip olmadığını ve bu tür bir politik hedefin ancak Ermenistan’a zarar vereceğini savunuyordum. Bana göre Ermenistan ya Batı’yla ya da Rusya’nın başını çektiği Avrasyacı güçlerle tam koordineli olarak hareket etmeliydi. Karabağ’dan vazgeçilmemesi, ancak Ermenistan’ın güvenlik ihtiyaçlarının giderilebilmesiyle mümkündü. Bu ise Rusya’ya baş kaldırarak sağlanamazdı. Aksine güçlenen Rusya ile askeri işbirliklerinin yanı sıra, ekonomik ve politik olarak da bağlar kuvvetlendirilmeliydi.
Sarkis ise Ermenistan’a en büyük tehdidin Rusya olduğunu söylüyor, daha da ileri giderek ara ara “Talat Paşa’yı Putin’e tercih ederim.” diyordu. Ona göre Ermenistan ve Dağlık Karabağ Cumhuriyeti’nin kendisini korumak için Rusya’ya ihtiyacı yoktu. Dahası Rusya göründüğü gibi Ermenistan’ı koruyor falan da değildi. Asıl koruduğu Azerbaycan’dı. Evinin ikinci katında çay kahve içerken bir gün aramızda şöyle bir diyalog geçti:
“Rusya Ermenilere engel olmasa, Ermeni ordusu yarın Bakü’ye girer!”
“Azerbaycan ordusu 90’lardaki ordu değil. Silahlanmaya ne kadar para harcadıklarını, ne tür silahlar aldıklarını biliyor musun?”
“90’larda da bizden güçlüydüler. Mesele silah değil, mesele inanç meselesi. Tekrar savaş çıkarsa oğluma diyeceğim ki, ‘Burası senin toprakların. Gerekirse al bu taşı at.’ O da atacak.”
“Aklıma ‘Son Samuray’ filmi geldi. Hani başrolünü Tom Cruise oynuyordu. İzledin mi?”
Onaylar şekilde başını sallıyor.
"İşte o filmin son sahnesindeki savaş bu tartışmanın özüdür. Yüzyılların savaşçı geleneğine sahip samurayları, Batının gelişmiş silahlarıyla donanmış acemiler ordusuna yenildi."

Ermenistan’ın iç sorunlarına yaklaşımımız da oldukça farklıydı. O ülkenin Rusya ile iş yapan oligarklar tarafından soyulduğunu, bu oligarklardan temizlenmiş bir Ermenistan’ın hızla refaha kavuşacağını iddia ediyordu. Ben ise Ermenistan’ın muhaliflerinin hiçbirinin ağzından düşürmediği oligarşinin gerçek bir sorun olmadığını söylüyordum. 1911’de Alman sosyolog Robert Michels’in “Oligarşinin Demir Kanunu” eserinde açıkladığı gibi, her organizasyonun kaçınılmaz olarak oligarşik olduğuna inanıyor; bu nedenle, öyle veya böyle, oligarşik olmayan bir yönetimin ancak ham hayal olduğunu düşünüyordum.
Ermenistan bağımsızlığından bu yana deprem, savaş, abluka ile mücadele ediyordu. Doğal kaynaklar açısından fakir, denize ulaşımı olmayan dağlık bir ülkenin ekonomik sorun yaşamaması beklenemezdi. Dahası Sovyetler Birliği ekonomisini içerisindeki özerk cumhuriyetlerin birbirine karşılıklı bağımlılığını sağlayacak şekilde planladığından, Sovyetler Birliği çöktüğünde Ermenistan’ın elinde kalan koca koca fabrikalar işlevsizleşmiş, çürümeye terk edilmişti. Hâl böyleyken, ülkenin yaşadığı tüm sıkıntıları “kötü yönetim”e ve oligarklara yüklemek, olsa olsa “haksızlık” olurdu.
Diğer yandan aramızdaki kültürel tercihler de iç siyasetimizi farklılaştırıyordu. Onun Almanlarda gördüğü şey benim Ermenilerden beklentimi, benim Fransızlarda gördüğüm şey de onun Ermenilerden beklentisini oluşturuyordu. Dün Nazi Almanyası demokrasi, hukuk devleti, parlamentarizm gibi liberal değerleri nasıl ezip geçmiş ise, bu değerlere karşı mücadelenin bugün merkez üssü Avrasyacı Rusya olmalıydı. ABD ise sahip olduğu tüm maddi gücüne rağmen, öne çıkardığı “köle ahlakı” ile sadece kendini küçük düşürüyordu. Ermeniler artık “sanatçı barışçıl millet” havalarını bir yana bırakmalı ve dövüşken bir dağlı olmaktan utanmamalıydı. Stratejik aklı ve cesareti birleştiğinde, pekala yoksulluğu da ruhsal olarak tolere edebilirdi. Sarkis ise askerlik ve polislik mesleğinin en aşağı meslek olduğunu söylüyordu.

Eylül 2013 Rusya ziyaretinde Serj Sarkisyan Ermenistan’ın Rusya liderliğindeki Avrasya Ekonomik Birliği’ne katılacağını açıkladı. 2 Aralık’ta ise Putin’in Yerevan’a ziyareti gerçekleşecekti. Kasım ayının sonlarına doğru Sarkis ile yaptığım bir telefon görüşmesi, aramızdaki ilişkinin devam edip etmemesi üzerine beni ciddi şekilde düşündürdü. Ev telefonundan yakında “Rusyacıların” evlerini ateşe vereceklerini söylüyordu.
O zamanlar kendisini pek iyi tanımadığımdan, gerçekten birileriyle bir şeyler planladığını düşündüm. Oysa daha sonraları fark edecektim ki, internet sayfasında ya da bir grup insanın yanında ne kadar kışkırtıcı sözler ederse etsin, polisle karşı karşıya gelinen hiçbir toplumsal olaya katılım sağlamıyor, kenarından köşesinden geçmekle yetiniyordu.
Ona bilgisayarımdan bir mesaj yazarak aramızdaki görüş ayrılıklarının şiddetlenerek devam edeceğini, bu nedenle ilişkiyi düşmanlığa vardırmadan kontrollü bir şekilde sonlandırmayı önerdim. Gönderdiği cevapta şunları yazmaktaydı:
“… nasıl istersen öyle yaparsın, karar senindir. … şimdi bulunduğumuz bu halde oluşumuzun en temel sebebini teşkil eden çok ama çok önemli tarihsel bir olguyu, Ermeni halkının kaderinde çok ama çok suçlu olan Rusları savunmanın İttihat ve Terakki’yi savunmaktan hiçbir farkı olmadığını unutma ama!”
2 Aralık günü Putin Ermenistan’da ziyaretlerde bulunurken, bir grup muhalif Yerevan merkezinde Putin’i ve iktidarı protesto ediyordu. “SSCB’ye hayır!”, “Putin evine dön!” diye bağıran insanların arasında Sarkis’i aradı gözlerim. Ama o hiçbir yerde görünmüyordu. Polisin tavrı ise sert oldu ve gözaltılar yaşandı. Olayları takip eden günlerde bırakın Rus yanlılarının evlerinin kundaklanmasını, evlerinin camına taş atan bile olmadı.
[10:7] TAŞINMA KARARI

2 Aralık 2013 - Ermenistan’ın kışı başlamıştı. Dışarıda kar soğuğundan eve gelip gaz sobasını yaktım. Rusya’nın en ucuz gaz sattığı ülke Ermenistan’dı ve neredeyse her apartmana doğal gaz hattı çekiliydi. Bu nedenle evlerin büyük çoğunluğu gaz ile ısınmaktaydı. Ben sobayı çalıştırınca Olya söylenmeye başladı. Elinde dereceyle gelip, “O kadar da soğuk değil.” dedi.
“Dereceyi ne gösteriyorsun. Ev soğuk işte.”
“Çok para gidiyor.”
“Yahu ben para veriyorum bunun için. Üşümek için vermiyorum.”
“E 50,000 Dram çok değil.”
“Ama sen yaz da aldın bu parayı, bahar da aldın.”
“Aman be aman!”
Bu tavır karar vermeme yeterli oluyor.
“Bak bugün Aralık’ın 2’si. İki ay önceden sana söylüyorum. Şubat’ın 1’ine çıkmış olacağım.”
8 Aralık’ta kar yağdı ve kış sonuna kadar da yerde kaldı. - 10 ile - 15 derece arasında sıcaklıklarda hafta içi her gün Ajapnyak’tan hazırlık fakültesinin bulunduğu Avan’a gidip geliyordum. Yolculuğun yarısı ise alçak tavan eski minibüslerde iki büklüm durarak geçiyordu. Okula yakın bir yerde ev aramaya başladım. Konuyu öğrenen Ermenice öğretmenim neden okulun yurdunda kalmadığımı sordu.
“Odalar kaç kişilik?”
“İki kişilik. Ama iki kişilik ödersen tek de kalabilirsin.”
“Oo öyle mi? Bu iyiymiş. Ne kadar vermek gerekiyor?”
“Kişi başına 10.000 Dram. Yani 20.000 verirsen oda tümden senin.”
“20 bin mi? Çok iyi! Hemen görmek istiyorum odalardan birini.”
“Yurt müdürüyle konuş.”
Ertesi gün İranlı sınıf arkadaşımın yardımıyla bir yurt odası gezdim. Tekirdağ’daki tekli odamdan daha geniş, Ajapnyak’taki odamdan çok az daha dardı.
[10:8] RÜYA DİPLOMASİSİ

Ermenistan’a gelişimin sekizinci ayında ilk kez annemle temas kurdum. Teyzem anneme dair bir haber vermişti. Merak ettim ve halini hatırını soran bir mesaj gönderdim. Yazdığı cevapta iyi olduğundan, rüyalarında sık sık beni gördüğünden bahsetti. Ben de onu yakın zaman önce rüyamda görmüştüm. Pek iç açıcı bir rüya değildi. İkimiz de bir evin salonunda karanlıkta oturuyorduk. Rüyalar üzerine sohbet genel olarak birbirimize içinde bulunduğumuz koşulları anlatmakla devam etti. İnatlaşma noktalarımız çözülmemişti ancak, bir diyalog zemini oluşmuştu.
[10:9] ERMENİ DNA PROJESİ

18 Aralık 2013 – Youtube’da bir video ile karşılaştım. “Ermenistan için Analiz Araştırma ve Planlama” (Analysis Research & Planning for Armenia (ARPA)) tarafından 22 Temmuz 2011 tarihinde yüklenen bu video, Family Tree DNA (FTDNA) şirketi bünyesinde, Ermeniler tarafından yürütülen bir projenin sonuçlarını değerlendiriyordu.
“Ermeni DNA Projesi” adını taşıyan bu projenin yöneticilerinden biri olan Peter Hrechdakian sunumunda öyle veriler sunuyor, öyle çarpıcı yorumlar yapıyordu ki şaşırdım. Şaşkınlığım Sarkis ile olan kimi tartışmalarımda haklılığımı bu denli güçlü onaylamasınaydı.
Ermeniler içindeki farklı soy gruplarını gösteren bir grafik önünde duran Hrechdakian şöyle diyordu:
“Bu çok sürpriz bir sonuç. Bunun sebebi Ermenilerin genetik olarak homojen olmadıklarını göstermesi. Bu farklı genetik grupların gerçek bir gökkuşağı. … Bu (tablo) oldukça çeşitli. Genetik açıdan gerçekten de çeşit çeşit olduğumuzu gösteriyor. Hepimiz Hayk’ın soyundan gelmiyoruz da diyebiliriz.”
Daha sonra dünyanın çeşitli yerlerinden verdiği örneklerle (İrlandalılar, Polonyalılar, Suudiler, vs.) bazı etnik gruplarda bir soy grubunun baskın olduğunu söylüyor, Ermenilerde onun da olmadığını belirtiyordu.
“Eğer ait olduğumuz grupları analiz edecek olursak, 14 kadar grubun gökkuşağına ait olduğumuzu görürüz. Bu 14 grubu da 60 farklı dala ayırabiliriz. Her biri de daha biz Ermeni olmadan önce meydana gelmiştir. Bu akıllara durgunluk veren bir şey. Biz eski Saksonlar gibi değiliz. Ermeniler çok çok çeşitli. Bu durum anne tarafı için de doğru. Belki kendinize soruyorsunuzdur, kim bilir belki çeşit çeşit gruptan erkekler gelip tek bir Amazon türü kadın grubunu bulmuştur diye. Hayır! Anne tarafında da durum tamamen aynı. Çok çok çeşitli. … Daha önce yaptığımız türden bir analizi, mitokondriyal DNA için de yapabiliriz. 13 farklı grup, 55 farklı dala bölünebilir.”
Bu tespitlerden sonra Hrechdakian Ermeni kimliğini sorgulamaya başlıyordu:
“Genetik açıdan bakılacak olursa, Ermeni kimdir? Tipik Emeni diye bir şey var mıdır? Bir Ermeniyi genetik olarak tanımlayamazsınız. Bence şu çok açık ki bir kişiyi test edip, ‘A ha! Biliyordum Ermeni olduğunu; çünkü o şu gruba ait.’ diyemezsiniz. Genetik açıdan Ermeni diye bir şey yoktur. Kültürümüz, dilimiz, dinimiz ile tanımlanırız.”
Sarkis gibi bir ırkçı için homojenlik çok önemliydi. Ona göre öyle bir “genetik kod” olmalıydı ki bu hem bütün Ermenilerde bulunmalı, hem de sadece Ermenilerde bulunmalıydı. Aksi takdirde bırakın “Ermenilerin genetik üstünlüğü”nü, “Ermeniyi Ermeni yapan Ermeni genetiği”nden dahi bahsedilemezdi. Bu nedenle Ermenistan sokaklarında birbirinden fiziksel olarak oldukça farklı tipleri gördüğümü söylediğimde sesini yükselterek itiraz etmişti.
Sarkis’in etnisiteleri tasnifi de oldukça eski modaydı: Hint-Avrupa dillerini konuşan milletler “Ari (Aryan) ırk”a, Semitik dilleri konuşan milletler “Sami ırk”a, Ural-Altay dillerini konuşanlar da “Türk ırkı”na aitti. Hrechdakian ise arkasında duran bir genetik tabloyu dinleyicilere göstererek şöyle diyordu:
“Tüm bunlar Semitik dil konuşanlar. Tüm bunlar da Semitik olmayan dilleri konuşanlar. Bu büyük oranda diller ile genler arasında bir alaka olmadığını gösteriyor. Birisi sırf Semitik bir dil konuşuyor diye Arap bir atası olduğu anlamına gelmez. Ya da birileri sırf Hint-Avrupa dili konuşuyor diye Hint-Avrupa dilinin kalbinden geldiği anlamına gelmez. İnsanların dilleri her dönem değişir.”
[10:10] YALNIZ GEÇEN YILBAŞI

31 Aralık 2013 – Saat 22:00’de evden çıktım ve buz gibi havada, karla kaplı sokaklarda kulağımda müzik, yavaş yavaş yürüyerek bir buçuk saatte Yerevan merkeze vardım. Cumhuriyet Medyanı’nda platform kurulmuştu ve canlı müzik vardı. Toplanmış olan kalabalığın arasına katıldım. Saat 00:00 olduğunda büyük bir havai fişek gösterisi yapıldı. Her şey güzeldi. İnsanlar dans ediyor, birlikte şarkı söylüyordu. Ben de ortamın keyfini çıkarmaya çalışıyordum; ancak bir noktadan sonra bunu başaramamaya başladım. Arkadaş grubu içinde dans eden Hintliler, birlikte eğlenen Çinliler, ailesiyle ya da sevgilisiyle gelmiş Ermeniler arasında, tek başına meydanda dikilen bir ben olduğumu fark ettim. İçime bir hüzün düştü ve Ermenistan’a geldiğimden beri ilk kez kendimi yalnız hissettim. Kendime söz verdim; bir sonraki sene yine bu meydanda kız arkadaşımla birlikte olacaktım.
Melankoli ile gidip bir marketten bir şişe Putinka votka aldım ve eve döndüm. Olya gaz sobasını açtığımda gelip kıstığından, odamda soğuktan ders çalışamaz hale gelince odanın kapısını kapatıp, çareyi sobanın olduğu evin koridoruna taşınmakta bulmuştum. Güya kış geldiğinde soba evi ısıtacaktı ve paramın karşılığını alacaktım.
Koridordaki masama oturdum; Putinka’mın kapağını açtım ve can sıkıntımı gidermesi umuduyla youtube’dan “Çok Güzel Hareketler Bunlar” skeçlerini açıp izlemeye başladım. Bir gün sonra kalp ağrısının üzerine Putinka’nın baş ağrısı da eklendi.
[10:11] SARKİS İLE İKİNCİ DÖNEM

Sarkis’in karısı ve çocuklarına bir yılbaşı hediyesi vermek istedim. Sarkis ile dış politika tercihlerimizde karşı karşıya gelmiş olsak da, ailesinin bana olan yakın ilgisini göz ardı edemezdim. Mesaj atıp ailesi için aldığım hediyeleri uygun bir saatte kapıdan verip veremeyeceğimi sordum. Bir gün sonra telefon açtı ve gayet normal bir ses ile yeni yıl buluşması için evine davet etti.
3 Ocak 2014 akşamı tekrar bir araya geldik. Davete ortak tanıdığımız Gayane ve arkadaşı Hrant da katılmıştı. Sofra birçok içki, meze ve özenle yapılmış yemek ile donatılmıştı. Bazen ortak, bazen de ayrı ayrı sohbetlerle keyifli bir ortamı yaşıyorduk.
Sarkis ile aramda geçen özel bir sohbette ona Eğitim Bakanlığı’ndaki “tuhaf” buluşmada haklı çıkmış olabileceğimi söyledim. Böylece sohbet istihbarat konusuna kaydı. “Güvenlik kurumları Karabağlılardan oluşur.” diyordu ve ekliyordu, “İstihbarata Ermenistanlı almazlar. Ya Karabağlıdır ya da dışarıdan gelmiştir.” Artur da Karabağlıydı. Sarkis devam etti:
“Daha önce istihbaratın kanca attığı çocuklar bana sığınmışlardı. İstihbarat benden çekinir. Ama sen korkmuyorsun anlaşılan.”
“Neden korkayım?”
“Rusya’nın secere işinde iyi bağlantıları var. Onlar senin her şeyini biliyordur. Sana %100 MİT’e çalışıyor gözüyle bakıyorlardır.”
“Peki sen benim MİT olmadığımı nereden biliyorsun?”
“Biliyorum. Herkes öyle sanabilir ama ben olmadığını biliyorum. Olsaydın konuşmazdım zaten seninle.”
Sarkis bir ara Gayane’ye döndü ve, “Bunun ailesi senin ailene benzemiyor. Elde bayrakla yürüyüşe gidiyor.”
Ben: “Evet ama ben buradayım. Üç renkli bayrak altında.”
Gayane: “Çok gurur duyuyorum seninle.”
İstihbarat konusu kapandı ve sohbet yerini ideolojik konulara bıraktı. Bir ara fırsat bulup Ermeni DNA Projesi’nde öğrendiklerimi Sarkis ile mümkün olduğunca paylaştım. Aryanizmin çöktüğünü, fiziki antropoloji üzerinden ırk tanımlamalarının genetik bilimi tarafından geçersiz kılındığını anlattım. Artık benim için de Nazi argümanları tümden temelini yitirmişti ve geriye her şeyin devlet için ve devlete göre tanımlandığı İtalyan tipi faşizm kalmıştı.

Gayane ve arkadaşı izin isteyip gitti. Aile üyeleri de müsaade isteyip bireysel işlerine döndüler. Sofranın başında sohbetimiz devam ediyordu. Sarkis’in Bulgar rakısı da tesirini göstermeye başlayalı epey olmuştu.
“Ben faşistim! Güçlü devlet yanlısı ve Mussolini taraftarıyım. Ermeni milliyetçiliğini de Ermenilerden çok seviyorum.” dedim. Bunu söylemek benim için yasak bir aşkın itirafı gibiydi. “Oh be sonunda söyledim.” denilecek cinsten bir rahatlama sağlıyordu. Devam ettim.
“Şurada bir kardeşim, bir yeğenim oturuyor olsa ve benden bir tavsiye istese, ona şu tavsiyeyi veririm: Kardeşim, dünyada sana anlamlı gelen neresi varsa, git oraya, katkıda bulun, itaat et*. [* “Karşı koymak – bu kölenin soyluluğudur. Sizin soyluluğunuz sözdinlerlik olmalı.” - Nietzsche] Sevmediğin bir yerde kalıp isyancı olmaktan, müzmin muhalif olmaktan iyidir.”
“Neden peki Türkiye’de kalıp oranın milliyetçiliğini yapmadın?”
“Yaşadıklarımdan farklı şeyler yaşasaydım olabilirdi. Çok mantıki bir karar değil bu. Hayat seni bir yere yönlendiriyor.”
[10:12] DAHA DERİNE

Şubat ayı yaklaşıyordu. Hocalı konusu yine gündeme gelecek, Ermeniler soykırım yapmakla suçlanacaktı. İsim vermeden bir dizi çeviri işine giriştim. Ufak ufak belgeseller hazırladım. Artur bu çalışmalarımı gördüğünde oldukça etkilenmiş göründü: “Söyleyecek sözüm yok dostum! Sadece pozitif ve vatansever duygular! İyi iş. Şüphesiz ödüllendirilecektir.” Birkaç gün sonra Avan’a taşınmamda bana yardımcı olurken, yeni iş yerini açıkladı: “Dışişleri Bakanlığı!” Zira bir süre önce Eğitim Bakanlığı’ndan ayrılacağını ve yeni bir pozisyon için iş aradığını söylemişti.
“Dışişleri Bakanlığı mı? Ben Milli Güvenlik Servisi’ne geçersin sanıyordum. Neyse… Yine de fena değil.”
“Türkçe öğrenmem lazım.”
“Sorun değil. Yardımcı olmaya çalışırım.”
Olya ise taşınacağım gün yaklaştıkça fiyat düşürdü.
“Tamam sorun ekonomikse 40.000 Dram versen de olur.”
“Hayır. Gideceğim.”
Bir süre sonra…
“Tamam, kal. 30.000 Dram olsun!”
“Hayır Olya. Okulumun yurduna yerleşiyorum. Yakın ve rahat olacak benim için.”
[10:13] %100 ARMENAK

Artur ile bir buluşmama bir gün elimde bir sürü kağıt, resim, kitap ve netbook ile gittim. Buluşma öncesinde ona kendisini “%100 Armenak”la tanıştırmayı vaat etmiştim. Aile tarihinde bazı güncellemeler yapmak gerekiyordu. Birinci konu başlığı, “Ermeni anne”min pek de Ermeni olmayabileceğine dairdi. Bu söylemin kaynağını oluşturan, anneannemin Ermeni kökenli olmasına dair bir şüpheydi yalnızca. İkinci konu başlığı ise Kurtuluş Savaşı ve I. Dünya Savaşı’na dek geriye giden bir askeri aile kökenine sahip olmamdı.
Artur şaşırmış göründü. Yanımda Hasan Cemal’in “1915: Ermeni Soykırımı” kitabını getirmiştim. Eğer Cemal Paşa’nın torunu bu duyarlılığı geliştirebiliyor, bu bilince varıp adım atabiliyorsa, neden bir başka “Beyaz Türk”, tepkisini çok farklı bir yoldan ifade edemesindi? Bu dünyada her farklılığı, marjinalliği bir komplo teorisiyle mi açıklamak gerekiyordu? Bu dünyada farklı insanlar ve farklı yollar mümkündü. Yine de kendisinden Milli Güvenlik Servisi’ndeki arkadaşlarına (ki Artur orada tanıdıkları olduğunu bir buluşmada belirtmişti) benden bahsetmesini, dilerlerse yalan makinesi ya da ilaç enjekte ederek sorgulayabileceklerini söyledim.
“Dostum, bunlar kesin yöntemler değil. Bu ne senin, ne benim işim. Onlar seni kontrol eder.”
“Benim gerçekliğimi anlamak zordur. Kafayı kullanmayı ve bilgi birikimini gerektirir. Her şey komplikedir. Oysa bilgisiz biri basit düşünür. Bir iki parametreyle karara varır.”
Beni ilgiyle dinledikten sonra şöyle dedi:
“Sen gerçek bir vatanseversin. Evet, deden, büyükbaban bize ters şeyler yapmış olabilir. Ama senin suçun ne? Türkler de bugün suçlu değil. Onlar ne yapabilir? Geçmişi değiştiremez. Büyük deden değil ama, sen benim arkadaşımsın. Bundan böyle benim için bir kademe daha değerlisin.”
[10:14] ÇAYLAK

Ermenistan istihbaratına sinyal verirken, istihbarat servislerinin nasıl çalıştığına dair pek de bilgim yoktu. Beni ne şekilde kontrol edeceklerini, nasıl analiz edip akabinde ne gibi bir tepki vereceklerini bilmiyordum.
Yurt odamı şekil itibarıyla Tekirdağ F Tipi’ndeki tekli odama benzetiyordum. Loş ışıkta içinde volta attığım odamda, düşünceler birbirini kovalıyor, olasılık hesapları ile kafayı buluyordum. İstihbarat hakkında ne kadar çok şey bilirsem, risklere karşı o kadar uyanık olabileceğimi düşündüğüm gibi, istihbarat hakkında çok şey bilmemin de ironik olarak güvenlik riski oluşturabileceğinin farkındaydım.
Kim, neden istihbaratçı olurdu? Ne tür istihbaratçılar vardı? Ne yaparlardı? Hayatlarından ve işlerinden memnun muydular? Bu tip sorulara dair bir sürü İngilizce ve Türkçe kaynağı karıştırmakla birlikte, ara ara istihbarat filmlerine de göz atar oldum. İzlediğim filmlerden biri de “The Recruit” filmiydi. Türkçeye “Çaylak” olarak çevrilen filmin bir sahnesinde deneyimli CIA eğitmeni Walter Burke, “çaylak” ajanlara şöyle ders veriyordu:
“…mezun olanlar Langley dışında, dünyadaki elçiliklerde resmi ajan olarak çalışmak üzere görevlendirilecekler. Diplomatik dokunulmazlıkları olan birer casus olacaklar. Bazen de birisi Gayri Resmi Ajan olarak çalışmak üzere seçilir. G.R.A. casusluğu tam anlamıyla meslek edinir. Sürekli iş başında, yalnız ve korumasızdır. Yakalanırsanız işkence görür, vurulur ve/veya asılırsınız. En güzel tarafı da şu: Bundan kimsenin haberi olmaz.”
Bir başka kısımda Burke:
“Neden buradasınız? Para için değil. Genel Hizmetler altında 15. dereceden maaş alan bendeniz yılda kaç… 75 bin dolar kazanıyorum. Bu parayla güzel bir spor araba bile alınmaz. Seks için değil. Burada çalışırken seks yapmanız zor. ‘Diş sağlığı uzmanı mısın? Ben de bir CIA ajanıyım. Moskova Birim Şefiyim’ Uyanın! Ün mü? Başarısızlıklarınız bilinir. Başarılarınızsa bilinmez. Bu teşkilatın prensibidir. Dünyayı kurtarırsınız ve sizi Langley’de tozlu bir bodrum katına götürüp, limonata ve kurabiye sunarlar ve madalyanızı gösterirler. Madalyayı evinize götüremezsiniz! Öyleyse para, seks ve ün değil. Ne peki? Bence bu odada olmanızın nedeni inanmaktır. İyiye ve kötüye inanıyoruz. Ve iyiyi seçiyoruz. Doğru ve yanlışa inanıyoruz. Ve doğruyu seçiyoruz. Amacımız adalet!”
[10:15] KRAV MAGA

Çocukluğumda karate, lisede aikido, yüksek okulda kick boks, mezuniyet sonrası Ankara’da wing-tsun ile kısa süreler meşgul olmuştum; ancak aklım İsrail savunma sporu Krav Maga’daydı. Türkiye’de sadece İstanbul’un Avrupa yakasında bir iki yerde eğitimi veriliyordu. Gitmek için imkan bulamamıştım. Olya’nın evinden çıkıp yurda geçtiğimde, elimde aylık harcanabilir para miktarı arttığından, ilk işim Yerevan’da Krav Maga dersleri veren özel bir güvenlik akademisi ile bağlantıya geçmek oldu.
Krav Maga bir müsabaka sporu ya da bir “savaş sanatı” değildi. Estetik kaygıları olmadığı gibi, evrenle ruhsal bir armoniyi yakalamak gibi dertleri de yoktu. İlhamını tamamen günümüz koşullarında ölüm kalım mücadelesinden alıyordu. Teknik 1930’ların Yahudi sevmez ortamında, Macaristanlı bir Yahudi olan Imre Lichtenfeld tarafından geliştirilmiş; zamanla İsrail ordusu tarafından güçlendirilmişti.
Akademiye öğrenci olarak başvurduğumda beni şaşırtan bir taleple karşılaştım: “Git önce genel sağlık raporu getir!” Oysa Türkiye’de onca salona üye olurken hiç böyle normal bir talep ile karşılaşmamıştım. Hastaneye gittim ve gereken testleri yaptırıp kardiyolojik olarak yeterince güçlü olduğum anlaşılınca akademiye kabul edildim.
Eğitmenimiz İsrail’de Krav Maga eğitimi görmüş, kurumsal olarak da akademi uluslararası standartları yakalamıştı. Yalnızca bireysel savunma değil, bıçaklı saldırı, boğma, taarruz yöntemleri ve dahası silah kullanma da eğitim programının bir parçasıydı. Eğitmen, “Diyelim ki tekniği uyguladın ve silahı aldın. Ne yapacaksın? Silah kullanmayı bilmiyorsan elindeki ne işe yarar?” diyordu.
İlk ders o kadar yoğun bir kondüsyon egzersizi yaptık ki, hayatımda ilk kez bacağıma kramp girdi. Üstelik kısa süre ara ile her iki bacağıma birden. Çok zaman geçmeden öğrenecektim ki eğitmenimiz her ders limitlerimizi zorlamamızı istiyordu. Bazen beş kişinin saldırısına maruz kalıyor ve elimizden geldiğince düşmeden ayakta kalmaya ve aralardan sıyrılmaya çalışıyorduk. Bazı dersler “acıya dayanıklılık” kazanmak için bol bol birbirimize işkence ediyor, bazen plastik bıçak ile dövüşüyorduk. Yer dövüşünden sopalı, bıçaklı dövüşlere; çoklu dövüşlerden kilit, boğma ve fırlatma tekniklerine kadar birçok alanda aylarca ciddi bir eğitim aldım. Eğitim bir noktada bireysel savunmadan çıkıp özel tim eğitimine döndü. Eğitmenimiz öğretmekte sınır tanımıyordu.
[10:16] TÜRK MİLLİYETÇİSİ ERMENİLER

30 Mart 2014 yerel seçimleri öncesinde Artur ile terkar buluştuğumda, ana sohbet konularından biri de Milliyetçi Hareket Partisi’nin Bakırköy’de aday gösterdiği iki Ermeni adayıydı. Bu durum diaspora ve Ermenistan’ın milliyetçi çevrelerinde büyük rahatsızlık yaratmıştı. Adaylar MHP’nin ırkçı bir parti olmadığını söylüyor, Atatürk’ü övüyor ve 1915’in soykırım olup olmadığını tarihçilere bırakıyordu.
Ermeni milliyetçileri açısından olayın izahı basitti: İhanet! Diğer yandan, bu durumda hoşuma giden bir şey vardı: Bir Ermeni Türk milliyetçisi olabiliyorsa, pekala bir Türk de Ermeni milliyetçisi olabilirdi! Eğer ırkçılık değil “kültür milliyetçiliği” esas ise, bir birey neden kendi içine doğduğu kültürü en yüce kabul etmek zorunda olsundu ki?
Bir Ermeni’nin MHP’li olması bazıları için öyle kabul edilemez, öyle sancı dolu bir çelişki oluşturuyordu ki, çözümü “Onlar Ermeni değil!” diyerek milli aforozda buluyorlardı. Böyle zamanlarda benim gibi biri daha da bir bağra basmalık oluyordu: “Onlar Ermeni değil; gerçek Ermeni sensin!” Dahası Artur da bazen öyle şeyler söylüyordu ki, şaşırıyordum.
“Sen gerçek bir Ermeni savaşçısı ve vatanseverisin! Bütün Ermenilere bir ders vereceksin ve onların ruhlarını uyandıracaksın. Ama sadece Ermenistan’dakilerin değil, diasporanın da! … Yüzde kaç Ermeni olduğundan bile emin olmadan geldin bu topraklara. Ama ben sana söyleyeyim; hayatımda senin kadar yüzdesi yüksek bir Ermeni görmemiştim.”
[10:17] BİR BAŞKA TARİH DERSİ

Hazırlık sınıfının birinci dönemi Ermenice dersiyle geçti. Dersler Ermenice dilbilgisi dışında ağırlıklı olarak Ermeni mitolojisi üzerine metin okumaları ile ilerliyordu. İkinci dönem başlarken üniversite yetkililerine hazırlık sonrası uluslararası İlişkiler bölümüne geçmek istediğimi belirten bir dilekçe verdim. Kabul edildi ve böylece Ermenice derslerinin dışında Ermeni tarih dersleri de almaya başladım.
Bu Polis Akademisi’nden de vazgeçtiğim anlamına geliyordu. Bana hâlâ yirmi yaşındaymışım gibi gelse de, otuz yaşındaydım ve on sekiz on dokuz yaşındaki adamlarla beraber polis akademisinde öğrenci olmanın pek de o kadar iç açıcı olmayabileceğini düşünmeliydim. Kavga benim için yaşım ilerledikçe bedensel alandan zihinsel alana kaymalıydı ve uluslararası ilişkiler okumak, bir zihin savaşçısı olma yolunda uygun bir zemin olarak göründü.
* * *
Tarih öğretmenimiz Vorobyan ailesinin Balıkesirli olduğunu, ancak büyük çoğunluğunun öldürülmüş olduğunu anlattı. Yine de bütün Türklere karşı bir nefretinin olmadığını söylüyordu. Sosyalizme karşı olumlu görüşleri vardı ve sosyalist bir örgüt mensubiyetinden ötürü hapis yattığımı öğrendiğinde bana karşı daha da pozitif davranmaya başladı.
Neredeyse her ders bir konu anlatmam gerekiyordu. Bunun için odamda sözlükten bir sürü kelime bakarak okuma yapıyor, konuşma yaparken sık kullanacağım terimleri ezberliyordum.
Ermenilerin kökenine dair teorilerden sonra “ön-Ermeniler”in Anadolu’da hangi organizasyonları ve devletleri kurduğunu, adım adım hangi askeri başarılarla topraklarını genişletip yayıldıklarını, dönem dönem, kral kral inceliyorduk. Bir gün öğretmen “En çok hangi kralı beğendin?” diye sordu. “Sarduri II.” diye cevap verdim.
“Nedenmiş o?”
“Çünkü bana hiç de ezik bir Ermeni gibi gelmedi. Çevremdeki insanlarla konuştuğumda Ermenileri öyle bir tasvir ediyorlar ki, sanki çiçek çocuklar. Sarduri II bunun böyle olmadığının açık bir kanıtı gibi. Koşullar müsaade ettiğinde, Ermenilerin diğer savaşçı milletlerden hiçbir eksiği olmadığını gayet iyi gösteriyor.”
Sarduri II’yi böyle bir kanıt olarak görmeme yol açan şey, Ermeni tarihi ders kitabında onun dönemine ait okuduğum bir paragraftı .
Սարդուրի II Ք.ա. 764-735 թթ.
«Հայաստանյան բանակը մտնում է Բաբելոնիա՝ նվաճելով ու ավերելով երեք ամրոց և մոտ երկու տասնյակ քաղաքներ, տանելով գրեթե քառասուն հազար ռազմագերի և հարուստ ավար.»
Türkçesi:
Sarduri II MÖ 764-735
"Ermenistan ordusu Babil'e girip üç kale ve yirmi şehri yıkıp fethederek, bol miktarda ganimet ve kırk bin kadar savaş esiri ele geçirdi."

Gelgelelim bir Ermeni krallığı olarak derste işlediğimiz Urartuluların “Ermeni” olduğu şüpheliydi.
Hazırlık Fakültesi’nde tanıdığım öğrencilerden biri Japon Hiroki Kanda oldu. Tokyo Yabancı Çalışmalar Üniversitesi’nde okuyan ve Ermenistan’a da Ermenice öğrenmeye gelen bu yetenekli arkadaş, Ermenicede benden çok öndeydi. İkimiz de ortak tarih dersine giriyorduk.
Bir gün o da benim gibi ayağa kalkıp konu anlatırken, Urartuluların ders kitabında yazdığı gibi Ermeni olmayabileceğini, çünkü Urartuca’nın Ermenice gibi Hint-Avrupa dil grubuna ait olmadığını söyledi. Tarih öğretmenimiz, “Aslında Urartulular Ermenice konuşuyordu ama Ermenice yazıtları kırmışlar, geriye Hurrilerin dili kalmış. Buna bakıp Urartuluları Ermeni olmayan bir şey gibi gösteriyorlar.” dedi. Bu açıklama beni pek ikna etmedi. Hiroki de ikna olmamış olacak ki, gülmeye başladı. Sınıfta milliyetçi olmakla övünen Gürcistan Ermenilerinden biri Hiroki’ye sert bir tonda çıkıştı:
“Ne demeye çalışıyorsun sen! Urartu Ermeni’dir tamam mı!”
Hiroki biraz bu çıkıştan çekindi ve gülümseyen yüzüne bir endişe çöktü. “Ben okuduğum bir şeyi söylüyorum.” diyerek kendini savundu. Öğretmen Gürcistanlıyı sakinleştirdi ve Hiroki’yi yerine oturtup Urartu’nun bir Ermeni krallığı olduğuna dair birkaç şey daha anlattı. Söylediğine göre Tevrat’ta Urartu Krallığı “Ararat Krallığı” olarak geçiyordu. “Ararat” dendiğine göre, bu bir Ermeni krallığıydı.
[10:18] DRO’NUN MOZOLESİNDE

11 Nisan 2014 – Sonunda Aparan’da, Dro’nun mozolesi önündeydim. Artur ile elimizde beyaz karanfiller vardı. Mozolesinin etrafına dizdikten sonra onu selamladık ve Ermenice bir dua okuduk. Yol boyunca Artur’a Dro’nun hayatı üzerine bildiklerimi anlatmıştım. Ermeniler için en kötü Türk eğer Talat Paşa ise, Türkler için de en kötü Ermeni pekala Dro (Drastamat) olabilirdi. Bir Türk gazetesi 2005 yılında Dro’yu okurlarına “İşte Bir Numaralı İnsanlık Düşmanı” diye başlık atarak tanıtmıştı. Haber içeriği ABD’li bir büyükelçinin tanıklığına dayanarak Dro’yu bir savaş suçlusu ilan ediyordu.
İsa “Düşmanını sev.”; “Sağ yanağınıza tokat atana sol yanağınızı dönün.” diye öğüt verirken, Anadolu ve Kafkaslar’da etnik temizlik yapıp, ardından Nazi Almanyası’nın emrinde 18.000 kişilik Ermeni Lejyonu’nun başına geçen bir komutanın molozesi üzerinde haç işareti bulunması da dikkat çekiciydi. Zira “Milli Kilise” mensubu olmak böyle bir şey olmalıydı. Farklı dinden milletler arasında yapılan öldürmeler belki dinen de haklı çıkarılabilirdi. Zira Tevrat’ta Yehova’nın, Kur’an’da da Allah’ın imanlılarına savaş emri verdiği görülüyordu. İsa’nın öğretilerinde savaşçı bir yan olmasa da, Kilise örgütlenmesi “eksiği” gideriyordu!
29 Mayıs 2000 tarihinde Dro’nun naaşı ABD’den getirilip, düzenlenen görkemli bir devlet töreniyle Aparan'daki anıt mezara gömülürken, töreni yöneten Ermeni Baş Patriği 2. Karekin şöyle diyecekti:
"Onu anlatmak için bütün sözcükler yetersiz kalacaktır. General Drastamat Kanayan'ı lâyıkıyla tanımak için dönüp geçmişteki hizmetlerine bakmalıyız. Kendisinin yıllar sonra anavatanına tekrar dönüşü, hiç kuşkusuz ki Ermeni halkının ruhunda bu büyük mücadelenin şahlanışı için yepyeni kıvılcımlar çakmıştır. İnanıyorum ki General Kanayan ve kahraman silah arkadaşlarının ebedî hatırası, genç kuşaklarımıza gelecekte çok daha büyük zaferler kazanmak için ilhamlar vermeye devam edecektir."
Liberal çevrelerde Ermenistan’ın en aklı selim politikacısı olarak gösterilen Levon Ter-Petrosyan da bir konuşmasında dinleyicilere Dro’yu Andranik ve Njdeh ile birlikte en büyük Ermeni askeri liderlerden biri olarak tanıtmıştı. Petrosyan'a göre Dro’nun Aparan’da Türklere karşı başarılı direnişi olmasa ne Yerevan ne de Ermenistan diye bir şey kalmayacaktı ve bu o denli büyük bir işti ki, “1000 yanılgıyı affettirebilir”di. Dolayısıyla, Ter-Petrosyan Türk toplumundaki şu ünlü sözü Ermenice yeniden formülize etmiş oluyordu: “Söz konusu vatansa, gerisi teferruattır."
Peki ben ne arıyordum orada? Beni Dro’ya çeken neydi?
Eğer din değiştirmek artık bir başka Tanrı’ya tapınmak demek ise ulus değiştirmek de artık başka kişi kültleri önünde saygı duruşuna geçmeyi gerektiriyordu. Bir milletin en nefret ettiği, çoğu zaman diğerinin en saygı duydukları arasında oluyordu ve ona gözler önünde saygı gösterisinde bulunmak, Ermeniliğimi milli duygularla bir kez daha kutsayarak bir prosesi tamamlıyordu.
Diğer yandan, her ne ile etkileşime geçersem kendimi onun uç noktasında buluyordum ve Dro da Ermeni milliyetçiliğinin bu uç noktalarından biriydi. Fanatizm olarak da ifade edilebilecek bu uçlara çekilme, benim için bir tür duygu-düşünsel standarttı; bir şeye aşk ile bağlanmanın, tutku ile yapmanın adıydı.
Diderot ise “Fanatizmden barbarlığa tek adımda geçilir.” diyordu. Abraham oğlunu Tanrı’ya olan aşkını kanıtlamak için kesmeye hazırdı. Bir kişiyi öldüren “katil”di belki, bin kişiyi öldüren ise “kahraman”. Böylece “milli kahraman”lar millet sevgisini bin kez kanıtlamış kişiler oluyordu.
[10:19] ERMENİ GÖNÜLLÜ BİRLİKLERİ ve VATANSEVER ŞİİR

24 Nisan yaklaştıkça okulda da hazırlıklarımız sürüyordu. Bir anma hazırlayacak, bu çerçevede ben de bir şiir okuyacaktım. Seçtiğim şiir Silva Kaputikyan’ın bir şiiriydi. Türkçesi şöyle:
ERMENİ DÜNYASI, ERMENİ YURDU
Ermeni dünyası, Ermeni yurdu, Ermeni toprağı,
Bırak bu koca dünyada senin koynunda yaşayayım.
Sen kayalık bir kalesin, kadim;
Kulelerin Aragats ve Ararat.
Bırak kulende bir güvercin olayım.
Görkemin dayanağım olsun.
Her nereye uçsam, her nerede gezinsem,
Yine dönüp senin çatına konayım.
Ve öleceksem, bırak kucağında öleyim,
Ermeni dünyası, Ermeni yurdu, Ermeni toprağı.
Tarih öğretmenimiz ise bizlere derste anlatmamız için konu seçmemizi istediğinde, tercihim Ermeni Gönüllü Birlikleri oldu. Rus devletinin Ermeni milliyetçileri ile nasıl temas kurduğunu, Gönüllü Birlikleri’nin nasıl oluşturulmaya başlandığını ve oluşturulan her bir müfrezenin Anadolu’da gerçekleştirdiği operasyonların askeri sonuçlarını Tarzanca bir Ermeniceyle anlattım. Bir Ermeni olarak “şöyle öldük; böyle bittik, mahvolduk” anlatılarına dahil olmak ise bana pek cazip gelmiyordu.
24 Nisan 2014’de ise Çinli, Japon öğrenciler ve Ukrayna’dan, Gürcistan’dan, Suriye’den gelen Ermeni öğrenciler ile birlikte okulca Soykırım Anıtı’na ziyarette bulunduk.
[10:20] GEZİLER

Mayıs ve Haziran ayı kendime bir bisiklet alıp, bulduğum bisiklet grubu ile gezerek geçti. Yaklaşık otuz kadar bisikletli genç, bazen Yerevan’dan Ermenistan’ın kuzeyine, bazen de güneyine doğru günübirlik yolculuklara çıkıyorduk.
Güzel havaların tadını çıkaran yalnızca bisiklet grubum değildi. Okul olarak da geziler düzenlemeye başladık. Şair Paruyr Sevak’ın evini, 13. yüzyıldan kalma Noravank manastırını ve Türkiye sınırına yakın, din derslerimde öyküsünü dinlediğim Khor Virap’ı da böyle turlarda gezme imkanı buldum.
[10:21] MEZUNİYET

Sonunda mezuniyet vakti geldi çattı. Mezuniyet töreninde dekanımızın imzalayıp verdiği belgede şöyle yazıyordu:
ERMENİSTAN CUMHURİYETİ
ONUR BELGESİ
Yerevan Devlet Üniversitesi – Uluslararası Eğitim Merkezi Eğitiminde gösterdiği ilerleme, disiplin ve sosyal çalışmalara etkin katılımı nedeniyle 2013-2014 öğretim yılı öğrencisi Armenak Taçyıldız’a (bu belgeyi) takdim eder.
27 Haziran 2014
Artık Yerevan Devlet Üniversitesi - Uluslararası İlişkiler Bölümü’nün 1. sınıfına başlayabilirdim. Sınav notlarım yüksekti ancak ben kendi öğrencilik performansımdan memnun kalmamıştım. Kötü bir öğrenci değildim ama, iyi bir öğrenci de olmamıştım. Bu nedenle hazırlık sınıfını tekrar etme kararı aldım. Temmuz ayında bu arzumu ifade eden bir dilekçeyi dekana sundum; kabul edildi.
[10:22] DNA TESTİ

29 Haziran 2014 günü internetten kuzenim Mehmet’le beraber otozomal DNA testi sipariş ettik. Ermenistan’dan Türkiye’ye dönüşümün ertesi, kuzenimin evindeyken kapı çaldı ve test kitlerimiz geldi. Heyecanla paketleri açtık ve talimatlara uyarak, iki adet tırtıklı pamuklu çubuğu birer dakika boyunca sırası ile sağ ve sol yanak içine sürterek doku örneği sağladık. Sert bastırdığım için pamuklara kan bulaştırınca kuzenim, “Bakıyorum da Ermeni çıkana kadar uğraşıyorsun!” dedi; güldük. Akabinde pamuk uçlarını koruyucu sıvıların bulunduğu ufak tüplere bırakıp, zarf üzerindeki adrese PTT’den postaladık. Sonucu almak için Eylül ayına kadar beklememiz gerekecekti. Ailemin etnik kökenine dair ipuçlarını toplayıp spekülasyon yapmaktan yorulmuştum. Her ne isek, açığa çıksın istiyordum.
[10:23] İSTİHBARAT TEORİSİ

İstihbarat hakkında bir şeyler öğrenmek istiyordum. İnternette topladığım bilgiler kısıtlıydı. Türkçe olarak yayınlanmış kitaplar arasında bulabildiğim en ciddi kaynak, Ümit Özdağ’ın “İstihbarat Teorisi” adlı kitap oldu. İstiklal’de gezdiğim bir gün, kitapçıların birinde bulup aldım. Her devletin kendi özgün koşullarına göre farklı bir istihbarat yapısı ve tecrübesi olsa da, bu işin ilmine dair temel düzeyde bilgiler edinebilirdim. Merakla kitabın sayfalarını karıştırmaya başladım.
[10:24] “GERÇEKLERE BAĞLI KAL”

Babamla buluşup sohbet ettiğim bir gün, ona aklımda bir kitap yazma fikri olduğunu söyledim.
“Öyle mi? Ne üzerine yazacaksın?”
“Kendim hakkında yazacağım. Hayatımda nelerin nasıl geliştiğini, kararlarımın arkasındaki psikolojik ve düşünsel etkenleri, zamanla karşılaştığım şeyleri falan yazmak istiyorum.”
“Bir roman tarzında mı yazacaksın?”
“Hayır. Basit bir dille, olduğu gibi yazmayı düşünüyorum.”
“İsimleri gizleyecek misin?”
“Kimini gizleyebilirim, kiminin de sadece adını kullanırım.”
Babam bir süre sessiz bir şekilde düşündü.
“Günün birinde böyle bir şey bekliyordum senden. Tamam yaz. Yaz ama, gerçeklere bağlı kal. Tamamen dürüst kaldıktan sonra, bizim alnımız açık. Yaptığın şeyleri onaylamadık hiçbir zaman. Değiştirmek için oldukça çaba da sergiledik. Elimizden geleni yaptık ama, seni değiştirmeyi başaramadık. Evladımız olduğun için, vazgeçmek de o kadar kolay değil. Elbet bunu sağduyulu insanlar anlayacaktır.”
“Anlayan anlar, anlamayan anlamaz baba. Herkesi ikna etmek, herkese haklı çıkmak diye bir şey yok. Kendimi beğendirmeye çalışmayacağım. Sadece çok biriktim. Bazı şeyler çok karmaşıklaştı gibime geliyor. Yeni tanıştığım insanların soruları altında eziliyorum ve her gerektiğinde uzun uzun kendimi açıklamaktan da oldukça yoruldum. Kitap okunur okunmaz, bu şu an için kaygılarım arasında yok. Ama benim yazmam lazım.”
“Tamam. Yaz bakalım.”
[10:25] ANNEM, DUYGUN ve ERKEK ARKADAŞI

Annemle uzun süren dargınlığımız nedeniyle, birbirimizi görmeyeli epey zaman olmuştu. İlk kez akrabaları ziyaret için gittiği Bandırma’da buluştuk. Daha sonrasında yine Muğla’nın Akyaka beldesindeydik. Ben onunla birlikteyken, ilk kız arkadaşım Duygun annemin hal hatırını sormak için aradı. Aralarında cezaevi yıllarımdan kalma bir arkadaşlık gelişmişti ve benden ayrı olarak da devam ediyordu. O da İstanbul’dan Muğla’ya göç etmişti ve Bodrum’da yaşıyordu. Annem benim de Akyaka’da olduğumu söyleyerek kendisini davet ettiğinde Duygun bir erkek arkadaşı olduğunu ve ona sorması gerektiğini söyleyince, erkek arkadaşını da davet ettik.
Kararlaştırdığımız gün gelip arabayla evin yanına park ettiklerinde, meraklı bir şekilde onları karşılamaya gittim. Yıllar sonra Duygun ile tekrar bir araya geliyordum. Beni arkadaşı ile tanıştırdı. Kıvırcık hafif kır saçları, top sakalı, tişörtü ile kafa dengi bir adama benziyordu. İçkilerini de alıp gelmişlerdi. Birini hemen açıp sohbete daldık.
Duygun’un geçen zaman içinde neler yaptığı, arkadaşının uğraşıları, Bodrum muhabbeti derken konu konuyu açtı ve annemin iddialı yemekleri ile donatılmış masa etrafında, saatlerce sohbet ettik. Ben Duygun’un son sevgilisi hakkında merakımı, arkadaşı da Duygun’un ilk sevgilisi hakkında merakını gideriyordu.
Ertesi gün gittiklerinde, arkalarından annemle sohbet etmeye başladık:
“Duygun ile arkadaşı arasında yirmi yaş fark var ve göründüğü üzere gayet de iyi anlaşıyorlar. Ben ise kendime hep yedi yaş sınırı koydum bugüne dek. Bir kız ne kadar ilgimi çekerse çeksin, eğer yedi yaştan fazla küçükse, kendimi geri çektim. Sanki daha küçük bir kızla ilişki geliştirmek ayıp olurmuş gibi hissettim.”
“Niye kendine böyle bir kural koyduğunu anlayamadım. Neden ayıp olsun? Eğer bir insan ile akıl ve ruh uyumu yakalamışsan, yaş bir engel olamaz.”
“Bilmiyorum, belki de haklısın. Duygun ile arkadaşı bu meselelerin pek de benim sandığım gibi olmayabileceğini gösteriyor.”
[10:26] ERMENİLİĞİMİN DORUĞU

Otuz saatten fazla süren otobüs yolcuğu sonucunda yurt odama vardığımda, tarih 4 Eylül 2014’tü. Varışımdan iki gün sonra kuzenimle yaptırdığımız (otozomal) gen testinin sonucu açıklandı.
Avrupa: %54, Ortadoğu: %41, Kuzeydoğu Asya: %5
Avrupa ve Ortadoğu da kendi içinde alt kümelere ayrılıyordu ve Ortadoğu kümesi içerisinde %41’in tamamı Küçük Asya kümesinde görünmekteydi.
Gen araştırma şirketinin bana özel açtığı sayfada gen merkezlerim harita üzerinde gösterilmişti. Bu haritaya göre her bir gen merkezim farklı renklerde koyudan açığa doğru iç içe geçmiş halkalarla belirtiliyordu. Pembe ile gösterilen Küçük Asya’nın en içteki en koyu halkası, Batı’da Afyon ve Isparta’nın yarısından başlıyor, Konya üzerinden Kapadokya bölgesine varıyor, oradan Doğu’ya doğru genişlemeye devam ederek Maraş, Sivas, Malatya, Elazığ, Tunceli, Bingöl, Erzurum, Ağrı, Kars, Iğdır’a varıp, son durak olarak Yerevan’ı da içine alarak bitiyordu.
“İşte!” dedim, “Tarihi Ermenistan coğrafyası benim gen merkezim! Eğer ben buranın yerlisi isem, o halde ben de Ermeni olmalıyım!”
İki gün sonra elimde bilgisayar ile tarih dersine gittim. Dersin başında öğretmenin masasına netbook’u koyup, “Bakın öğretmenim bu benim gen haritam. Gördüğünüz gibi %41 Küçük Asya olarak gösterilen bölgemin en iç kısmı nasıl da tarihi Ermenistan coğrafyası üzerinden geçiyor.” dedim.
Öğretmenim gülümsedi.
“Evet bu iç kısmın en az yarısı gerçek Ermenistan (‘bun Hayastan’) üzerinde.”
“Eh işte ben genetik olarak bu bölgenin yerlisiymişim. O halde Ermeniliğim genetik olarak kanıtlandı! Üstelik baksanıza, Yerevan da bu iç çember içinde. O halde Yerevan benim öz toprağım!”

Gülümseyerek yerime geçtim. Öğretmen de gülümseyerek ders anlatmaya başladı.
Normalde bir Ermeninin %41 Küçük Asya oranı ile (ki onun da yarısı “gerçek Ermenistan”da gösterilirken) pek de mutlu olması beklenmezken, bendeki pür neşe biraz tuhaf olmalıydı.
Ders sonrasında kuzenimle sonuçları Skype’tan değerlendirmek üzere hızlıca odama gittim. Haritalar üzerinde çalışıp ona sunumlar hazırlıyordum. Elime telefonu alıp sevinçli bir şekilde aklıma geleni arıyordum.
İlerleyen günlerde Artur ile buluşmaya giderken, Yerevan’a çoktan bir başka gözle bakar hale gelmiştim. Kendime durup durup tekrarlıyordum: “Ben burada göçmen değilim. Burası benim ata toprağım!”
Artur da benim gibi habere çok sevindi: “Ya bak gördün mü! Demek ki kan çekiyormuş. Sen Ermeni olduğunu derininde hissederek geldin buraya!” Sarkis’e durumu anlattığımda o da sevindi bu işe ve “Dünya’nın bütün Ermeni genlileri birleşin!” diyerek “espri” yaptı.
Ermeniliğimin doruğundaydım artık.
[10:27] TARİH ÖĞRETMENİMLE HASAN CEMAL ÜZERİNE

12 Eylül 2014 - Facebook’ta bir durum paylaşımı:
Bugün komik bir olay oldu. Tarih dersine elimde Hasan Cemal'in "1915 Ermeni Soykırımı" adlı kitabı ile gittim. Hocama Ermenice, "Bakın hocam bu Cemal Paşa'nın torununun Ermeni soykırımı üzerine yazdığı kitap." deyince, kitaptan ve Hasan Cemal'den habersiz olduğu anlaşılan hocam, bildiği bütün Türkçe küfürleri sıralamaya başladı.
"Hocam, durun ne yaptınız. İyi şeyler söylüyor. Bakın Soykırım Anıtı'na çiçek koyarken resmi var kitabın başında. Düşüncelerinin nasıl yıllar içinde değiştiğini yazmış. Türk milliyetçilerinin 'hain', 'idamlık' ilan ettiği biri."
Ben böyle deyince kitabı sayfa sayfa incelemeye başladı. Aralarda da soruyor:
"Burasının yanına yıldız koymuşsun. Önemli mi ?"
"Evet"
"Haa, ne diyor?"
[10:28] SERT DÜŞÜŞ

Pür neşem birkaç gün sonra yatıştı. Genetik sonuçlarımın etnik unsur belirtmemesi, bunun yerine coğrafi aidiyetler vermesi beni tatmin etmemeye başladı. Kuzenimle genetik farklılığımız az olmakla birlikte, haritalarımız, tonlamalar tıpatıp aynı yerlerde bulunuyordu. Dahası aramızda Küçük Asya oranlarımızın ne kadarının Ermenilere, ne kadarının Anadolu’nun diğer halklarına ait olduğuna dair tartışmalar başladı. Harita üzerinde farklı renkler ve tonlarla gösterilen alanların kişiye özel olmadığı şüphesi iyiden iyiye güçlendi. Family Tree DNA’in tartışma forumunda kişiye özel olmayıp bir şablon olarak verildiklerini öğrendiğimde ise hayal kırıklığım kesinleşti. Zira biri Egeli de olsa Kafkasyalı da, %1 yoğunlukta da olsa %100 de, aynı renk ve aynı tonlamalar ile aynı şekilde gösterilmekteydi. O halde benim Isparta’dan Yerevan’a uzanan “iç çember”im bana ait bir veri değildi. Tüm %41’lik Küçük Asyalılığım en açık tonla verilen dış çembere ait bir yerde de olabilirdi: örneğin Balıkesir ya da Bakü! Bu durum ise “tarihi Ermenistan”ı ıskalamış olabileceğimi gösteriyordu. Aile tarihi üzerine spekülasyonlar yerini genetik spekülasyonlara bıraktığında, yine sancı başladı.
Sonunda forum tartışmalarından Gedmatch adlı bir sitenin varlığını öğrendim. Gen araştırma şirketinden genetik bilgimizi dijital formatta indirebiliyor ve Gedmatch’e yükleyerek, site bünyesindeki projelerden ücretsiz yararlanabiliyorduk. Birbirinden bağımsız bu projeler ise genimizi dünyanın her yanından topladıkları farklı halkları temsil eden örnekler ile karşılaştırarak, bize ne kadar hangi etnisiteye yakın olduğumuzu istatistiki olarak (hemen) söylüyordu. Aradığım cevap da bu sitede olmalıydı.
Talimatlara uyarak ben de genetik bilgimi Gedmatch sitesine yükledim. Projelerin sunduğu hesaplayıcıları kullanmaya başladığımda ise büyük bir sürpriz ile karşılaştım. Bana otozomal olarak en yakın iki etnisite Yunanlar ve Aşkenaz Yahudiler çıktı! Yunanlara yakın olmak şaşırtıcı değildi ama, Aşkenaz Yahudileri en yakın etnisite olarak karşımda görmek, şapkadan tavşan çıkması gibiydi.
Dodecad V3: Aşkenaz Yahudi (1. sırada), yakınlık 8.83
Harappa World: Aşkenaz Yahudi (1. sırada), yakınlık 9.53
Eurogenes EU: Aşkenaz Yahudi (1. sırada), yakınlık 11.39
Dodecad World 9: Yunan (1. sırada), yakınlık 8.24
Dodecad K7b: Yunan (1. sırada), yakınlık 10.5
Dodecad K12b: Yunan (1. sırada), yakınlık 11.58

Projeleri ve hesaplayıcıları tek tek denerken, en sık Yunanların birinci olduğunu, bazen de Aşkenaz Yahudilerin birinci ya da ikinci çıktığını gördüm. Dahası Ermeniler hiçbir projede yakınlık itibari ile (etnisite sıralamasında) ilk 20’ye bile girememişti. Baba tarafımın Girit ve Makedonya’dan geldiği düşünülecek olursa Yunanlıkta şaşırılacak bir şey yoktu ama Levant bağlantım yokken, Aşkenaz Yahudilik de nereden çıkmıştı böyle? Üstelik de Yahudi milletinin %80’ine yakınını oluşturuyorlardı.
Aşkenaz Yahudiler üzerine araştırmalarım bana Levant asıllı bir halk olmaktan ziyade, Kuzey Kafkas, Güney ve Doğu Avrupa’nın özel bir karışımı olduklarını işaret ediyordu.
İçim bir tuhaf oldu. “Eğer babam Yunan ise, o halde Yahudi olan anne tarafım olmalı.” diye düşündüm. "Ermenilik" ise ufukta bile gözükmüyordu! Demek ki ne “tarihi Ermenistan”ın ne de Yerevan’ın yerlisiydim. Yılmaz Erdoğan bir şiirinde, “Ben senin beni sevebilme ihtimalini sevdim.” demişti. Ben ise benim "Ermeni kökenli" olabilme ihtimalimi sevmiştim. Ama anlaşılan o ki, artık o ihtimal yoktu!
Aslında pekala FTDNA sonuçlarımın açıklanmasını beklerken böyle bir sonuca kendimi hazırlamıştım. Lakin açıklanan sonuçları (yani renkler ve tonlar üzerinden belirtilen coğrafi kümeleri) yanlış yorumlayıp %41’in bir bölümünü Ermeniliğe mâl ederek herkese bunu “zafer” edasıyla duyurduktan sonra, Gedmatch sonuçları beni sarstı. İstifra ettim ve yatağa düştüm. Tansiyonum fırlamıştı. Başımda bir basınç vardı ve sanki odam yer çekimsiz bir ortama dönüşmüştü. Kendimle birlikte her şeyin sanki havada süzüldüğünü hissediyordum.
Birkaç gün önce “Ermeniliğimin doruğu”ndayken, yüksekten sert bir düşüş gerçekleştirmiştim. Kendimi iyi hissetmiyordum ve birkaç gün derslere gitmediğim gibi, odamdan da dışarı adım atamadım.
bottom of page