Bölüm 1
[1:1] “SOLCU KİM, SAĞCI KİM?”
“Anne dün siz misafirlerle sofrada konuşurken ‘80 öncesi’nden bahsediyordunuz. ‘Solcular’ varmış, ‘sağcılar’ varmış. Her gün insanlar birbirlerini öldürüyormuş. Ben hiçbir şey anlamadım dinlediklerimden. Solcu kim, sağcı kim?”
“Solcular sosyalizmi savunan insanlara denir. Sağcılar da kapitalizmi savunur.”
“E iyi de sosyalizm ne, kapitalizm ne?”
“Oğlum, sosyalizm yoksulun-zenginin olmadığı, herkesin eşit olduğu sistemin adıdır. Kapitalizm ise tam tersi şekilde, zenginin daha zengin, yoksulun daha yoksul olduğu sistemdir.”
Annemle bu diyalog gerçekleştiğinde ben on üç yaşındaydım. Bugün oldukça yüzeysel bulduğum bu tanımlar, o vakit beni çok etkilemişti. Doğru ya da yanlış, birbirinden farklı yönetim sistemlerinin olması, insana yaşadığı dünyanın bu şekilde olmak zorunda olmadığı mesajını veriyordu. Bu oldukça heyecan vericiydi. Acaba dünya kaç çeşit şekilde yönetilebilirdi? Seçme şansım olsa, ben hangi tür bir dünyada yaşamak isterdim? Bu soruların cevabını bulmak arzusuyla soluğu ansiklopedilerimin başında aldım.
[1:2] SORGULAYAN ÇOCUK
Her çocuk gibi ben de çok ama çok meraklı oldum. Dünyayı keşfetme sürecim kırmanın, parçalamanın, karıştırmanın, kurcalamanın, birleştirmenin ve dağıtmanın yanında, büyüklere sorduğum sorularla da ilerliyordu. Yaşım on üç olduğunda, halen beş yaşındaki bir çocuk gibi meraklı kalmamın sanıyorum ki iki temel nedeni olmuştur. Bunlardan biri annemin sorularıma yaklaşım şekliyse, ikincisi de çocuk ruhumun mevcut eğitim sisteminin dişlilerinden (derslerdeki aşırı ilgisizliğim sayesinde) sağ çıkmayı başarmış olmasıdır.
Anneme gün içinde pek çok soru sorardım:
“Anne küçük dil ne işe yarar?”
“Anne yılanlar nasıl ürer?”
Annem cevabını bildiği soruları bir yetişkine anlatır gibi cevaplardı. Asla “Çocuk ne olsa da.” diye düşünüp, basitleştirme yoluna gitmezdi. Soru sorduğum için hiçbir zaman terslememişti. Her şeyi sormakta özgürdüm. Bu özgürlüğün farkında olmasam da, aldığım tepki hoşuma gidiyor, beni cesaretlendiriyordu. Öyle ki annem cevabını bilmediği sorular karşısında, “Bu sorunun cevabını ben de bilmiyorum. Öğrenip sana anlatırım.” derdi ve öyle de yapardı. Esas olarak anne-oğul arasında ilerleyen bu süreç, benim okumayı öğrenmemle birlikte, kendine alternatif bir kaynak bulmuştu: ansiklopediler!
Benim çocukluğumda internet yoktu. Bilgiyi edinmenin en iyi kaynağı, benim için şüphesiz ki evimizdeki Meydan Larousse, Temel Britannica, Hayat Ansiklopedisi gibi kaynaklardı. Hiçbiri de satın alınmamış, gazetelerden kesilmiş kuponlarla tedarik edilmişti.
Altı yaşından sonra ne zaman anneme ciddi bir soru sorsam, “Ama sen artık okuyorsun. En doğrusunu gidip ansiklopedilerden öğrenebilirsin.” diyor ve beni araştırmaya yönlendiriyordu.
Ansiklopedilerin sayfalarını çevirdiğimde, hayvanları, bitkileri, ülkeleri, tarihi ve bilimsel olayları görüyor, bilmediğim ne kadar çok şey olduğunu fark ederek heyecana kapılıyordum. Aklıma gelmeyen, üzerine soru bile üretemediğim ne çok şey vardı böyle. Ansiklopedi karıştırmak kısa zamanda benim için bir tutkuya dönüştü. Misafirliğe gittiğimizde, eğer o evde bizde olmayan bir ansiklopedi ile karşılaşırsam, hemen ev sahibinden izin istiyor, bütün bir seti yere seriyordum.
[1:3] “ANNE BEN KOMÜNİST OLDUM!”
Meydan Larousse'un “sosyalizm” başlığını bulmakla başladım işe. Ardından “kapitalizm”i, konu başlıklarının altındaki “bknz.”lardan hareketle de diğer ilgili konu başlıklarını... Okuduğumun ne kadarını anladım bilmiyorum ancak, o gün ansiklopediyi kapattıktan sonra, annemin yanına koşup heyecanla “Anne ben komünist oldum!” dedim. Annem ise buna yalnızca gülmekle yetindi.
[1:4] ANNE BABASININ NİKAH ŞAHİDİ
Babam Denizcilik Fakültesi'ni ikincilikle bitirmiş, ömrünün on sekiz yılını denizlerde, okyanuslarda geçirmiş bir kaptandı. Dünya haritasında onun gittiği ülkeleri işaretler, sabırsızlıkla döneceği günü beklerdim. Annem ve babam ben daha bir yaşını doldurmadan ayrılmış olduklarından, babamın sefer dönüşünü beklemek de dedem ve babaannemin evinde nasip olurdu. Kapı zili çaldığında, o kapıyı benden başkası açamazdı. Babamı uzamış sakallarıyla karşımda bulduğumda, heyecanla üzerine atılırdım. Biraz süre geçtikten sonra da ilgim beraberinde getirdiği çikolatalara, hediyelere yönelirdi.
Babam yıllarca açık denizlerde gezdikten sonra “karaya çıkma” kararı alıp, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde okumaya başladı. Mezun olup avukatlığa başladığında, hem kaptan hem de avukat olarak sağlam bir “ticari deniz hukukçusu”na dönüştü. Bu dönemde anne ve babam evliliği tekrar deneyeme karar verdiler. Ben dokuz yaşındaydım ve anne babamın nikah şahitliğini yapmak da bana düştü.
[1:5] BALET OLMANIN DİREĞİNDEN DÖNÜŞ
Çocukluğumda yetenekli bulunduğum bir alan vardı: dans! Kuzenim Mehmet ise Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı bünyesinde öğrencilik yapmaktaydı. Onun vasıtasıyla bale bölümüne alınacak erkek ve kız öğrenciler için açılacak yetenek sınavından haberimiz oldu. Henüz “sekiz yıllık zorunlu temel eğitim” diye bir şey yoktu ve konservatuar eğitimi daha “ortaokul” düzeyinde başlayabiliyordu. İlkokulu bitirmiştim ve sınavlara ben de kayıt oldum.
Elemenin ilk etabı bir tür zeka testiydi. Sınav olmak için ilgili yere gittiğimde neye uğradığımı şaşırdım. Alt tarafı üç kız, üç erkek seçilecekti. Ancak çok yoğun bir katılım olmuştu. Bize gösterilen tahta sıralara dizilip soruları cevaplamaya başladık. Bu sorular şekiller arasındaki farklar ve benzerliklere, kavramlar arası farklar ve benzerliklere, matematiksel işlem ve ilişkilere dairdi. Bitirip çıktım. Bir süre sonra ikinci sınav için isim listesi yayınlandı. Sağda solda ağlayan çocukların arasından korkuyla geçerek listelere ulaştım. Listede adımı bulmak beni rahatlattı. Aday sayısı ise yarıdan aza inmişti.
İkinci elemede sırayla piyanonun yanına alındık ve kulak testine tabi tutulduk. Basılan tuşlarla aynı notada “la” sesi vermeliydik. Eğitmenin eliyle tuttuğu ritmin aynısını tekrarlamalıydık. Bu elemeyi de atlatmayı başardım. Artık daha da az aday kalmıştı.
Üçüncü elemede bütün adaylar iç çamaşırıyla elastikiyet testine alındı. Bacak açma, ayak bükme, çeşit çeşit kıvrılmadan sonra test tamamlandı. Bu test sonrasında geride kalmayı başaran beş kız ve beş erkekten biriydim. Başka bir sınav olmayacak, hangi üç erkek ve üç kızın seçileceğine kurul karar verecekti.
Annem, teyzem, kuzenim ve ben çok mutluyduk. Benim de seçilen üç erkekten biri olacağıma dair güçlü bir inancı paylaşıyorduk. “Balet elbisen benden.” diyordu teyzem. Lakin beklediğimiz gibi olmadı ve artık ağlama sırası bendeydi.
[1:6] “YAŞINA GÖRE BİR ŞEYLER OKU!”
Bir yaz babam, annemle bana gemi hayatı yaşatmaya karar verdi ve İskenderun limanından Tuzla tersanesine gidecek bir geminin kaptanlığını aldı. Yaşım on birdi. Kaptan köşkünde ikinci kaptan beni bir köşede dalmış kitap okurken görünce yanıma geldi.
"Ne okuyorsun?"
"Erdal Atabek’in ‘Kuşatılmış Gençlik’ adlı kitabı."
"Ne anlatıyor?"
Anlatmaya başladım. Bir süre dinledi ve sonra sözümü kesti.
"Yahu yok mu yaşına göre bir şey? Niye bu kitabı okuyorsun? ‘Kuşatılmış Gençlik’ de ne? Gençliğine yazık etme! Yok mu Teksas Tommiks falan?"
[1:7] “ÜSTÜN ZEKALILAR OKULU”
Balet olmayı beceremeyişim sonrasıydı. Ailem ortaokul olarak hangi okula gideceğime karar vermeye çalışıyordu. Bir gün annem IQ testiyle öğrenci kabul eden bir okulun gazete ilanıyla karşılaştı. İlan 1991’de özel eğitim vermeye başlayan Yeni Ufuklar Koleji tarafından verilmişti ve dördüncü eğitim yılına girmek üzereydi. Babamla ilan üzerine görüşmesinin ardından beni alıp o vakit Yakacık'ta bulunan okula götürdü.
Test sırası bana geldiğinde psikoloğun odasına girdim. Önüme sırayla resimler, şekiller koyup sorular sordu. Aralarındaki bağlantıları kurmamı, olay örgüsünü sıralamamı istiyordu. Benzer kelimeler arasındaki farkları soruyor, bazen de sayı dizilerinden sonra hangi sayının geleceğini bulmamı istiyordu. Sonunda “Tamam, bu kadardı.” deyip gülümsedi. Ben odadan çıktıktan bir süre sonra psikolog müdür yardımcısı ile görüşmeye gitti. Görüşme sonunda da annem müdür yardımcısının odasına çağırıldı.
Annemin aktardığına göre müdür yardımcısı ona, “Çocuğunuz üstün zekalı. Böyle bir çocuğa sahip olmak oldukça zordur. Oğlunuzu okulumuzda okutursunuz okutmazsınız, o sizin bileceğiniz iş. Ancak ben size derim ki, bir ebeveyn olarak sizin de onun gibi özel bir eğitime tabi tutulmanız lazım.” demiş.
Böylece “üstün zekalılar okulu”nda öğrencilik hayatım başladı. Dokuz kişilik sınıfımda okul sahibinin oğluyla birlikte iki de Yahudi sınıf arkadaşım vardı. Bir bütün olarak okulun oldukça az sayıda öğrencisi vardı. Ders aralarında ne koridorlarda ne de okul bahçesinde kayda değer bir kalabalık belirirdi. Üstün zekalı çocukların eğitiminde uzmanlaşmış yabancı öğretmenlerimiz vardı. Zorunlu temel derslerin yanında cinsellik, yaratıcılık, temel satranç bilgisi gibi dersler alıyor, tiyatro oynuyorduk.
Bir gün mahallede diğer çocuklarla birlikte top oynarken, apartmandan bir arkadaşımın ablası yanıma gelip “üstün zekalı mı yoksa üstün yetenekli mi” olduğumu sordu. “Yetenek sınavıyla girmedik, zeka sınavıyla girdik.” dedim kendinden emin bir şekilde. Lakin ben de ne gibi bir "üstünlüğe" sahip olduğumu merak etmiyor değildim. Cevapladığım o bulmacalar “üstün” olmayı mı gerektiriyordu hakikaten? Peki ne kadar “üstün”? Ne ben ne de sınıf arkadaşlarım kendi IQ puanını biliyordu.
Çok küçük yaşta okumayı öğrenmiş, on bir yaşında üç dört dil bilen, akıldan çok sayıda matematik işlemini hızlı bir şekilde söyleyiveren bir çocuk değildim. Anaokulunda veya ilkokulda da derslerde göze çarpan bir başarım yoktu. Dahası başarım yoktu! Öğretmenlerin her daim şikayetçi olduğu, “uyumsuz” - “yaramaz” bir öğrenciydim. Okula gitmekten, diğer çocukların arasına karışmaktan nefret ediyordum. Yazmayı öğrendiğim gibi günlük tutmaya, dövdüğüm çocukları neden dövdüğümü not almaya başladım. Ama gel gelelim yaşlı insanları dinlemeyi, onlarla arkadaşlık kurmayı çok seviyordum.
Benim için “matematik” ise bir “ders” değil, paraya dair her şey demekti. Para biriktirmeye, pazarlık yapmaya ve birilerine bir şeyler satmaya dair inanılmaz bir ilgim vardı. Annem beni alışverişe gönderdiğinde iyice gezer, birkaç yerden fiyat alır, pazarlık yapar, alışveriş listesini ucuza getirip aradaki farkı da cebe atardım.
Ders aralarında arkadaşlarımı toplayıp öğrendiğim sihirbazlık numaralarını sergiler, işin sırrını öğrenmek isteyenlere ise “uygun bir ücret karşılığında” hilesini öğretirdim. Bu bazen kağıt katlamayla elde edilen bir şekil bile olabiliyordu.
Aile büyüklerime “Masaj yapayım mı sana?” diye soruyor, “Yap.” dediklerinde bir güzel sırtlarını, omuzlarını, kollarını yoğuruyor, bitince de ücretini söylüyordum.
Avşa’da geçirdiğim bir yaz tatilini, sahilden topladığım istiridye kabukları ve deniz minarelerini yapıştırıcıyla birleştirerek ve oluşturduğum tuhaf şekilleri meydanda bir tahta kasanın üzerinde satmaya çalışarak geçirmiştim.
Annem doların, markın değerini öğrenmek için bana sorar, virgülüyle birlikte cevabını alırdı. Para saymaya dair acayip bir tutkum vardı. Kendi harçlıklarımı tekrar tekrar saymakla yetinmiyor, tanıdıklarımın cüzdanlarından çıkardığım paraları da sayıp yerine koyuyordum. Annem sık sık, "Sayma artık, kafayı yiyeceksin saya saya." diyordu.
Yeni Ufuklar'dayken mahalleye ayrı gazete, okula ayrı gazete çıkarmaya başladım. Gazetelerden bulduğum ilginç haberleri derliyor, kompozisyonlar yazıyor, kur fiyatlarını (çocukların ne işine yarayacaksa!?) ise eksik etmiyordum. Fotokopileri sadece kendim satmıyor, mahalle mahalle gezip satacak olanlara da satılan gazete adedi üzerinden ücret ödüyordum.
Ben okulun öğrencisiyken, ziyaretçilerimizden biri Sakıp Sabancı oldu. Sınıfımıza gelip bana bir iki sıra ötede bir sıraya oturdu. Kameralar karşısında sorularımızı cevapladı. Sorulardan biri “Burcunuz ne?” olmuştu. Soruyu soran arkadaşıma kızmış ve içimden ‘İş adamına sorulacak soru da bu mu? Sizce parayı şu aralar nerede değerlendirmeli?’ diye sormak lazım.” diye geçirmiştim. Ama çekingenliğim tutmuş ve o soruyu Sabancı'ya yöneltememiştim.
Okulumuzun bir başka konuğu ise Süleyman Demirel’di. Okulun bahçesinde kendisine hazırlanmış protokolde otururken, ona yüzünde sakal bıyık makyajıyla sihirbazlık gösterileri yapan öğrenci de bendim.
Bir gün benle bir başka öğrenciyi Star Tv’de bir tartışma programına katılması için seçtiler. Konu televizyonlardaki şiddet içerikli yayınlardı. Bir çocuk olarak etkilenip etkilenmediğimizi anlatmamız isteniyordu. Program kaydı esnasında söz alıp, "Elbette ki etkiliyor. Çocuklar televizyonu açtığında kimleri görüyor? Ellerinde silah tutan insanları, karate kung-fu yapanları! Biz onların ne kadar güçlü insanlar olduğunu görüyoruz. Her sorunu kırıp dökerek hallediyorlar." dedim. Kekelemeden, heyecanlanmadan sağlam bir laf etmiş olduğumu düşünüyor, kendimle gurur duyuyordum. Lakin bir gerçek vardı ki, televizyon programlarını suçlayan ben kendim özel televizyonlar ve şiddet içerikli yayınlar olmadan önce de diğer çocuklarla aramdaki problemleri şiddete başvurarak çözmeye meyilliydim.
İkinci yıl okul yönetiminin eğitim kadrosunu değiştirerek yerli öğretmenlere ağırlık vermesi babamda hoşnutsuzluk yarattı. Okul sahibinin oğlu ile kavga etmem üzerine annem okula çağrıldığında, okul sahibi ile “kimin oğlu haklı” diye çıkan tartışma ise iplerin kopmasına yol açtı. Sene ortasında okuldan alındım ve eve daha yakın, sınıfların ortalama otuz kişi olduğu sıkıcı bir okula verildim. Yeni Ufuklar Koleji’nin ömrü ise çok uzun olmayacak, kuruluşunun 10. yılı olan 2001’de, “ekonomik sıkıntılar nedeniyle” kapanacaktı.
[1:8] "BABA SOSYALİZM NEDİR?"
"Baba sosyalizm nedir?"
Bu soruyu babama yönelttiğimde hukuk bürosundaydık. "Bunu nasıl açıklayacağımı bilmiyorum. Zamanım da biraz kısıtlı. Ama sana bir kitap önerebilirim. Sade bir dili var. Alıp konuyla ilgili kısımlara bir göz atabilirsin." dedi ve ardından kalın hukuk kitapları arasından bir tanesini seçip uzattı. Bu bir kamu hukuku ders kitabıydı.
[1:9] ÇİMLERİN ÜZERİNDE FELSEFE KEYFİ
Annem yaptığı İznik çini tabaklarını, teyzem de takı tasarımlarını sergilemek üzere bir otelin golf sahasında panayıra katılmıştı. Oldukça güzel bir gündü. Güneşli açık bir hava, bunaltmayan bir sıcaklık vardı. Çocuklar oradan oraya koşuşturuyor, bir palyaço ise etrafta dolaşıyordu. Bense çimlere uzanmış, babamdan ödünç aldığım kitaptan Antik Yunanistan'da filozofların devlet yapısı üzerine görüşlerini okuyordum. Teyzem seslendi, "Yahu çocuğum kaldır bir kafanı şu kitaptan da biraz arkadaş edin kendine. Sıkılmadın mı hâlâ saatlerdir bu hukuk kitabını okumaktan?"
Bir süre sonra kitabı kapatıp panayırda gezinmeye başladım. Bir tentenin altında toplanan genç insanlar dikkatimi çekti. Ne yapıyorlardı ki? Yakınlarına gittiğimde bu tentenin bir dövmeciye ait olduğunu fark ettim. Geçici dövme yapılıyordu. Masa üzerinde ise bir dövme kataloğu duruyordu. Sayfaları karıştırmaya başladım.
"Orak çekiç yok mu?"
"Yok."
"Hımm..."
İş başa düşmüştü. Ben de sol kolumun üst kısmına mavi tükenmez kalem ile orak çekiç çizdim.
[1:10] THKP-C DAVA TUTANAKLARI
Anneannemin evinde bir gün kütüphanedeki kitapları karıştırırken bir kitap görüp çektim. THKP-C Dava Tutanakları... Anneannemin devrimle, sosyalizmle hiç işi olmamıştır. Sanıyorum bu kitap teyzemin Nazım Hikmet'e benzeterek aşık olduğu eski eşine aitti. Çok okuyan biriymiş. Kitabı okumaya başladım, ancak her sayfasında on-on beş kadar kelimeye sözlükten bakmam gerekiyordu. Birine bakmasam da, bir cümleyi anlamaya çalışmadan geçsem olmuyordu. Yirmi sayfa kadar sonra usanıp okumayı bıraktım. Yine de iki şey öğrenmiştim. Biri daha öğrenecek çok şey olduğu, diğeri ise Mahir Çayan adında bir devrimcinin varlığıydı.
[1:11] "BEN SOSYALİST DEĞİL, KOMÜNİSTİM!"
Taksim'e TÜYAP kitap fuarına gittiğim bir gün stantların biri özellikle dikkatimi çekti. Bütün kitaplar sol teori ve edebiyata ayrılmıştı. Lenin'in "Proleter Devrim ve Dönek Kautsky" kitabını aldım elime.
"Bu kitap ne kadar?" Beyaz saçlı, beyaz sakallı, gözlüklü bir adam, "Sen mi okuyacaksın?" dedi. Yaşım halen on üç. "Evet, ben okuyacağım." dedim ama soru canımı da sıktı. "O sana biraz ağır gelir. İstersen onu bırak, bak burada bir roman var onu oku." diye devam etti adam. Canımın sıkkınlığı yerini öfkeye bırakıyordu. Hararetle, “Hayır ben bu kitabı okuyacağım!" dedim. Adam gülmeye başladı ve arkalarda bir yerde oturmakta olan arkadaşına seslendi, "Gel gel bak burada genç bir sosyalist var!" O an sanki suratıma bir tokat yemiş gibi oldum. "Ben sosyalist değil, komünistim! Söyleyin neyse parası vereceğim." dedim öfkeli bir şekilde. Şaşırmış bir şekilde ücreti söyledi adam. Cüzdanımdan çıkarıp kaşlarımı çatarak uzattım ve orayı hızla terk ettim.
Kitabı okumaya başladığımda gerçekten de adama hak verdim. Ağır gelmişti doğrusu! Bir tartışma vardı ortada ama neyin tartışıldığını tam olarak anlayamadım. Yine de anlar anlamaz kitabın beşte ikisi kadarını okumayı başardım. Özellikle devrimden sonra burjuva sınıfının neden kendi haline bırakılamayacağının gerekçelendirildiği kısım aklımda kaldı. Bu aynı zamanda devrimin neden bir diktatörlük kurması gerektiğinin de dayanağını teşkil ediyordu.
[1:12] UYUMSUZ ÖĞRENCİ
Yeni okulumda sınıftaki öğrenciler birbiriyle tanışıktı ve ben sonradan geldiğim için bir süre karşılıklı olarak yabancılık çektik. Üstelik dokuz kişilik bir sınıftan yirmi küsur kişilik bir sınıfa geçmiştim. Dersler ise yaratıcılıktan, öğrenci merkezli olmaktan uzak, bilgi bombardımanı şeklinde ilerliyordu. Kimse bize "akıllı çocuk" muamelesi yapmıyordu bu okulda. Müşterilerine özel ilgi gösteren bir şirketin sevecenliğinden ötesi yoktu.
İlk resmi uyarımı "din öğretmenine saygısızlık"tan aldım. Öğretmen sorduğum sorulardan rahatsız olmuştu. Durum öyle bir hale geldi ki, sınıfa girdiğinde ilk sözü "Hadi sen biraz çık gez. Yok yazmayacağım." oluyordu. Koridorda su savaşı yapmaktan ve kavga etmekten iki kez daha uyarı aldım ve sonunda kendimi müdürün odasında buldum. Bir sürü nasihat dinledikten sonra önüme imzalamam için bir kağıt uzattı. Aşağı yukarı yazanlar şu şekildeydi:
"Bir daha disiplini bozucu hareketlerde bulunmayacağıma söz veriyorum. Aksi halde hakkımda uygulanacak disiplin cezasına razı olacağım."
[1:13] "GERİLLA OLUP DEVRİM YAPMAK İSTİYOR."
Yeni okulumda bir veli toplantısı... Toplantıya giden babam hangi öğretmenin sırasına girse bir şekilde beni çekiştiren velilere denk gelmiş.
"Berk diye bir çocuk varmış. Çok yaramazmış. Dersi dinlemediği gibi, bizim oğlana da dinletmiyormuş."
"Evet bizim kız da anlattı onu. Sürekli sorular sorup dersi kaynatıyormuş."
Babam tek tek öğretmenlerle görüşmeye başladığında da hakkımda hiç iyi şeyler duymamış; “Yaramaz, ukala, küstah, tembel, dalgın…” Babam sinirli adam, git gide bana daha fazla bilenmiş. Sıra edebiyat öğretmenine geldiğinde kapısını çalmış. "Merhaba. Ben Berk'in babasıyım." diyerek kendini tanıtmış. Edebiyat öğretmenim Ülkü Özsoy, "Öyle mi? Peki, sizinle en son görüşmek istiyorum." deyince babam, "Eyvah! Adam çok dolmuş belli. Kim bilir bu hocaya neler yaptı?" diye düşünmüş. Sonunda herkes girip çıktıktan sonra tekrar odaya girmiş.
"Buyurun oturun."
"Dinliyorum hocam."
"Berk çok özel bir öğrenci. Her hafta bana çantasından üç farklı kitap çıkarıyor. Gerilla olup devrim yapmak istediğini söylüyor. Ben de ona, 'Sen oku, demokrat bir aydın olarak meclise gir.' diyorum. Diğer öğrencilerden oldukça farklı hayalleri ve kişiliği var. Benim en sevdiğim öğrencim."
"Öyle mi!?"
Bu diyalog sonrasında babam biraz olsun yatışmış. "Gerilla olma hayali" ise onun için ciddiye alınmayacak kadar fantastik, çocuksu bir hayal. Bu sayede eve döndüğünde bana daha az kızmaya karar vermiş.
[1:14] "ANASI BABASI AYRILMIŞ ÇOCUK"
Annem ve babam ikinci evlilik denemelerini ancak dört buçuk yıl kadar sürdürebildi. Ben ortaokul son sınıftayken tekrar ayrıldılar. Annemle birlikte anneannemden kalan eve yerleştik. Yıllar sonra babam sıklıkla "aykırı işler" yapmamı "annesi babası ayrılmış çocuk" oluşuma bağlayacaktı. Daha da ileri bir zamanda ise, "Yıllarca ayrıldık diye böyle davranıyorsun diye düşünmüştüm ama yok yahu! O kadar anası babası boşanmış çocuk var. Hiçbiri de senin gibi değil. Herhalde senin içine şeytan girmiş!" diyerek revize edecekti.
[1:15] ATATÜRKÇÜLÜĞE ISINDIRMA DENEMESİ
Annem komünizme olan ilgimin güçlenerek arttığını gözlemliyordu. On dört yaşımda akıllıca bir hamle yaptı ve beni Atatürkçülüğe ısındırmak için Pendik Atatürkçü Düşünce Derneği'ne götürüp getirmeye başladı. Orada sohbet ettiğimde herkes "solcu"ydu ama kimse "sosyalist" ya da "komünist" değildi. Laiklikten, birlik bütünlükten bahsediyorlardı ama bu bir komünist olarak bana pek fazla şey ifade etmedi. Küresel sorunlara küresel çözümler arıyordum. Komünist yol haritası oldukça netti: sosyalist devrim, proletarya diktatörlüğü, sosyalist devletin dünyaya yayılması, ardından da komünist çağ.
ADD'nin kitap satış bölümünde bir kitap ilgimi çekti ve satın aldım: Anıl Çeçen'in "Ulusal Sol" kitabı. Eve gelip altını çizerek, yanlarına notlar alarak okumaya başladım. Sıklıkla üzerinde durulan "emperyalist devletlere karşı ulus devletlerin direnişi"ni, global olarak "Kuzey-Güney çelişkisi"ni anlamakla birlikte, bu bilgiler çözüm için bana uygun gelmedi. Siyasal düşünce dünyam daha başlangıçtan itibaren ulusal ve dini bakış açılarının, ezilenleri kandırmanın ve sisteme bağlı kılmanın bir aracı olarak icat edildiği yönünde gelişim göstermişti. Kitap nihayetinde beni bilgilendirdi bilgilendirmesine ama temel bakış açımı değiştiremedi.
[1:16] FİLİZLENMEKTE OLAN ÖLÜM KÜLTÜRÜ
Annem ve dedemle birlikte yaşadığım evde enternasyonal sınıf mücadelesi olarak komünist anlayışın teorisini kavramak üzerine çalışmalarımı derinleştirirken, “Türk solu”nun popüler müzik eserleriyle de tanışıyordum. Cem Karaca'nın, Edip Akbayram'ın şarkıları o yaşta beni de pek çokları gibi etkiledi. ADD'den edindiğim Fikret Kızılok'un "Vurulduk Ey Halkım, Unutma Bizi" adlı albümünde, Uğur Mumcu'nun şiirinden alınan "Sizin için Öldük" başlıklı kısım, hem içerik hem de Fikret Kızılok'un etkileyici yorumuyla içime çivi gibi saplandı.
"Giresun'daki yoksul köylüler, sizin için öldük.
Ege'deki tütün işçileri, sizin için öldük.
Doğu'daki topraksız köylüler, sizin için öldük.
İstanbul'daki, Ankara'daki işçiler, sizin için öldük.
Adana'da paramparça elleriyle ak pamuk taşıyan işçiler, sizin için öldük.
Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım unutma bizi!"
İçimde farkında olmadan bir şeyler yavaş yavaş değişiyordu. Komünist aydınlık bir dünyanın rasyonalizmine inanmak günlerime neşe ve umut katmıştı; ancak "dava uğruna ölme", öldürme, işkencelerden geçme düşüncesi, bir süredir acı ve ölüm kültürü olarak içime sızıyor, işin rengini değiştiriyordu. Komünist parıltılı bir gelecek, göremeyeceğimiz, tadamayacağımız bir güzellikti ve başkaları tadabilsin diye bizim kendimizi feda etmemiz gerekiyordu. Neşem solarken içimde bir hüzün ve melankoli büyüyor, bir devrimci şarkı ise beni kabule zorluyordu:
“Ötekilere bıraktık güneşi karşılamayı.
Nasıl ama nasıl isterdik,
İsterdik biz de yaşamayı.
Erken öleceğiz seninle biz,
Şafaktan önce öleceğiz.
Madem ki biz partizanız,
Zincirin ilk halkasıyız,
Erken öleceğiz seninle biz,
Şafaktan önce öleceğiz."
[1:17] "ŞIMARIK BURJUVA ÇOCUKLARIYLA OKUMAM."
Ortaokulu her sene kurul kararı ile geçerek, uyarı ve ihtarlarla birlikte zar zor bitirdim. Babam aynı kolejin lise bölümüne gitmemi istiyordu. Ancak ben daha fazla o okula gitmek istemedim ve Anadolu lisesi sınavlarına girdim. Seçeneklere annemin öğretmen tanıdıklarının önerdiği teknik bir okulu da yazdık. Bu, Tuzla'da Japonların kurup donattığı, idari kadronun Japonya'da eğitim gördüğü, Türkiye'nin o dönem en iyi teknik lisesiydi. Okulu kazandığımda babam itiraz etti.
"Yahu teknik okula gidilir mi? Teknik okul bir an önce hayata atılacaklar içindir."
"Ama elektronik bölümünü bitirdiğimde, üniversite sınavlarında elektronik mühendisliğini seçtiğim takdirde ek puan veriyorlar ve kazanmam neredeyse kesin gibi bir şey oluyor."
"Sen okuduğun kolejin lisesine git. Bitirdikten sonra istersen yine elektronik mühendisi olursun."
"Hayır ben o okula gitmem. Şımarık burjuva çocuklarıyla okumam. Devlet okulunu kazandım ben. Gidip orada halkın çocuklarıyla okuyacağım."
"İyi git oku. Ondan sonra pişman ol da gör. "
[1:18] "ONUN BİLİMADAMI OLMASINI İSTİYORUM."
Giysi dolabımın üzerine büyük bir Deniz Gezmiş posteri astım. Altında babasına son mektubu bulunuyordu. Mektuptaki bir kısım ise şöyleydi:
''Kitaplarımı küçük kardeşime bırakıyorum. Kendisine özellikle tembih et. Onun bilim adamı olmasını istiyorum. Bilimle uğraşsın ve unutmasın ki, bilimle uğraşmak da bir yerde insanlığa hizmettir."
Annem de sıkıştıkça mektubun bu kısmına başvuruyor, bana "Bak görüyor musun kardeşine neyi öğütlüyor! 'Sen de benim gibi devrimci ol.' demiyor, 'bilimadamı ol' diyor. Sen de bilimadamı ol!" diyordu.
[1:19] "HOŞÇAKAL YARIN"
1998 Ekim'inin 2. haftasıydı. Sinemalarda Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını anlatan "Hoşçakal Yarın" filmi oynuyordu. İzlemeye gittiğim salon büyüktü ve gündüz matinesi olmasına rağmen yarısı doluydu. Filmin son beş dakikasına gelindiğinde Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan, Hüseyin İnan idam sehpasında slogan atmaya başladı:
Deniz Gezmiş:
"Yaşasın Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye!"
"Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının Kardeşliği ve Bağımsızlık Mücadelesi!"
Hüseyin İnan:
"Bu bayrağı Türk halkına emanet ediyorum."
"Yaşasın işçiler! Yaşasın köylüler!"
"Yaşasın halkların birliği! Kahrolsun faşizm!"
Ardından sehpalar çekildi ve ben öylesine sesli, kendini kaybetmiş bir şekilde ağlamaya başladım ki, bir süre sonra kendime gelmeye başladığımda beni izleyen seyircilerle karşılaştım.
[1:20] İLK EYLEMİM: CUMHURİYET YÜRÜYÜŞÜ
25 Ekim 1998 - Pendik ADD ile birlikte, Cumhuriyet'in 75. yıldönümü kutlamaları çerçevesinde gerçekleştirilecek “Cumhuriyet Yürüyüşü”ne katılmak üzere annemle Şişli'ye gittik. Bu yürüyüş benim de ilk eylemim oldu. Hayatımda ilk kez, sol elimi yumruk yapıp havaya kaldırarak slogan atıyordum. Attığım sloganlar, içinde yürüdüğüm kortejle uyumlu bir şekilde Atatürkçü sloganlardı. Bu kitlesel eylemin parçası olmak heyecanlıydı, ancak bir yönüyle de eksikti: tehlikesi yoktu. Uzunca süre ayakta kaldıktan, yürüdükten ve bağırdıktan sonra tatlı bir yorgunlukla, yine ADD ile birlikte, Pendik'e geri döndük. Güzeldi.
[1:21] 15. YAŞ GÜNÜ
On beşinci yaş günümde, annem evde sürpriz bir doğum günü partisi hazırladı. Bir arkadaşım mahallede beni gezdirirken meğer diğer arkadaşlarım evde balon şişiriyormuş. Eve döndüğümüzde onları karşımda bulmak beni mutlu etti. Biri ilkokuldan sınıf arkadaşım, diğer ikisi de mahallede devrimci muhabbetlere girdiğim abilerimdi. Biri bana doğum günü hediyesi olarak Grup Yorum kaseti almıştı. Bir diğeri ise cüzdanında taşıdığı Ferhat Tunç resmini çıkarıp hediye etti. Birlikte duvarımdaki resimlerin arasında bir yere yapıştırdık. Daha sonra ise balonların üzerine orak çekiç çizip sloganlar yazdık.
[1:22] "BİR ÖRGÜTÜM OLMALI."
Sonunda, "Madem ki ben bir komünist devrimciyim, bir örgütüm olmalı." diye düşündüm. İyi ama hangisiydi doğru olan? On üç yaşımdan on beşime kadar olan iki yılda sosyalizmin kapitalizmden farkını anlamak için zaman harcamış ve sosyalist devlete ancak devrim yoluyla varılabileceğine ikna olmuştum. Peki ama devrim nasıl yapılırdı? Bunun için uygun yol neydi? Kırdan şehre mi yayılmak gerekiyordu, şehirden köylere mi? Her yerde eş zamanlı bir isyan mı örgütlenecekti yoksa kurtarılmış bölgeler mi oluşturulacaktı? Örgütlenme işçileri mi birinci hedef olarak görmeliydi, köylüleri mi? Bu ve bu türden pek çok soru kafamı kurcalıyordu. Komünizmin üstünlüğü bana o kadar açık geliyordu ki, önyargısız, anlamak için dinleyen hemen herkes çabucak ikna olabilir sanıyordum. Herkesin doğruları öğrenmesini sağlamalı, örgütlenip "ahlaksız insanların", "zalimlerin" düzenine bir son vermeliydik.
Devrimci örgütler arasındaki farkları anlamak için Pendik'ten kalkıp Kadıköy'e gidiyor, ne kadar devrimci dergi varsa toplayıp dönüyordum. Aldığım dergileri evde annemden gizli okumak da, çocuksu bir illegaliteydi benim için.
[1:23] "MARKSİZM ve GERİLLA SAVAŞI"
Lise birinci sınıftaydım. Okulun kantinindeki bir masa üzerinde kitap ve defterlerimi açmış, bir yandan yapacağım elektronik devrenin notlarını yazarken, diğer yandan da malzemelerini bir araya getiriyordum. O sırada son sınıflardan tanımadığım bir öğrenci yanımdan geçerken laf attı:
"Ee geleceğin emekçisi olmak nasıl bir duygu?"
Başımı kaldırıp baktım. Gözlüklü, siyah dalgalı saçlı, beyaz tenli bir gençti. Bu soru beni oldukça heyecanlandırdı. Birkaç saniye ona şaşkınlıkla baktıktan sonra cevap verdim:
"Kendi alın terimle, sömürmeden para kazanacağımı bilmek çok güzel bir duygu!"
Sanki aramızda bir parola-işaret sistemi vardı. Onun cümlesindeki "emekçi" kelimesi, benim cümlemdeki "alın teri", "sömürü" kelimeleri ile eşleşmişti ve biz aynı cephenin askeri olduğumuzu anlamıştık. Ben böyle bir cevap verdiğimde, bu sefer şaşıran karşı taraf oldu. Gideceği yere gitmekten vazgeçmiş gibi, gelip karşıma oturdu.
"Kitap okur musun?"
"Evet okurum."
"Ne okursun mesela?"
"Bunu sana söyleyemem."
"Söyle ya ne olacak?"
"Peki. Şuanda 'Marksizm ve Gerilla Savaşı' kitabını okuyorum. William Poweroy'un..."
"..."
Bir sessizlik oldu. O bana, ben ona baktım bir süre. Tepkisini bekledim. O da sanki ne yapacağını düşünüyordu. Sonunda elini uzattı ve, "Tanışmadık. Ben Ali Rıza." dedi. Ben de elimi uzatıp adımı söyledim; tokalaştık. Takip eden süreçte beni okul bünyesinde ne kadar devrimci, solcu öğrenci varsa tanıştırdı.
[1:24] "ÖLDÜRMEK KESİN KONUŞMAKTIR."
Turhan Feyizoğlu'nun yedi yüz sayfalık "Mahir" adlı bir kitabı vardır. THKP-C Dava Tutanakları'na rast gelip bir süre okuduktan çok sonra, Mahir Çayan'ın kim olduğunu ve kavgasını daha fazla öğrenme niyetiyle bu kitaba başvurdum. Deniz Gezmiş ile Mahir Çayan'ı kıyasladığımda, Mahir'i çok daha inançlı bir devrimci olarak görüyordum. Eğer komünizm uğrunda ölünebilir bir hedefse, pekala uğrunda öldürebilir de olmalıydı. Haluk Bilginer'in başrolünü oynadığı 2006 yapımı "Polis" filminde Musa Rami karakteri, "Öldürmek kesin konuşmaktır." diyecekti. Eğer dünyayı değiştirmek istiyorsak, kesin konuşmaktan başka yol yoktu. Devrimi istiyormuş gibi mi yapacaktık, yoksa gerçekten isteyerek ne gerekiyorsa yapacak mıydık?
Diğer yandan Deniz Gezmiş'in bu denli popüler olmasını sorguluyordum. Kısa süre önce sinema filmine dahi gitmiştim. Filmden sonra ise "Hakkında film çekilebildiğine göre, sistem için yeterince tehlike arz etmiyor olmalı." diye düşündüm.
Mahir Çayan'ın "Bütün Yazılar"ının toplandığı bir kitap satın alıp okuduktan sonra, Türkiye üzerine çözümlemelerini, devrimci stratejisini öğrendim. Söylediklerinin doğruluğunu ölçebilecek ne derinliğe sahiptim, ne de bilgiye. Ancak okuduğum hiçbir cümlesi beni şaşırtmamış, içimde bir dirençle karşılaşmamıştı.
Türkiye devrimci hareketinin öncülerinden bir diğer isim de İbrahim Kaypakkaya'ydı, ancak hakkında özel bir araştırmam olmadı. Onu ve fikirlerini daha çok "Kaypakkayacı" denilen yayınları diğer devrimci yayınlarla birlikte edindiğimde, kıyaslamalar yaparak öğreniyordum. Bu kıyaslamalar esnasında Kürt sorunu çok çarpıcı bir şekilde önüme çıkıyordu. "Kürtlerin ulusal mücadelesi", "Kürtlerin sorunları", "Kürdistan" konularının sıklığı beni boğuyordu.
"Türkiye'de yaşayanlara Türkiye halkı denir. Türk, Kürt, Laz, Çerkez... Hepsi tek bir halkın unsurlarıdır. Hepsinin sorunu birdir: kapitalist düzen! Yıkılması gereken budur. Sosyalizm her ulusun ezilenlerinin ortak ülküsüdür. Aksi komünizme ihanettir." Böyle diyordum. Birilerinin "Türk solu" olarak gördüğü bu yaklaşımı, "Türk solu" kavramından habersizce savunuyor, benimsiyordum. Lenin'in "ulusların kendi kaderini tayin hakkı" konusunda yazdıklarını okumayı bile reddettim.
Böylelikle daha fazla Grup Yorum kasedi edinmeye, okuduğum dergi çeşidini ise azaltmaya başladım. Mücadele edeceğim "Cephe"yi yavaş yavaş buluyordum.
[1:25] "SİSTEM"LE İPLER KOPUYOR
Lise 2'ye geçtiğim yıl üniversiteye giriş sisteminde ciddi bir değişiklik yapıldı. Babamı teknik liseye gitmem konusunda iknaya gayret ederken ona "elektronik mühendisliği garanti" demiştim. Ancak yeni sınav sistemiyle teknik ve meslek lisesi öğrencileri liseden bozma iki yıllık yüksekokullara yönlendirilmeye başlandı ve dört yıllık üniversite tercihi olarak ulaşılabilir yalnızca teknik öğretmenlikler kaldı. Çocukluğundan itibaren öğretim kurumlarından nefret eden biri olarak, öğretmen olma hayali kuramıyordum. "Okuduğumuz bir yılı yakalım ve düz liseye sıfırdan başlayalım." dediğimizde, "Hayır hiçbir yere gidemezsiniz. Geçen sene eğer sınıfı geçemeyip kalsaydınız gidebilirdiniz. Ancak sınıfınızı geçtiniz ve artık bu okulu bitirmeden hiçbir liseye tekrardan başlayamazsınız." dendi. Bu olay "sistem" olarak tanımladığım şeyin bir parçası olmakla kendimi devrime adamak arasındaki kararsızlığımın da sonu oldu.
“Sistem”le ipleri öyle kararlı kopardım ki, yıl içinde on üç dersimin on tanesi zayıf geldi. Dersleri dinlemek yerine bir köşede ya volkmen dinliyor ya da sıranın altında kendi kendime satranç oynuyordum. Sınavlar ise can sıkıntımı atmak için kopya çekme oyunundan fazlası değildi. Eğer öğretmen kopya çekmeye müsaade eder de sınıfta bir uğultu belirirse tüm hevesim kaçıyordu ve boş kağıt verip çıkıyordum. "Devamsızlık hakkı" dediğimiz yirmi günü, on dokuz buçuk yapana kadar okuldan kaçıyor, sıkça da bir arkadaşımla içki içmeye sahil kenarına gidiyordum. Bunalım, melankoli ve kaybolmuşluk duygusu beni devrimci mücadeleye günden güne daha da yaklaştırıyordu.
[1:26] HAYDAR
Elektroteknik Atölyesi öğretmenimizin bir uygulaması vardı. Üç dört saat süren atölye işlerinden sonra herkesin masasını ve etrafını temiz tutmasını isterdi. Bunu sağlamak için de üzerinde "Haydar" yazan tahta bir sopa ile, ders sonunda denetlediği masalarımızda bulduğu her bir parça için avuç içlerimize sertçe vururdu.
Bir gün masamı oldukça dağınık bıraktım. Kablo kırpıntıları, damlamış lehim, tıraşlanmış kalem parçaları... Öğretmen yeterince temiz bulmadığı her öğrenciyi cezalandırarak benim sırama geldi. Masamın halini gördüğünde şaşkına döndü. Ondan fazla "çöp" parçası vardı.
"Aç bakalım elini." dedi, açtım. Sert bir şekilde vurmaya ve her zamanki gibi saymaya başladı. "Bir, iki, üç..." Elimi diğer öğrenciler gibi darbeden sonra sallamıyor ya da ovuşturmuyordum. Tepkisiz ve bazen de gülümser bir yüzle öğretmene bakıyordum. Beşinci ya da altıncı darbeden sonra, "İstersen biraz da öbür elinden devam edelim." dedi. "Hayır öğretmenim. Gayet iyi gidiyorsunuz." dedim. Aynı ele Haydar sertçe inip kalkmaya devam etti. Bir seyirci çemberi oluşmuştu. Hiçbir acı belirtisi göstermiyordum. İstediğim şey tam da buydu. Öğretmene bir mesaj verdiğimi düşünüyordum. Eğer acı çektirmek bir korkutma ve otorite aracıysa, acıdan korkmamak otoriteye bir başkaldırı yöntemi olmalıydı.
[1:27] OKUL ARAMASI
Fizik dersiydi. Kapı açıldı ve içeri müdür yardımcıyla kimya ve İngilizce öğretmenleri girdi. Fizik öğretmenine:
"Hocam müsaade ederseniz, bir arama yapmak istiyoruz."
"Tabi buyurun."
Çantamda o gün birine okuması için vermek üzere örgütsel yayınlar getirmiştim. Bu yayınların bulunması demek, kesin bir disiplin cezası almak anlamına geliyordu. Kimya öğretmeni gittikçe benim olduğum kısma yaklaşıyordu. Bir şeyler düşünmeliydim. Yanıma geldi ve çantama yöneldi.
"Bir dakika hocam! Arama izniniz var mı?"
"Nasıl yani?"
"E hocam üzerimi, çantamı aramanız için arama izniniz olmalı. Kimden izin aldınız?"
Suratıma anlamsızca baktı ve ardından da müdür yardımcısına seslendi:
"Bu öğrenci aratmıyor kendini!"
Sınıfta, okul bahçesinde, hatta sokakta bile öğrenci tartaklamakta sakınca görmeyen müdür yardımcısı yanımda bitip sert bir şekilde bana baktı.
"Nedir sorun?"
"Arama izniniz var mı?"
Sessizce ve dikkatli bir şekilde beni tepeden tırnağa süzdü. Bir durum var ama ne? Anlamadan agresif bir harekette bulunmak istemedi.
"Sen geç bakim şu köşeye."
Çantamı alıp kapının yanına gittim. Birkaç kişiyi daha arayıp bitirdiler. Aranmamış kişiler kalmıştı. Müdür yardımcısı, "Sen gel benimle."
Birlikte odasına doğru gittik. O odasına girdi, ben de kapısının dışında beklemeye başladım. Benden önce içeriye bir başka öğrenci aldı. O anda koridorda hiç tanımadığım bir öğrenciye çantamdaki dokümanları uzattım ve "Kardeş şunları lütfen al ve sakla. Aksi takdirde beni okuldan atarlar." dedim. Şaşkın bir şekilde kendisine uzattığım dergileri ve kitabı alıp uzaklaştı. Müdür yardımcısının odasındaki öğrenci çıkarken, "Seni çağırıyor." dedi. Elimde boş çanta ile içeri girdim.
"Şimdi bekle sen polisi çağırıyorum. Gelsin de o seni arasın." dedi ve telefonu tuşlamaya başladı. "Sorun değil, bekliyorum. Gelsin arasın. Muhtemelen onun arama izni olacaktır." diyerek karşılık verdim. Bana baktı ve telefonu yerine koydu. Geçen sürede bir şeylerin değişmiş olduğu belliydi.
"Kendine çok dikkat et! Hiç mi kravatın yamuk olmayacak!? Hiç mi ayakkabın boyasız olmayacak!? Gözüm üzerinde olacak. Şimdi git."
Odadan çıktım ve derin bir nefes aldım. Dokümanları kime verdim ben? Ne yaptı acaba? Aradan iki ders geçti ve tekrar müdür yardımcısının odasına çağrıldım. Gittiğimde müdür yardımcısı hafif bir keyifle, "Yoksa çantandaki bunlar mıydı?" diye sorarken bana benim kitap ve dergilerimi gösterdi.
"Bu gösterdikleriniz nedir bilmiyorum. Benim çantamda bir şey yoktu. Ben yalnızca arama izni olmadan arama yapılmasını istemedim. 'İzniniz var mı?' diye sordum ve hiç kimse de bana 'Var.' demedi."
"Tabi tabi öyledir." dedi ve daha fazla uzatmadı; "Git şimdi."
Böylece o gün idarenin radarı tarafından fark edilmiş oldum.
[1:28] İŞÇİ PARTİLİLERLE SOHBET
2000 yılının 1 Mayıs'ına birkaç gün kalmıştı ancak nerede olacaktı bu 1 Mayıs? Kartal'da yürürken İşçi Partisi bürosunun tabelası gözüme çarptı. Gidip kapılarını çaldım. Orta yaşlı bir kadın ve bir adam içeri buyur ettiler. Kendimi kısaca tanıtıp 1 Mayıs'ın nerede yapılacağını sordum. Aradığım cevabı aldım ama çayla birlikte iyi de sorgulandım. Silahlı mücadele yanlısı ve Cephe sempatizanı olduğumu söylediğimde oldukça heyecanlandılar. Bir çay daha söylediler ve sohbet ders vermeye dönüştü.
"Liderleri Avrupa'da lüks içinde yaşıyor. Paraları uyuşturucu ve silah kaçakçılığıyla elde ediyorlar. Bunların devrimle mevrimle falan işi yok."
Çayımı içiyor, bir yandan da dinliyordum.
"Sen bırak Cephe'yi falan. Sen gel bizimle."
"Teşekkür ederim ama ben yine de bildiğim gibi hareket edeceğim."
Sonunda çayım bitti ve ben müsaadelerini isteyip ayrıldım.
[1:29] 1 MAYIS
1 Mayıs 2000 - Hafta içi her gün olduğu gibi, saatin alarmı çaldı ve ben kalkıp okul üniformamı giymeye başladım. Duvarım Mahir Çayan, Che Guevara, Fidel Castro, orak çekiç amblemi, devrimci gerilla savaşçılarının silüetleri, yoksul işçiler-köylüler ve daha birçok politik resim ve sembolle dolup taşıyordu artık. Annemin yatağı benim yatağımın hemen karşısındaydı ve hareketlerimi takip ettiğini hissediyordum. Çantamı da her zamanki gibi hazırladıktan sonra odadan çıktım ve hızlı bir şekilde salona geçtim. Sivil elbiselerimi bir gün önceden koltuklardan birinin arkasına saklamıştım. Üstümü değiştikten sonra aynı yere okul üniformamı ve çantamı yerleştirdim.
Önce Pendik'ten İETT otobüsleriyle Şişli'ye geçtim. İyi de neredeydi bu Abide-i Hürriyet caddesi? Sora sora buldum. Bütün güzergahlardan kitlesel şekilde insanlar geliyordu. "Benimkiler" neredeydi acaba? Önce bütün yolların çıktığı merkez noktaya gittim; ardından da orada gözüme kestirdiğim birisine sordum:
"Pardon Cephe nerede acaba?"
"CHP mi? Bak şimdi şuradan düz git..."
"Hayır CHP değil, Cephe Cephe!"
"Haaa ... Cephe için bu taraftan git."
"Sağ ol."
Gösterdiği yönde ilerledim. İçim içime sığmıyordu. Bir yandan pankartları okuyor diğer yandan da hızlı hızlı yürüyordum. Sonunda bir pankartın önünde durdum. İmza tanıdık geldi. Bir yirmi saniye kadar ilerleyişlerini seyrettim, sloganlarını dinledim. Kortej kenarındaki bir kıza:
"Pardon bu Cephe mi acaba?"
"Sen kime bakmıştın?"
"Ben Cephe'ye bakmıştım."
"Ne yapacaksın Cephe'yi?"
"Katılacağım!"
Kız güldü ve beni kolumdan tutup kortejin içine çekti.
"İşte katıldın!"
"Oleeeyy!"
Çok mutluydum. İnsanların suratına sanki yıllarca görmeyi bekleyip de göremediğim tanıdıklarım gibi bakıyordum. Hepsi benim abilerim, ablalarım gibiydi. Utanmasam hepsine sarılırdım. Onlarla birlikte yürüyor, avazım çıktığı kadar bağırarak slogan atıyordum. Kendimi denize varmış bir akarsu gibi hissediyordum.
Sloganlar, yürüyüş, miting konuşması ve bir süre müzikten sonra (ki "benimkiler" ne miting konuşmasını takıyordu ne de çalan müzikleri) bir düğmeye basılmış gibi kortej kısa süre içinde dört bir yana dağılıverdi ve ben ortada kala kaldım. Oysa aklımda birileriyle sohbet etmek arzusu vardı. Etrafa dağılanlardan hangi birinin arkasından gideceğimi şaşırdım. Ben de otobüsten indiğim yere doğru yöneldim. Anlaşılan bugünlük payıma düşen bu kadardı.
Annem beni evin kapısında üstümde sivil elbiselerle karşıladı. Yüzüm güneşin altında durmaktan kızarmıştı.
"Okula gitmedin mi sen?"
Sırıtarak cevapladım:
"Yooo! 1 Mayıs'a gittim."
Annem de kızgın bir sesle karşılık verdi:
"İyi halt ettin!"
[1:30] 3. EYLEMİM: KENDİMİ ÖRGÜTLEMEK
Bir süredir evimizde internet vardı. mIRC adlı, şuan için oldukça ilkel bir sohbet programında zaman geçiriyordum. Takma isimler, sohbet odaları, kadın mı erkek mi bilemediğiniz insanlarla dolu, kör bir sanal ortamda, rastgele sohbetler ediliyordu. Bense "solcu" sohbet kanallarına takılıyordum.
Bir gün bir duyuru yapıldı. Bu duyuruya göre yine Şişli’nin Abide-i Hürriyet caddesinde bir miting yapılacaktı ve her ne kadar miting sendikalara yönelik olsa da, bazı örgütler de orada siyasi mahkumlarla ilgili kendi gündemlerini dile getirecekti.
Abide-i Hürriyet Caddesi… Biliyorum artık burayı!
Alan bir önceki gibi kalabalık değildi. "Yoldaşlarım"ı bulmak da bir önceki kadar zahmet gerektirmedi. Dağıtılmakta olduğunu gördüğüm, üzerinde slogan yazan önlüklerden birini alıp giydim ve sloganlara eşlik etmeye başladım. Miting konuşmaları yerini türkülere, müziklere bıraktı. Sahnede Fevzi Kurtuluş vardı. Bende de bir iki kaseti olduğundan şarkıları yabancı gelmemişti. O söylerken ben de yüksek sesle ona eşlik ediyordum. Oldukça şendim. Bir süre sonra fark ettim ki, bulunduğum kortej içinde kimse şarkılara eşlik etmediği gibi, bir de bana tuhaf tuhaf bakıyorlardı. Fevzi Kurtuluş ile aralarının pek olmadığını düşündüm ve sustum. Ancak yine de bir öncekine göre daha tecrübeliydim. Bu sefer dağılmaya başladıklarını fark ettiğim anda harekete geçtim ve cebimdeki adresi çıkartıp yanımdaki birine:
"Pardon. Ben bu adrese gitmek istiyorum. Buradan nasıl gidebilirim?"
"Ne işin var senin orada?"
"Ben buraya gidip tanışmak istiyorum insanlarla."
Yüzüme şöyle bir baktı ve, "Tamam gel benle, seni birisiyle tanıştıracağım. O da oraya gidiyor. Beraber gidersiniz." dedi. Birlikte biraz yürüdük.
"Abla, bak burada dergiye gitmek isteyen bir genç var. Sana teslim ediyorum."
"Aa öyle mi? Tamam. Sağ ol."
Dergi bürosuna varana kadar belki kırk beş dakika kadar yürüdük. Yürürken yapılan bir sorguydu bu.
"Gerilla olmaya geldim ben!"
"Ooo! Çok ateşlisin ya! Ama gerilla olana kadar demokratik mücadele alanında birçok eksik var, insan ihtiyacı var. Demokratik alanı neden düşünmüyorsun?"
"Herkesin yetenekleri farklıdır. Belki benim yeteneğim asker olmaktır?"
[1:31] VETO EDİLEN ASKERLİK ARZUSU
Dedem Kore'de görev almış, mesleki hayatının çoğunu Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da tamamlamış, son olarak da Tuzla Piyade Okulu Harekat Eğitim Şube Müdürü olarak emekli olmuş bir albaydı. Kartal'daki evin cam kenarı önünde askerlik maceralarını dinlemeye bayılırdım. O da ilgiyle dinleyen torununa anlatmaktan hoşlanırdı.
Dedemin babası da kırmızı kurdeleli istiklal madalyası sahibi bir jandarma subayıydı. Amcam da bu askerlik geleneğinin üçüncü nesil sürdürücüsü olarak Kara Kuvvetleri'nde subaylık görevini yapıyordu. Dördüncü nesil asker pekala ben olabilirdim.
"Ben de asker olmak istiyorum." dedim dedeme. Yaşım sekizdi.
"Ooo öyle mi? Bu çok güzel bir haber. Hangi branşta asker olmak istiyorsun?"
"Imm, tankçı ya da denizaltıcı olarak düşünüyorum."
"Çok iyi, çok iyi."
İlkokulu bitirdiğimde askeri okula gitmeyi düşünüyordum, ama annem bu karara hiç sıcak bakmadı. Askeri hayatın ne kadar disiplinli, kuralcı, sıkıcı ve çekilmez olduğuna dair inançlarını sıraladı. Bu karşı duruş beni askerlikten soğutmadı ancak gelecek planımın onaylanmamasından ötürü kırılmıştım. Anneme karşı bir irade geliştirebilecek durumda da değildim. Babamın ise bu arzumdan haberi yıllar sonra olacaktı.
[1:32] F TİPLERİNE KARŞI PANELİSTLİK
Dergi bürosuna vardık. Orada sohbete devam ederken, liseli bir genç içeri girdi.
"Bizim film gösterimimiz olacak. Biletler basıldı mı?"
"Gel bak seninle tanıştıracağım biri var. Bu arkadaş da liseli. Bizi bulmak için okula gitmeyip eyleme gelmiş."
Biraz sohbet ettik ve telefonlarımızı aldık. Böylece arzum yerine geldi ve önce kendimi örgütleyerek devrimci mücadeleme başlamış oldum. Üç dört gün sonra Kartal CHP binasında buluştuk.
"Bir hafta sonra burada F tiplerine karşı bir panel yapacağız. Avukat Behiç Aşçı ve bir TAYAD’lı konuşma yapacak. Paneli 'Demokrat Liseliler' olarak biz organize ettiğimiz için, istiyoruz ki bizden biri de konuşma yapsın. Sen yapmak ister misin?"
"Ben mi?"
"Evet."
"Ne anlatacağım ki?"
"İşte genel olarak F tiplerinin sakıncaları üzerine... Biz öğrenciler olarak 'F tipi istemiyoruz, özgür eğitim istiyoruz.'' diyeceğiz."
"Hımm... Anlıyorum. Tamam yapayım."
"Harika!"
Bir hafta sonra konuşmacıların arasında yerimi almış, doluluk nedeniyle ayakta kalanların da olduğu salona konuşma yapmak üzere kendimi hazırlıyordum. Organizasyon sahibi "demokrat liseli" olarak ilk söz sırası bendeydi. Bu topluluğa ilk hitabım olacaktı. Konuma hazırlanmıştım. F tipi hapishanelerin Avrupa'da ne zaman ve nerede tasarlandığından, ilk uygulamaların nasıl sonuçlar verdiğinden bahsettim. F tipi "Beyaz ölüm"dü. İnsanlar konuşacak kimse bulamıyor, beyaz duvarlara baka baka çıldırıyorlardı.
Kendimi kaptırıp konuşmayı oldukça uzun tuttum ve bitirmeyi ancak bir yoldaşın "bitir artık" işaretinden sonra aklıma getirebildim. Diğer iki konuşmacı ise konuşmalarını sıkça "Berk arkadaşın da dediği gibi..." diyerek yaptılar. Aslında hatalıydım çünkü F tiplerini anlatmak benim işim değildi. Ben bir öğrenci olarak, F tiplerini "F tipi eğitim" ile ilişkilendirmeliydim. On altı yaşındaki bir liselinin kalabalığı F tipi uzmanı gibi bilgilendirmesi, her ne kadar ciddi bir mizaçla yapılırsa yapılsın, birçok insana absürt gelmiş olmalıydı. Sonrasında öğrendim ki konuşmamı çok beğenenler olmuş. Biri "Kim bu çocuk böyle?" diye sormuş da, "Vallahi biz de bir hafta önce bulduk." yanıtını almış.